Polonya ve tarihi hakkında notlar


Giderek önem kazanan Polonya ve tarihindeki bu kısa gezintiyi, günümüzde bu ülkeyle ilgilenenleri, Polonya'yı incelemeye özendirmek amacıyla yapıyoruz.

Latince 'Polonia' adıyla ilk kez, 900'lü yılların sonunda ve 11'inci yüzyılın başında karşılaşıyoruz. 'Pol', düz alan ve ekili tarla anlamında kullanılan bir söz. Polonya aslen, büyük bir ova zaten.
Romalılar, miladi ilk yıllarda, bugünkü Polonya'daki Truso şehrinden söz ediyorlar. Daha öncesinde Rum düşünürlerin, 6'ıncı yüzyılda bu bölgeye, sırf Slavlar nedeniyle (Doğu Avrupa ve Balkanlara) ilgi duyduklarını biliyoruz. Slavlar, tıpkı Türkler gibi tek etnik kökene dayanmayan bir kültür birliği ve Slavların dışından onların yaşam bölgesine katılanları slavlaştırıp kendilerine entegre ediyorlar.

Slavlar, yerleşik bir kültür, tarım ve hayvancılıkla uğraşıyorlar, savaş ve kriz zamanları dışında Batı Avrupalılar gibi prenslikler kurmuyorlarlar, buna yatkın değiller. Kendi aralarında demokratik sayılabilecek bir karar/yönetim anlayışları var. Bu özellikleri, Batı ile ilişkileri arttıkça değişiyor. Ve daha sonra Polonya diye adlandırılacak bölgede, 'regiones' ve 'civitates' diye adlandırılan, Batı Avrupa'ya benzer birimler ortaya çıkıyor. Krakau çevresi bu anlamda anılan ilk yerlerden birincisi.
Polonya'nın ilk ortaya çıkması aşamasında bir söylenceden de bahsetmeliyiz. 12'inci yüzyılda anonim Gallus kroniğinde anlatıldığı haliyle, Polonyalıların (Lehlerin) kurucu atası sayabileceğimiz Piast ve oğlu, yerel hükümdarı kovarak yerine geçiyorlar ve Polonya'nın tarihini başlatıyorlar. Piast hanedanının tarihi genellikle 922 yılında başlatılıyor. Fakat bu dönemde komşu bölgelerde de benzeri şekilde prensliklerin ortaya çıktığı görülüyor, mesela Bohemya'da.
Burada inançsal bakımdan bazı ilginç değişikliklere de dikkat çekelim -çünkü sözünü ettiğimiz yeniliklere paralel olarak ortaya çıkıyorlar.
Bu dönemde yerel çok tanrılı kültlerde Tanrı sayısının hızla azalarak, Slav bütünü içinde belli bir hiyerarşi içinde tarif edilmeye başladıkları, belli 'Kutsal yerler'in ortaya çıktığı, bu yerlerde savaş ganimetlerinin veya kutsal eşyaların toplandığı, giderek Tanrı sayısının azaldığını ve nihayet az sayıda Gök ve Yer tanrıları olarak yeni bir inanç sistemi oluşturdukları görülüyor. Göğe hükmeden asıl tanrılar (Perun) ve yere hükmeden diğer tanrılar (Veles) ve onların rahiplerinden kurulu inanç sistemi belirginleşiyor.
Polonyalılar 9'uncu yüzyılda, daha sonraki şekli alacak Polonya'nın yapısal çekirdeğini kuruyorlar ve Bohemyalılarla ittifaklar oluşturuyorlar. Bu ittifakın en önemli sonucu, Bohemya hükümdarının kızının düğününde Polonya hükümdarı Mieszko'nun Hristiyanlığı kabul etmesi ve ilk Hristiyan misyonerlerin 968'de Polonya'ya gelmeleridir.
Polonya'nın sınırları ilk kez 922 yılında tarif edilmiş. Doğusunda 'Rus'un olduğu, batısında da Oder nehrinin bulunduğu belirtiliyor.
1031'de ilk kez 'Rus'un önemli bir rol oynadığını görüyoruz. 'Rus'un müdahalesiyle, ölen Polonya kralı Boleslav'ın yerine -kararlaştırıldığı gibi- oğlu II. Mieszko değil, kralın evlilik dışı oğlu Bezprym geçiyor. Bu çocuk, hem de tıpkı Anadolu'daki Fetret devrin'de yaşandığı gibi ve daha sonra mesela Cem sultan'ın yaptığı gibi, 'Kral benim' diye peşinen piyasaya çıkıyor. İkibuçuk yıl sonra ölen bu kralın oğlunun tahta çıkmasının ardından, ona karşı büyük bir ayaklanma hareketi başlıyor ve ayaklananlar yer yer kiliseleri yakıp, yerine eski tapınakları yeniden kuruyorlar.
11'inci yüzyıla gelindiğinde bile, sadece kralın ve devlet elitinin Hristiyan olduklarını, halkın eski yerel dinlerini sürdürdükleri görülüyor. Buna rağmen ülkede bir kiliseler ağı mevcut ve kiliselerin yerel küçük cemaatleri var. Kral bu cemaatlere dayanıyor ve onları kendi hedefleri için mobilize edebiliyor. Bunun bazı sonuçları da oluyor elbette. Mesela 11'inci yüzyılın ikinci yarısında, papazların üslendikleri/kaldıkları merkezler ve onlar arasında iyi bir ulaşım ağı kuruluyor. Bu ağ, elbette sarayın da kullandığı bir ağ ve Polonyalılar bu Katolik Hristiyan örgütlenmenin kontrolünde Slavlıktan giderek uzaklaşıyorlar. Bunun en önemli sonucu, Polonyalıların savaşçı karakterini giderek kaybetmesi, koyu Hristiyan bir bürokrasiyle yönetilmeye başlamaları, papazlara devlet görevlisi gibi (mesela vergi toplama) haklar tanımaları.
III. Boleslav, taht kavgasını önlemek için ülkeyi dört büyük oğlu arasında paylaştırıyor ve yerel prenslikler o zaman ortaya çıkıyor. Bu konuda Batı Avrupa'dan kopya çektikleri kesin. III. Boleslav, ordunun baş komutanlığını bırakmıyor ve hukukun başı olmaya devam ediyor. Ayrıca sikke/para bastırma yetkisi tekelini de sürdürüyor. Bölgelerin üst kralı oluyor. O ölünce oğlu II. Vladislav, 1105'de bu görevi devralıyor. Başkent Krakau. 12'inci yüzyılda Alman hukukunu (ius teutonikum) kabul ediyorlar. 1241'de Şlezyalılara yeniliyorlar ve ülke üç küçük prens arasında taksim ediliyor.
13'üncü yüzyılda, iki Polonya hükümdarı, hükümdarlık iddiasıyla birbiriyle savaşıyor. Ancak 14'üncü yüzyılın şafağında birleşebiliyorlar.
1387'de Polonya ve Osmanlı Türkiye'si ilk kez komşu oluyorlar. İki yıl sonra Polonyalılar ilk kez Kosova savaşında Türklere karşı savaşan koalisyona katıliyorlar.
15'inci yüzyılda Prusyalı şovalyelerin etkisinden kurtulan Polonya, 1569'da Litvanya'yla birleşerek büyük bir devlet oluyor ve en önemlisi o dönemin en büyük Avrupalı devleti haline geliyor.
1620'de Çeçora savaşında Polonyalılar Türklere yeniliyorlar. Onun ardından yapılan Hotin savaşında ise iki taraf da zayıf düşerek savaşı bırakıyor ve savaş "berabere" sonuçlaniyor!..
Polonya'da bir asiller cumhuriyeti kuruluyor. Bu önemli. Çünkü günümüzde de, Avrupa tarihinin ilk modern devleti, bu Polonya devleti sayılıyor. 17'inci ve 18'inci yüzyılda krizlerle geçiyor, çünkü sürekli İsvaç krallığı ve Osmanlı İmparatorluğu ile savaşıyorlar. Ayrıca Rusya ve Prusya ile, diğer bazı Alman prenslikleriyle de savaşmak zorunda kalıyorlar (-zorunda kalıyorlar diyoruz, çünkü Polonyalılar,
Prusyalılar ve Türkler gibi pek savaş meraklısı değiller!) Polonya o dönem sürekli Kırım Tatarlarının ve Kozakların akınlarına maruz kalıyor.
Polonya, Avrupa'nın bilinen ilk modern Anayasa'sını 1791'de kabul etmesine rağmen ülke zayıflıyor ve nihayet Prusya, Avusturya ve Rusya arasında paylaşılıyor.
Polonyalıların başına daha sonra da gelen bu paylaşılma meselesi, onların en büyük korkusunu teşkil ediyor: Ruslar ve Almanlar tarafından paylaşılmak korkusu!
Napoleon Bonaparte'ın baskısı üzerine, Polonya'yı paylaşanlar 1807'de Varşova'da bir Polonya prensliğinin yeniden kurulmasına "izin" veriyorlar. Napoleon'un duman edilmesinden sonra yapılan meşhur Viyana konferansında Polonya gene, bir küçük bölge dışında tamamen Rus ve Alman bölgesi ilan ediliyor. 1830'de Ruslara karşı ayaklanıyorlar, ama yenilip yoğun bir Ruslaştırma ve Almanlaştırma kampanyasına maruz kalıyorlar. Bu savaşta yenilenlerden bir grup Polonyalı İstanbul'a sığınıp bugünkü Polonezköyü kuruyor. Bu arada Nazım Hikmet'in dedesinin, o dönemde Türkiye'ye gelen ve daha sonra bir Osmanlı Paşası olan Polonyalılardan
Konstantin Borzecki olduğunu da hatırlatalım. 1863'deki başarısız ikinci ayaklanmadan sonra ise, 'Polonya'nın adı bile yasaklanıyor!
Bu yoğun asimilasyon politikasından kurtulabilen Polonyalıların yaşadığı tek yer, Avusturya-Macaristan bçlgesindekiler oluyor ve Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra 1918 Kasımında Polonya, oradan yeniden doğuyor.
İkinci Dünya Savaşında Polonya'nın Hitler ve Stalin arasında nasıl paylaşıldığını, proleter devrimci "yoldaşlar" dahil herkes bilir!.. Ama "Marksist usta"ları Stalin'in Katyn ormanında yirmibin Polonyalıyı nasıl öldürttüğünü bilmezler -idi. Şimdi biliyor olmalılar! Ve son Polonya Cumhurbaşkanı Lech Kaczynski'nin uçağı, tam da o katliamın yapıldığı yerde düştü. Onunla birlikte bazı önemli bakan ve politikacılar, genelkurmay başkanı, kazada öldüler. Kazadan sonra piyasaya çıkan bir internet filminde, düşen uçkata sağ kalanların Ruslar tarafından öldürüldüğünü ima eden kareler vardı. Doğruluğu kanıtlanmadı, ama filmi cep telefonuyla çeken Rus öldürüldü. Polonya, faşizan bir tekadam örneği olan Putin'in eski usul yayılmacı emellerinin yol üzerinde bulunuyor. Polonya, her zaman Rusya'nın tehdidi altında yaşadı ve Ukrayna'nın yeniden Rus etkisine geri dönemesinin ardından yeniden Rus tehdidini yoğun hissetmeye başladı.

'İdeoloji' denen format ve ideolojileri aşmak





B
azı kavramları kullanmak o kadar doğal geliyor ki insanlara, sanki bu kavramlar binlerce yıldır kullanılıyormuş, onlarsız olunamazmış gibi olunabiliyor. Daha kötüsü, bu kavramların anlamlarının, tartışmasız monolitik doğru/yerinde şeyler sayılması. İdeoloji böyle bir kavram. Elli yıl öncesine kadar her Türkün aşina olduğu, evlerin demirbaşı mangal örneği gibi birşey. Artık köy evlerinde bile mangalla ısınılmıyor, o eskidendi. Şimdi mangal piknikte, bahçede veya şehirlilerin evlerinde nostaljik bir süs malzemesi olarak kullanılıyor. Ama çok uzun süre hayatın içinde tartışılmaz bir yere sahip olduğu için, bir hayalet gibi hayatımızda yaşamaya devam ediyor. “Mangal gibi yürek” veya “Mangalda kül bırakmamak” gibi deyimleri, malganda bir kez bile ısınmamış herkes bilir. İdeoloji de böyle mangal tipi, yeni hayaletleşmiş -bilinç altına geçiş yapmış- kavramlardan biri. İdeoloji, birçok anlama sahip bir kavram.
İstisnasız herkesin “Demokrat” olduğu, herkesin sonsuz laf hürriyetine sahip olduğu, ama o düşüncesini gerçekleştirme mekanizmalarının birer birer ortadan kaldırılıp işlevsiz hale getirildiği neoliberal post-demokrasilerde ideoloji, en sevilen avuntu/laf malzemelerinden biri. (Jacques Ranciere'e göre Post-Demokrasi, “herşeyin hareket etmesine rağmen artık hiçbirşeyin değişmediği”, bir tür şekilsel demokrasiye verilen addır. İçiçe geçmiş neoliberal para eliti ile siyasi iktidar tarafından, tek elden yürütülür. Muhalefet, sistemin motoru olan finans kapitalden/ihalelerden dışlandığından etkisizdir. Bu nedenle asıl muhalefet mesela özellikle İtalya'da ve Türkiye'deki örneklerinde olduğu gibi, kısmen yargı veya başka devlet kurumları tarafından üslenilir. Konu hakkında bkz. Jacques Ranciere “Das Unvernehmen” 2002 ve Colin Crouch'un kült kitabı “Post-Democracy” 2004)

Ama önce; çok önemsenen, çok büyümsenen, yakın zamanlara kadar uğrunda işkencelerden geçilen ve o haliyle o zamanlar bile yanlış anlaşılmış bir kavram olduğuna değinmeliyiz 'İdeoloji'nin. Ve 'İdeoloji' kavramını aşmaktan bahsederken, onu neden aşmak zorunda olduğumuz üzerinde de durmak zorundayız. Karmaşık gibi görünen en özel durum ise kısaca galiba şudur: Nasıl Mustafa Kemal'den bir Kemalizm ideolojisi imal edilmişse, ondan önce Marx'dan da bir Marksizm ideolojisi imal edilmiştir. İkisi de haksızlıktır. Hele Marx'ın adından bir “İdeoloji” imal edilmesi “-E pes” dedirtecek bir durumdur. Çünkü Marx ideolojiyi tamamen başka birşey olarak tarif eder ve o ideolojiye karşı çıkar. En komiği de galiba şu: Kemalizm ve İslamizm dahil -bugün Türkiye'yi de ilgilendiren- bütün “çağdaş” ideolojilerin çıkış noktası, (Marx'ın mahkum etmesine rağmen) V. I. Lenin'in (Bolşevizm) ve esasen Josef Stalin'in (Stalinizm) kurduğu “Sol İdeoloji” anlayışından kopya “ideoloji” formatı/anlayışıdır. Ve Marx'ın çok iyi tarif ettiği gibi 'ideoloji', kapitalizme ve kapitalist yaşam biçimine sahip toplumlara özgü bir formattır. Marx'ın tarif ettiği 'ideoloji' kavramı, bireylerin (kapitalist) yaşam biçimlerinden yola çıkarak, "hakim sınıfların" (kapitalistlerin) düşüncelerinin halka malolması anlamında kullanılır. (Bugün bu "hakim sınıflar" kavramının ve "sınıflar"ın 'Ne?' demek olduğu konusu, sınıfların içiçe geçmeleri açısından tartışmalı bir konudur) Yani kısacası 'İdeoloji', halkın kapitalistlerden çok kapitalistci, kraldan çok kralcı hale gelmesi ve bunun pek de farkında olmaması durumudur. Marx bu acaip durumun da paraya/mala/metaya tapılması (fetişizm) benzeri bir durum sayesinde gerçekleitiği üzerinde durur. Marx'ın anladığı ideoloji, bir toplumsal yanılsama durumudur. Buradaki 'yanılsama' konusunu Marx, ideolojinin ilk tarifinden almıştır. Marx, paranın “gücü” ve “büyüsü”nden bahsederken de bu 'ideoloji tarifi'ne yaslanır. (Bkz. Marx-Engels Temel Eserler, MEW C.23, s.107)

Marx'ın temel fikirlerine aykırı Sol “ideoloji” anlayışı ise, ortodoks Marksizm-Leninizm'in “Bilimsel Sosyalizm” konteksine gizlenmiştir ve “İşçi Sınıfının İdeolojisi” şekliyle olumlu ve bilimsel bir şey gibi gösterilmeye çalışılmıştır. O haliyle Sol ideolojiden, siyasi iktidarın ele geçirilmesi için gereken “başarılı pratik”in çıkarılması amaçlanmıştır. Sol İdeolojinin amacı, oradan devamla (ideal) sınıfsız toplumun kurulmasıdır. Bu genel şablon, daha sonra, İslamcı/Hristiyancı ideolojiler de dahil olmak üzere çeşitli ideolojiler arafından aynen devralınmıştır. Amaç şekli bile fazla değişmemiştir: Sosyalistler sınıfsız (mükemmel) toplumu amaçlarken, mesela İslamcılar (ve bütün diğer dinci ideolojiler) de dinin bozulmamış köklerine dönmeyi amaçlayıp, dinin günümüze kadar geçirdiği değişmeleri ve yaşanmış dönemleri, “bozulma” diyerek reddetmişler ve ilk katışıksız (mükemmel) topluma dönüşü amaçlamışlardır. (Pratik deneyimleri red tavrı Sol ideolojide de vardır. Onlar da çeşitli ülkelerde yaşanmış tüm Sol tecrübeyi, bozulma olarak tanımlayıp reddetmek eğilimindedirler. Genellikle bir tek Lenin'in kısa ilk/devrimci dönemini “bozulmamış sosyalizm” saymışlardır vs.

Yeni birşeyler kurabilmek için ille de “bir ideoloji”nin gerektiği düşüncesi, eski moda birçok -iyi niyetli!- insan için dünyanın en doğal şeyi olmaya devam ediyor. Ama bu yazının sonda söylemek istediğini şimdi söylememiz gerekirse: Galiba bundan sonra sahiden yeni birşey yapabilmenin/kurabilmenin ilk şartı, ideoloji formatını aşmak olacaktır. Bugün anladığımız anlamda ideolojilerin ortaya çıkıp etkin olduğu dönemlere şöyle bir bakarsak, o dönemlerin, milli/ulusal kapitalizmin (ve kısmen, aynı zamanda sosyalist/kooperatist kapitalizmin) dönemiydi diyebiliriz. Kapitalizmin son neoliberal döneminin ideolojileri ise ağırlıklı olarak dinci ideolojiler olmuştur. Elbette burada küflü konserveleri açmak ve Lenin'le Stalin'le uğraşmak falan istemiyoruz, ama 'ideoloji' deyip de bu iki "Beyefendi"den bahsetmemek maalesef mümkün değil. Bu abes duruma değinen Karl Korsch, "Marksist ideolojinin Rusya'daki tarihi" ("Zur Geschichte der marxistischen Ideologie in Russland") başlıklı yazısında buna değinmiştir -hem de daha 1932 yılında, Hitler'in henüz iktidara gelmediği Berlin'de. Şimdi konuyu baştan alırsak:

İlk haliyle ideoloji, Fransız filozof Destutt de Tracy tarafından 1796'da tanımlanmıştı. Fransız İhtilali'nin o hızlı yıllarında bir araya gelen ve daha sonra 'İdeologlar' diye adlandırılan ve 'İdeologlar' diye adlandırılan filozofların amacı, hayal/tahayyül ve algılamaların tek tip ifadesi bilimi gibi birşey kurmaktı ve bu projeyi ifade etmek için 'İdeoloji' kavramını seçtiler. Ansiklopedistlere dahil olan bu filozoflar grubu, düşüncelerin nasıl ortaya çıktığını araştırmakta ve dile aşırı önem vermekteydi. Aralarından en ünlüleri Desutt de Tracy'nin dört ciltlik eserinin ("Éléments d'idéologie." Paris 1801/15) ağırlıklı bölümü siyasetle değil, dil ve gramerle ilgilidir. Onun yazdığı/tanımladığı 'ideoloji'nin özelliklerine bakınca, -bugün de anlaşılan haliyle- ideolojinin bazı temel özelliklerini görmek mümkün. Herhalde buraya şöyle özetleyebiliriz.

1. İdeoloji, tek-tip düşünme/algılama biçimi oluşturmaya çalışan duygu ve düşünce kalıpları bütünüdür. (Ve bence tek-tipçi olması bakımından -uzun vadede- insan doğasına aykırı bir formattır.)

2. İdeolojinin ilk hedefi, genellikle, bu ilk çarpık özelliğini mümkün olduğu kadar geniş bir kesim arasında yaymak olmaktadır.

3. İdeoloji, Aydınlanma (ve/veya kapitalizm) kökenli bir formattır.

4. İdeolojik yaklaşımın, diğer rasyonal/bilimsel anlayışlardan farkı, emosyonal/duygusal alanı reddetmeyip, onu kendi konteksi içinde değerlendirebilmesidir.

5. İdeologlar, idollere de önem veriyorlardı ve mesela bilimin idollere ihtiyacı olduğunu düşünüyorlardı. Kişilerin kültleştirilmesi, bu özelliğinden gelmektedir. Francis Bacon ve René Descartes, idolleri ve duygusallığı reddederler. Rasyonalizm duygusallığı reddeder ve bugün bilime hakim olan soğukluğun temel nedeni de, ilk rasyonalcilerin ideolglarla olan bu kesin “farklılık”larıdır.

6. İdeologlar, özgürlüğü en önemli değer saymışlardır. O dönemde Avrupa'yı ve dünyayı “fethetmekle” meşgul Napoleon Bonaparte'ın özgürlüğe değil askeri itaate ihtiyacı olduğu için, ideologların düşüncesini “yararsız, pratiğe yabancı bir kavram” diyerek küçümsemiştir. Sadece o değil. Fransız İhtilalinin en önemli filozofları da Napoleon'un tarafını tutmuşlardır. Francis Bacon'a göre 'İdeoloji' “bir yanılgı”dan başka Bir şey değildir ve “gerçeklik, ideolojinin çizdiği sınırın ardında/ötesinde bulunmaktadır.” Hem doğru hem yanlış sözler.

Bugün, Bacon'un sözlerinin doğru olduğunu söyleyebiliriz. Ama o sözlerin söylendiği Napoleon döneminde, ideoloji fikrinin, Aydınlanmanın soğuk rasyonalizminden ve Napoleon'un kitlesel modern fetih savaşlarından çok daha insancıl ve sempatik olduğunu söylemek gerekiyor.

İdeolojinin bugün için en zararlı yanı, tek tipçi yanıdır ve şekilci post-demokrasilerde de, en yaygın haliyle bir tür tek tip “demokrasici ideoloji” şeklinde kullanılmaktadır. İdeoloji, tek bir siyasi hedefe odaklanmak için en yaygın ve etkili biçimde Bolşevizm, Stalinizm ve Nazizm tarafından kullanıldı. Bunlar demokrasiye de karşıydılar. Günümüzde demokrasiye karşı olmak bir tür “matematiğe karşı olmak” türünden “absürdlük” sayıldığından, tüm ideolojiler de “demokratik” sıfatını taşımaktadır. İdeolojik türde, yani mesela “herkesin aynı siyasi bakış açısına sahip olduğu türde”, sadece düşünce kalıplarıyla “düşünülen” anlayışın aşılması, aynı zamanda kapitalizmin yıkıcı yanının aşılması ile ilgili bir durumdur.

İdeoloji, insanın sistemi aşması için gereken en önemli özelliğini dumura uğratabilen tehlikeli bir şey olmayı sürdürüyor. Tehlike şudur: İdeolojiler, yukarıda saydığımız altıncı özelliğine göre, “özgürlükçüdür” değil mi?!.. Tüm ideolojiler, doğaları gereği özgürlük için mücadele ederler! Ama tek-tip bir düşünce biçimiyle mücadelesi verilen özgürlük, sırf tek tip düşünce ile erişildiği için sadece kölelikle (tek tip haline gelmekle) son bulabilir. Tek tip bitki -mesela muz- ekilen bölgeye 'doğa' değil, muz plantajı diyoruz. Böyle ülkelerde de 'muz cumhuriyeti' diyebiliriz! İnsanı tektipleştirmek -ki kapitalizmin para ilişkileri üzerinden yapmayı amaçladığı da zaten özde budur- en hin köleleştirme ve vasatlaştırma yöntemidir. Galiba en doğrusu, farklılıkların birbirini tamamladığı, kısıtlamaları ve tektipliği (ve tabii kutuplaşmayı) reddeden özgürlük durumudur.

Gönümüzde, dünyanın tamamen yeni kalitedeki tehlikelere doğru ilerleme ihtimallerinin bulunduğu bir zaman diliminde en doğru tutum; ideolojik yaklaşımları dışlayan çoklu düşüncelerin dayanaşarak (birbirine tahammül ederek) ve birbirini tamamlayarak birarada varolmasıdır. Ayrıca günümüz dünyası hızla tek tek düşünce kalıplarıyla açıklanamayacak bir karmaşıklık sergilemekte, konulara yaklaşırken farklı bakış açıları bazen aynı anda gerekmektedir. Zor zamanları, vasatlık üreten dar/tek fikirli anlayışlarla aşmak her zaman muazzam felaketlere neden olmuştur. Örneğin Çin'in tek adamı Mao Zedong döneminde 1958'de başlayan Çin'i hızlı modernleştirme kampanyası “İleriye doğru büyük adım” (“da yue jin”) kampanyası 1961'e kadar sürmüştür ve bu süre içinde zorunlu endüstrileşme ve kitlesel endüstriyel tarım denemeleri nedeniyle yaklaşık 20 milyon insan hayatını kaybetmiştir. Bu, İkinci Dünya Savaşı'ndaki insan kaybından daha fazladır -ve bu özelliğiyle nedense hiç dikkat çekmemiş, sorgulanmamıştır! İdeolojiler, özellikle bugün bildiğimiz anlamdaki haliyle insanlara her zaman felaket getirmiştir ve getirmeye devam etmektedirler. Şu anda son demlerini yaşayan neoliberal ideolojiler de, tek tipleştirmeyi hedefledikleri toplumlar/çevreler ile ülkelerine sadece felaket getirebilirler. İdeoloji anlayışını ve bugünkü hakim tanımını aşmanın en önemli yanı ise gelecekle ilgili önemli bir duruma işaret eder: Kapitalist sistemin ve onun paraya/mala tapan yıkıcılığını el birliğiyle aşmak için, bunu tasavvuretmek/tasarlamak için, 'ideoloji' formatını ve anafikrini aşmak gerekiyor.

Biraz daha derine inip bakarsak, bugün artık “normal” sayılan, ama aslında klasik anlamda (Aydınlanmacı ve kökkapitalist) ideolojik yaklaşımla ilgili bazı özelliklere de dikkat çekmemiz gerekebilir. İki tanesini buraya alalım:

-Kendi içinde çelişmemek zorunluluğu. (İdeolojik yaklaşımla ilgili, bir yeni “doğru”dur... Eski “doğru”ya göre; Örneğin günlük hayat ve sezgisel algılama çelişebilir. Günlük hayatın reel gerçeği ile söylencelerin/inancın/sezginin irreel gerçeği çelişir görünebilir.)

-Olayların en reel/gerçekçi şekliyle yansıtılması anlayışı. (Bir tek gerçeğin varolduğu, onun da materyalist/maddi gerçek olduğu varsayımından yola çıkan yeni “doğru”... Aslında tasavvurlar/hayaller da bir “doğru” türüdür, ikisi birbirini tamamlarlar.)

Tıpkı kapitalist yaşam biçiminin insanı derinlemesine kuşatması gibi, ideolojik bakış açısı da insanı derinlemesine kuşatmıştır. Ve bunların aşılması, aslında insanın gerçek (rasyonel ve irrasyonel) anlamda özgürleşmesi ile ilgili bir durumdur.

Bu açıdan yaklaştığımızda, sistem insanının “normal” sayıp kendini içine hapsettiği para/iş odaklı tüketici yaşam biçimine ek olarak bir de mesela siyasi ideolojiler gelmetyedir. Bu, ideoloji üzerine ideoloji demektir ve siyaset bilimci Kurt Lenk tatafından yapılmış özel bir tanıma sahiptir. Lenk, 19'uncu ve 20'inci yüzyıldaki -bildiğimiz türden- ideolojileri dört ana katagoriye ayırıyor.

1.Kendini haklı çıkarmak üzerine kurulmuş tek tip düşünce kalıpları toplamı. Bunların ilk ve en sağlam örneği, bilimin tartışılmaz gerçek/doğru sayılması ideolojisidir ve bu haliyle Marx'ın yaptığı 'Sistem insanının ideolojisi' ile de ilgilidir, onun daha da abartılı katmerli halidir.

2.Tamamlayıcı ideolojiler. Bu ideolojiler, insanlardan belli fedakarlıklar bekleyen ideolojilerdir.

3.Belli gerçekleri gizlemek için kurulan ideolojiler. Lenk bu ideoloji türünün, mutlaka bir düşman tipolojisine ihtiyaç duyarak toplumu kamplaştırdığı, asıl toplumsal sorunları konuşmaktan kaçındığı ve asıl amacını gizlemek için suni düşmanlıklar yaratıp onları kullandığını söylüyor.

4.Ve insanların duygularına hitab eden ideolojiler. Burada da dost-düşman ayrımına sık rastlanıyor. (Bkz. yazarın ”Wo die Mitte ist” adlı kitabı). Tabii bunların kombinasyonları da söz konusu.

İdeolojiler devri kapanıyor. 20'inci yüzyıldan günümüze sarkan ideolojilerin sonuncuları da, neoliberal kapitalizmin ideolojileriydi. Bunların Bin Laden ve W. Bush tarafından temsil edilen İslamcılık/Hristiyancılık ideolojisi, “Medeniyetler Savaşı” (veya “Barışı”) adı altında, (sistemin onmaz gerçeklerini gizlemek amaçlı) bir düşmanlık/kamplaşma ideolojisi olarak yaşandı. Dinci ideoloji, etkisini önemli ölçüde yitirdi. Ondan önce, sonradan modernleşmeyle ilgili mikro-milliyetçi ideolojinin etkisini yitirdiği görüldü. Neoliberalizme has, ulusal sınırlar ötesi sanal para trafiği ve güçlenen diasporalardan beslenen bu ideoloji türü de, 2008 krizinden sonra hızla güç kaybetti. Şimdi ulusal sınırların yeniden önem kazanmasıyla birlikte yeni bir milliyetçi ideoloji türünün yükselmesi ihtimal dahilindedir. Fakat eski tip milliyetçi/ulusalcı ideolojiler devri kapanmıştır. Artık, ideoloji sonrası bir döneme giriliyor ve güzel sürprizlere hazır olmak için birçok neden var. -Yeter ki birbirine tahammüllü, saygılı olunsun, her düşüncenin ve düşünce türünün, şimdi hiç ummadığımız/beklemediğimiz sorunlara çare olabileceği ihtimali unutulmasın. Tek tip düşünceler ve onların tek adamları çağı, bir daha geri gelmemecesine kapanıyor. Özgürlüğün, tamamlayıcı farklılıkların, yüksek kültürün, postkapitalist uygarlıkların ve insani/kutsal değerlerin yükseliş çağı açılıyor.

Sürdürülebilirlik, bir 21'inci yüzyıl ideolojisi mi?





G
ünümüzde çok revaçta olan 'Sürdürülebilirlik' kavramı, veya moda tabiriyle 'Sürdürülebilir büyüme'; yeraltı/yerüstü kaynaklarını, gelecek kuşakların yaşam olanaklarını tehlikeye atmadan tüketerek ekonomik büyümeyi sürdürmeyi hedefliyor. Ele alınış biçimiyle, yeni bir tür ideolojiyle karşı karşıya olduğumuzu bile söyleyebiliriz.

1992'de yapılan ve ana teması 'Sürdürülebilir Kalkınma' (Nachhaltige Entwicklung / sustainable development) olan Rio Konferansı, daha sonraki tüm benzeri Birleşmiş Milletler (BM) konferanslarını derinden etkilemişti ve BM'in dünyaya yaklaşımındaki temel düstur 'Sürdürülebilirlik' olmuştu. BM Kalkınma Komisyonu'nun 1987 yılında yaptığı tarife göre, “Günümüz kuşağının, gelecek kuşakların gereksinimlerini karşılayabilecekleri koşulları tehlikeye atmadan kalkınması” anlamında kullanılıyor. İlk kez 1713'te, ormanların ekonomik kullanımıyla ilgili kuralları anlatmak amacıyla Carl von Carlowitz adlı bir ormancı tarafından ortaya atılan 'Sürdürülebilirlik' kavramı çok sonra İngilizceye çevrilmiş. İlk haliyle sürdürülebilirlik, ormanın asıl/öz varlığını tüketmeden, ormanın sadece serpilip büyüyen kadarını kesip o kadarından yararlanmayı öngörüyordu.

Bugünkü 'Sürdürülebilirlik' düşüncesi, 'Üç ayaklı model' (Tripple bottom line / 3BL) diye de adlandırılıyor. Tarifi de en kısa haliyle, 'insan varlığının ekonomik, çevresel ve sosyal boyutta geleceğe doğru gelişmesinin sürdürülebilirliği konsepti' diye özetlenebilir. Petrol şeyhinden çevrecisine kadar istisnasız herkese hitab edebilen ve “insanlığı” kurtarmak gibi ulvi bir perspektife de sahip bir kavram. Sosyal hayattan ekonomiye, oradan çevre ve atmosfere kadar -tek bir düşünce temelinde yaklaşıp tanımladığı- dünyaya/insana/hayata müdahale edebilme hakkını kendinde görebilen bir tür ideoloji. İlgilendiği ve müdahale etmeyi düşündüğü alan itibariyle tarihte şimdiye dek eşi benzeri görülmemiş bir kapsama alanına sahip. Daha önce, istisnasız herşeyi kapsayan benzeri tek örnek, ortaçağ kozmolojisidir.

Sürdürülebilirlik öyle kapsayıcı ve haklı bir tınıya sahip ki, itiraz etmek hiç de kolay değil. Ama havaya-suya kadar herşeye karışabilen, üstelik onları kullananların takdir hakkını kurnazlıkla ellerinden alarak yerel/kültürel/ailevi özelliklerini gözardı edebilen bir düşüncenin sorgulanması gerekiyor. Sürdürülebilrilik, şu andaki düzeni/sistemi çevreye uygun hale getirip sürdürmeyi amaçlıyor. Bunun mümkün olup olmadığını hiç tartışmadığı gibi, bu konuda gelecek kuşakların adına konuşarak onların geleceğini de ipotek altına alıyor. Bu haliyle, sistemin kendi kendine sınırlar koyarak çevreyi kirletmeyi durdurması konusundaki kesin başarısızlığının Kyoto Konferansı'nda tescillenmesi üzerine yeni ikame edilmiş bir tür avuntu gibi duruyor.

1796'da Fransız filozof Destutt de Tracy tarafından ilk kez tanımlandığı şekliyle ideoloji kavramı, dünyada tek tip bir fikirler bilimi kurmak projesi ile ilgiliydi. Kısaca, 'dünyaya tek tip bakış açısı' çerçevesinde kullanılan ideoloji kavramı, Sürdürülebilirlik fikrine ve uygulamasına hiç de uzak durmuyor.

'Sürdürülebilirlik' tarifi 1992'de önemli bir değişiklik geçirerek, daha teknokratik bir tını kazandı. Buna göre, Papua ormanlarında avlanan yerlilerden Batılı büyük şehirlerde yaşayan tüketiciye, çölde su kuyusu açan Afrikalıdan boğa güreştiren Güneyamerikalıya kadar herkesin hayatındaki sürdürülebilirlik vaziyetlerine en iyi bilim adamları karar verebilir! Bu konuda demokrat değil. Sosyal, inançsal, etnik, kültürel ve hatta ailevi ilişkileri ikinci plana iten, demokrasilerin bireyin özel hayatını koruyan ilkelerine alenen ters düşebilen yeni sürdürülebilirlik anlayışı; insanların hayatına her alanda müdahale hakkını, ideoloji terimine ilk ilhamı vermiş bilime tanıyor. Bugünün dünyasında bilim, genel kabul gören, herkesin inanp güvendiği bir şey olduğundan, bilimin sürdürülebilirlik konusundaki takdirine itirazsız herkesin boyun eğmesi bekleniyor. Sistemin çevreye uygun bir şekilde sürdürülebilmesi için kararlarına itirazsız itaat bekleyen aynı bilim, çevrenin mahvına neden olan sistemin sürekli büyümeye odaklı temel düsturunu hiçbir bilimsel sorgulamaya tabi tutmuyor. Bu haliyle asıl sorunu gözden kaçırıp gizlediği gibi, geniş kapsama alanı nedeniyle özgürlükçü alternatif görüşler oluşturulmasını da engelliyor. İnsanların kendilerinin, kendi yerellerinde birşeyler yapmasına izin vermeyip tek tip “çözüm” tarzında ısrar ediyor. Özgürlükçü bir yaklaşıma sahip olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz.

Sürdürülebilirliğin en büyük yanlışı ise, insanı -hem de geleceğin kuşaklarını da kapsayacak şekilde- bir 'homo oeconomicus' olarak tarif etmesi. Bu insan modeli, esasen kendi maddi çıkarlarıyla ilgili, sadece rasyonel bazda düşünüp hareket eden, doğayla ilişkileri yararcılıkla sınırlı, klasik ve neoklasik kapitalist ekonominin tipik tüketicisine tekabül ediyor. Sürdürülebilirlik anlayışının mantığına göre insan, gelecekte de “sınırsız” bireysel maddi ihtiyaçlarını karşılamak için yaşayacaktır ve sırf bunun için yakıp kavuracağı saçıp savuracağı yeterince yeraltı/yerüstü kaynağı geleceğe de kalmalıdır! Ancak kalması garantilendiği takdirde dünya, uygun bir şekilde yağmalanmaya devam edilebilir! Küreselleşen dünyada bütün küçük sistemlerin birbirine bağlı olması da, sürdürülebilirlik adına heryere ve herşeye karışanilmenin gerkçesi olarak sunuluyor. Sürdürülebilirlik anlayışı, özde yeni birşey olmadığı gibi, bilimi de alet ederek, yeni ve yapıcı olan başka düşünceleri dışlıyor. O düşüncelerden biri şu: Doğa, insanın bencil yararcılığı adına talan edilecek bir yer değildir. Bir diğeri de şu: Sistemin büyümeye odaklı karakterini, yani para/iş sistemini (ve mal/meta fetişizmini) kökten değiştirerek postkapitalist bir dünya kurmak ve çevre talanını tamamen durdurmak mümkün.

Sürdürülebilirlik projesinin kapsamı, tarihte benzersiz ölçüde olunca, bütçesi de yüksek tutuldu. Sürdürülebilir gelişme projeleri için 2002'de Johannesburg'da yapılan toplantıda, 2015'e kadar 980 milyar Dolarlık bir bütçe öngörüldü. Tabii bu paranın nereden bulunacağı bir muamma olmayı sürdürüyor. 2008 krizinden sonra dev bankaları kurtarmak için, nereden serbest bırakıldıkları kısmen başka bir muamma olan bir trilyon Dolar harcanmıştı. BM'in küresel Sürdürülerbilirlik projeleri için bir trilyon dolara yakın parayı ikinci bir kez bulmak hiç mümkün görünmüyor. Ayrıca, projenin işlemesinin sadece paraya bağlı olmadığı da her geçen gün daha iyi anlaşılıyor. Çünkü sürdürülebilirlik düşüncesine karşı itiraz sesleri artık daha gür çıkıyor.

Sürdürülebilirlik, sistemin gelecekte de artan boyutlarda kriz üreteceği anlaşılan derin çelişkilerin artık bilincinde olan Avrupalı/Amerikalı/Asyalı orta sınıflara bir tür hayal pazarlıyor. Ve en çok bu sınıfların işine gelen statükonun çevreyi bozmadan, birkaç makyajla aynen sürdürülebileceği ham hayalini işliyor. İnsanların vicdanına seslenerek, piyasa mantığı içinde düşünülmüş sürdürülebilir gelişme projelerine angaje ederek rahatlatmaya çalışıyor. Ama sistemin temel karakterini değiştirmeden sürdürmek hızla zorlaşıyor. Gerçeklerden kaçmaktan ne kadar çabuk vazgeçilirse, gerçek çözümler de o ölçüde çabuk ortaya çıkıp etkili olabilirler. İnsanlığın kendini ve doğayı sürdürülebilmesi için herşeyden önce galiba, kapitalist yaşam tarzını gözden geçirmesi ve daha çok para/iş peşinde koşuşturmayı bırakması gerekiyor.

Berivan'ın hikayesi

İstanbul'dan Diyarbakır Cezaevine, onbeş yaşında masum bir kızın yolculuğu.

Uçakla Diyarbakır'a inerken 'Hamravat' semtinin üzerine doğru alçalırken, aklınıza bir şekilde İstanbul-Ataköy geliyor. Modern, lüks, biteviye renkli yüksek beton binalar. Ataköy'ün artık rengi atmış ve eskimeye yüz tutmuş beton deryasıyla kıyaslandığında çok yeni ve çok daha küçük. Yüzme havuzları ve yeşillendirilmiş betona doğru alçalıyorsunuz. Derken daha alçak, bir-iki katlı binalardan oluşan başka bir site görüyorsunuz. İniş pistine birkaçyüz metre kala, yerlebir son cansız yerleşkenin üzerinden uçuyorsunuz: İskan Evleri Mezarlığı. Diyarbakır böyle bir yer. Yaklaştıkça irkiliyorsunuz, hatta içiniz acıyor.

Diyarbakır'a gelip de şaşırmamak, hayret etmemek, üzülmemek, buralarda yaşanan onca acıyı görmemek, duymamak, hissetmemek mümkün değil. Cumhuriyet'in kurulduğu ilk yıllarda Diyarbakır, ülkenin zengin birkaç şehrinden biriymiş. Daha sonra sistemli bir şekilde fakirleşmiş. Mahrumiyet Bölgesi halne getirilmesinin “beklenen” sonucu göç olmuş. Oraları terkedenler Batı Anadolu'ya göç etmişler ve çoğunluğa uymak için Türkçe öğrenmek zorunda hissetmişler kendilerini. Tek tip kültürel homojenleşme peşinde koşan her yeni ulus-devletin yaptığı şey, Türkiye'ye özgü bir şekilde buralarda da yaşanmış. Bundan zararlı çıkan, elbette azınlıkta kalanlar olmuş. Ama konumuz öyle derin “analizler” falan değil şimdi... Sosyolojik terimlerin 'İskan Evleri mezarlığı'ndan farksız cansızlığına karşın, hayat capcanlı. Konumuz hayat... Sevecen, güleç, onbeş yaşında pırıl pırıl bir genç kızın hayatı...

Berivan, İstanbul'un o yoğunluğunda, keşmekeşinde, mavi sahillerinde, gri gecekondu mahallelerinde, işte İstanbul'un herhangi bir yerinde yolda görmüş olduğunuz, olabileceğiniz genç kızlardan biri. Hani şu karşıdan karşıya geçerken yanındaki küçük kıza, -belki kızkardeşi- şakalar yapan, şarkılar mırıldanan, hayat dolu kızlardan.

Batman'ın bir köyündeki derin yoksulluğa dayanamayıp İstanbul'a gelen ve İstanbul Yani Bosna'da şehre tutunmaya çalışan bir ailenin dokuz çocuğundan biri Berivan. Çok yoksullar. Bu yüzden, daha 12 yaşında tekstil atölyelerinde çalışmaya başlamış Berivan. Evde çalışabilen herkes tekstil atölyelerinde veya temizlikçi olarak yok fiyatına çalışırken Berivan kendi kendine okuma yazmayı öğrenmiş. İnci gibi yazısı var. Mektuplar yazıyor. Hasret, özgürlük, isyan ve sevgiyle dolup taşan mektuplar.

Berivan'ların köydeki evleri tek katlı. Kerpiç küçük eski evlerinin hemen yanına yapılmış iptidai beton, tek katlı eski bir ev. Bakımsız. Bazı pencereleri camsız. Batman'ın birkaç kilometre yakınında, çamurlu yollarında kazların, civcivlerin, kedilerin gezindiği küçük bir köy. Küçük bir bahçeleri var. Evin içine girdiğinizde sabun kokusu ve temizlik dikkatinizi çekiyor. Yerlere kare şeklinde büyük şilteler sermişler ve arkanızı yaslamanız için duvar kenarlarına uzun yastıklar koymuşlar. Doğu Anadolu'da kuraldır; sadece kerpiç evler değil, mağralara bile girseniz, insanların yaşadıkları yerlerin fanatizme varan temizliğini görüp şaşırırsınız. Evdeki tek lüks, modern bir televizyon. Tek eğlenceleri. O da Berivan evden mecburen ayrıldıktan sonra gönderilmiş.

Berivan, annesi ve kızkardeşleriyle Batman'a altı yıl aradan sonra geçen yıl, yaşlı ve hasta bir yakınlarını ziyaret etmek için gelmiş. İstanbul'da işlerin kesat olduğu, ekonominin bozulduğu, tekstilcilerin işçi çıkardığı karamsar gönlerde yapılan bir yolculuk. Köyde televizyondan başka eğlence, dost sohbetlerinden başka değişiklik bulamamışlar. Berivan, İçalışmanın vaad ettiği ekonomik bağımsızlığı kendince tadmış, denizi ve vapurları görmüş, hayata bağlı neşeli bir İstanbul kızı. Sohbet edebileceği kimsenin olmadığı bir gün, köyde canı sıkılmış. Köye geldiklerinin üstünden birkaç gün geçmesine rağmen ziyaret edemediği kuzenini ve teyzesini ziyaret etmek istemiş. Onların Batman'daki evlerine telefon etmiş. Kuzenine, onu ziyaret etmek istediğini söyemiş. Kuzeni ondan bir yaş büyük ama okula giden ve buralı tüm kızlar gibi eğitimini çok ciddiye alan bir kız. Yıllar sonra artık telefonlarda değil de yüz yüze sohbet edebileceklerine sevinmişler.

Berivan'ın teyzesinin, eniştesinin durumu iyi sayılır. Bir oto tamir atölyeleri var. Evleri, Türkiye'deki orta halli her şehirlinin evi gibi tertemiz mütevazi bir lüksü yansıtıyor. Batman'ın daha modern olan merkezinde, yeni bir apartman katında oturuyorlar. Berivan kuzenine, “Minibüse binip geliyorum” diyor. Türkçe bilmeyen annesine, kuzenine gidip biraz laflayacağını söylüyor. Kaç yaşında olduğu belli olmayan sakız gibi bembeyaz başörtülü annesi, bu kadın, hani Anadolu'nun tüm fakir anaları gibi dimdik, dirayetli, cesur ve sözünü esirgemeyen biri. Yaşı kırk da olabilir, altmış da. Hani hiç kimsenin saygısızlık edemeyeceği, anca saygı gösterebileceği dingin kadınlardan. Kızından bahsederken bazen dalıp gidiyor, bazen gülümsüyor, bazen öfkeleniyor. Güçlü biri o. Şen kızı Berivan için: “Fıstık gibidir” diyor.

Berivan o gün dolmuşa binip, pek tanımadığı Batman'a doğru yola çıkıyor. Minibüs güzergahı, zaten neredeyse kuzeninin evinin önünden geçiyor. İneceği yer belli.

Minibüs şehir meydanında belediyenin oradan geçerken mecburen duruyor. Meydan, sık sık olduğu gibi insanlarla dolu. Bu kez bir gösteri yapılıyor, sloganlar atılıyor. Dieğerleriyle birlikte minibüsten iniyor. Hızlı hızlı kuzeninin oturduğu yere doğru, ana yol boyunca yürüyecek. Daha biriki adım atmadan, insanların korkuyla kaçıştığını görüyor. Polis saldırısı. Paniğe kapılıyor ve o da koşmaya başlıyor...

Berivan'ın kuzeni, kara gözlü narin, güzel bir kız. Bu yıl üniversiteye hazırlanıyor. Politikanın lafını bile ağzına almak istemeyen, mutlaka tarih öğretmeni olmak isteyen, bunun için tek kötü dersi matematiğe abanan Batman'lı bir kız o.

“O gün akşama doğru kapı çaldı” diyor, susuyor. Bana bakıyor. Gözleri dalıyor.

“Açtım, Berivan. Yanında iki polis vardı.”

Oto tamircisi babası, onun kaldığı yerden devam ediyor.

“Baba polis geldi” deyip kapıdan kaçtı. Baktım Berivan. Yanında iki polis. Dışarıda polis devriye otosu. Berivan'ın yanında kimliği yokmuş. Polisler o yüzden bize getirmişler. 'Tanıyor musunuz' dediler, 'Tanıyoruz' dedim. Berivan polislerin arasında adeta küçülmüş küçücük kalmıştı çocuk. Biz 'akşama bırakırlar' diye düşündük. Çekindik, bir şey demedik polislere. Halbuki bilseydik, 'Memur bey, bırakın, o öyle şeyler falan bilmez. Zaten Batman'a birkaç gün önce geldiler' derdik.” Sonra üzgün üzgün bakıyor.

“Keşke bize gelmeseydi, keşke o gün evde kalsaydı” diyor.

Bunu sohbetimiz sırasında defalarca tekrarlıyor. Vicdanına dokunuyor belli... Çünkü Berivan, hiçbir kanıt olmamasına rağmen ve ısrarla taş atmadığını söylemesine rağmen polise taş atmakla suçlanıp yedi yıl hapse mahkum ediliyor.

Bu mahkumiyete ailede kimsenin aklı ermiyor.

“Köyde de kimsenin aklı ermedi” diyor Berivan'ın annesi. “Bir çocuğa sırf taş attığı için bile olsa, nasıl yedi yıl hapis verilir. Üstelik atmamış... suçsuz.” Bu dertli anneyi anlamak için Kürtçe bilmek gerekmiyor. Tercüman arkadaş onun sözlerini Türkçeye fısıldayarak çeviriyor. Saygıdan. İnsan ne yapacağını, ne diyeceğini bilemiyor. Aslında ona müjde vermek için geldik. Mütevazi bir müjde. Batman'a gelmeden önce, 'Taş atan çocuklar' davalarının takipçisi 'Çocuklar İçin Adalet Çağrıcıları' ve insiyatifin avukat üyelerinden biriyle konuşmuştuk. Avukat, Terörle Mücadele Kanununun 1991'de çıkarıldığı haliyle, çocukların bu maddeden yargılanabilme ihtimalini göz önünde bulundurmadan hazırlanmış bir kanun maddesi olduğunu anlattıktan sonra, Başbakan'la buluşup konuyu konuşmalarını anlatmıştı. Başbakan'ın onları tam elli dakika büyük bir dikkatle dinlediğini ve yetkililere kanunun değiştirilmesini adeta emrettiğini, “Tam bir çözüm istediğini” yarım yamalak çözüm istemediğini söylediğini öğrenmiştik. Avukat, Başbakan'ın kararlılığından çok etkilenmişti. Bunların hepsini Berivan'ın annesine anlattım. Tercüman hepsini, tekrarlayarak Kürtçeye çevirdi. Kadın biraz olsun rahatlamış gibi oldu ama gerçek öyle acı ki, yarım saat sonra gene üzgündü. Kızını dizinin dibinde görmeden yatışmayacağıda kesindi.

“Ah bir gelse!” deyip bana baktı. “Biz iki kızım ve küçük oğlumla, Berivan için Batman'da kaldık. Aile üç parçaya bölündü... İstanbul, Batman, Diyarbakır.”

Haftada bir gün, pazartesi günleri çocuk görüş günü. Dolmuş parası genellikle yetmediğinden, Batman'a kadar kilometrelerce yürüyor. Yanına, 13 yaşındaki diğer kızını alıyor genellikle, veya en küçük kızını.

“Kıyameti koparırım” diyor. “Kızımı istiyorum.”

Böyle bir anne.

“Çok düşündüm” diyor, “neden böyle oldu diye.” İç geçiriyor.

“Köydeki düşmanlar mıdır, bizi çekemeyenler midir... Aklıma gelen tek şey Berivan'ın adı oldu.” (Kürt adı) “Başka ne olabilir, niçin olabilir? Bizim bu işlerle (politikayı kasdediyor) işimiz yok. Asker de ölse, diğerleri de ölse, hepsi bizim oğlumuz. Ölmesinler. Bitirsinler artık. Kızımı da bıraksınlar. O taş atmadı.” Sonra nasıl olup da bu kadar ağır ceza aldığını anlatıyor.

“Onu attıkları odaya kıravatlı biri gelmiş. 'Şimdi birinin karşısına çıkacaksın, o ne derse kabul et ki hemen kurtulasın' demiş. O da sahipsiz garibim, güvenmiş, herşeyi kabul etmiş.”

Berivan şimdi, onun gibi herşeyi kabul etmiş başka bir kızla birlikte aynı koğuşta kalıyor. Hapse ilk girdiğinde onu kadınlar koğuşuna vermişler. Ama şimdi yaşıtı bir kızla beraber.

“Hemen hapishanenin sevgilisi oldu” diyor annesi. “Hapishane Müdürü bile, 'Sen benim yerime geç' diye takılıyormuş ona.”

Berivan'ın kız kardeşi de, “içerde top oynuyorlar” diyor. “Annemin ona aldığı bisküileri bize yolladı.”

Berivan hapiste roman okuyormuş şimdi. Annesi, “Eskiden de girişkendi” diyor. “İsyanbul'da hastaneye gidince doktorla o konuşurdu.”

Berivan'ın kardeşi sıcacık gülümseyip, “Sen Türkçe bilmiyorsun ki” diyor Kürtçe. “Tabii ki konuşacak.”

Ama Berivan, bu güçlü annenin kıymetini biliyor. Kardeşine yazdığı mektuplarda ısrarla, “Sakın annemi üzmeyin” diyor, “sakın ha!” Onu hapisten çıkarmak için didinenlerden birine yazdığı mektubunda da annesinden bahsediyor. “Ben annemin yanında uyuyamayacak mıyım, onu koklayamayacak mıyım. Bıraksınlar aileme gideyim” diyor.

Berivan annesiyle haftada bir gün camın arkasından telefonla konuşuyor. Onu ayda sadece bir gün koklayabiliyor. Şimdi 23 Nisan gününü iple çekiyorlar. O gün aralarında cam olmadan buluşabilecekler.

Batman'da Berivan'ı bekleyenlerden biri de Berivan'ın bir küçük kızkardeşi Dilan. Utangaç bir kız. Bu yıl Lise Bir'e gitmesi gerekirken gidememiş. Ablasının durumu onun hayatını da bambaşka bir yere savurmuş. “İstanbul” sözü geçince gözlerinin içi gülüyor. Berivan'ın en küçük kızkardeşi bana, İstanbul'dayken nasıl Çanakkale'ye, Ankara'ya okul gezisi yaptıklarını anlattı. Küçük oğlan kardeşleri yerde kilimin üzerinde resim yaparken, ben “Ee?!.. ailede çoğunluk burada mı kalmak istiyor, İstanbul'a mı gitmek istiyor” diye soruyorum.

Minderlerin üxerinde otıuran iki kız ve ressam oğlan bana bakıp gülümsüyorlar. Bir tek ufak kız, annesini de takmayıp dobra dobra: “Ben İstanbul'u çok seviyorum” diyor. Anneleri karamsar. İstanbul'da iş bulmanın ne kadar zor olduğunu, Batman'da az da kazanılsa, paranın daha bereketli olduğunu, giderlerin az olduğunu, yaşamanın daha kolay olduğunu söylüyor.

Berivan'ın kuzeni de çok üzgün. “Bize gelirken oldu” diyor, “keşke gelmeseydi.” Berivan'ın haksız yere hapis yattığını en yakın arkadaşlarına bile söyleyememiş. Bu büyük haksızlığın yükü öyle ağır ki, onunla nasıl yaşayacağını bilememiş ve onu yok saymayı seçmiş. Annesi ve babası kızlarını biryere göndermiyorlar. Bu olaydan sonra daha da sıkı ve dikkatli olmuşlar. Evde kız kıza arkadaş toplantıları düzenleyip her hafta birinin evinde toplanıyorlar. Kuzeni o toplantılarda, en yakın arkadaşlarına bile, bir kez bile Berivan'ın durumundan bahsetmemiş.

“Bilmesinler” diyor. “Berivan çıkınca onu grubumuza alıcaz. İsterse o kendi anlatır.” Hayatları ve kısa geçmişleri tertemiz bu kızlar, bu olağanüstü haksızlığı değil hazmetmek, onun kıyısında bile yaşayamıyorlar.

“Öğretmen olursam buradan gideceğim” diyor Berivan'ın kuzeni. “Ama bir köye gideceğim. Orada öğretmenlik yapacağım. Bıuralardan çok uzak olmasın yeter.” Onun annesi çok az Türkçe biliyor. Benimle Türkçe konuşurken hemen Kürtçeye çeviriyor. Berivan'ın kuzeni gözlerini açarak konuşmaya devam ediyor:

“Berivan'ın başına gelenlerden önce, öğretmen olmak hedefini pek ciddiye almazdım. Şimdi çok ciddiyim” diyor. “Öğretmen olacağım ve gideceğim.”

Eğitimli olmanın, özellikle kızlar için ne kadar büyük bir güvence olduğunu, eğitimli kadınlara kötü davranılamadığını düşünüyor. Bunda haksız da sayılmaz.

Kötü anlamda “ünlü” Diyarbakır cezaevi, şehrin tam ortasında. Taksi-sarısı yüksek duvarlarla çevrili. Eski hapishane filmlerindeki gibi yüksek kuleleri var. Kulelerde askerler nöbet tutuyor. Çocuk görüşüne gelenler, hapishanenin yan tarafındaki mavi boyalı bir kapının önünde sıraya giriyorlar. Önünde bekledikleri duvarda üç delik var. Biri kırk santime kırk santimlik mavi çerçeveli bir pencere. Çocuklara harçlık vermek gibi para işlemlerinin yapıldığı delik orası. Onun sağında, mavi çerçeveli daha büyük bir pencere var. Sıraya girenler orada işlemlerini yaptırıyorlar. Oradani, daha sağdaki mavi kapıya geliyorlar. İşte orada, sanki teslim olmuş gibi bir an duruyorlar. Demir kapı yavaş yavaş açılıyor, dev binanın içinde kayboluyorlar.

Göğün kapısı gibi masmavi bir kapı. Sadece içeriye değil, dışarıya da açılıyor.

Pazartesi günü o kapıdan, sakız gibi bembeyaz başörtülü metin bir kadın girdi Diyabakır cezaevine. Kızını görmek, sesini duymak için...

“Berivan nasıl bir kız anlatsana!”

“Ablam şarkı söylemeyi sever. Gezmeyi sever...”

“Elbise bakmayı sever. Çıksın onu Word Center'a götürücem. Ayakkabılara bakıcaz.”

“Parka da götürürüz.”

“Evet gideriz.”

“Daha göremedi parkı. Batman'da bir tur atar mutlaka.”

“Sonra teyzemlere gider, kuzenine.”

Evet.

Berivan, kaldığı yerden hayatına devam edebilmeli.

Hem de en kısa zamanda...

Yani derhal...