Temmuz ayında yeni bir devlet doğuyor: Güney Sudan

9 Temmuz 2011 günü yeni bir devlet ilan edilecek. Şimdiden bir Milli Marşı, bakanları, gizli servisleri, bir de büyük düşmanı var: Taşdevri faşisti İslamcı El Beşir.
Özgür Güney Sudan'ın başkenti Cuba. Nüfusu, 2008 sayımlarına göre, yaklaşık sekiz milyon. Ülke, birbiriyle itilaflı birçok aşiretten oluşuyor. Nilot halkına dahil sayılan Dinka aşireti, en büyük aşiret. Aynı halka dahil Nuer ve Şilluk aşiretleri, diğer önemli halk grupları. Çoğunluğu Müslüman olan kuzey Sudan'a karşın güney Sudan'da çoğunluk Hristiyan. 1960'lı yıllardan beri burada faaliyet gösteren Hristiyan misyonerler, bölge halkının animist/şamanist inançları bırakmasını sağlamış. Son verilere göre halkın yüzde 73'ü okuma-yazma bilmiyor ve açlık sorunuyla boğuşuyor. Yaklaşık dört milyon güney Sudanlı ülke dışında veya kuzey Sudan'da taşıyor. Ülkede yaygın olan dil, Arapça, ama halkın kullandığı asıl diller Nil-Sahra dil grubuna dahil yerel diller.


Bölge 1821'e kadar Osmanlı-Türk idaresinde. Daha sonra Mısır üzerinden İngiltere'nin kontrolüne giriyor. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra 1947'deki Cuba konferansında Kuzey Sudan'ın kontrolünde kalması kararlaştırılıyor, ama bölgenin bir tek temsilcisi bile yok konferansta. 1956'da Sudan bağımsızlığına kavuşunca bölge Sudan'ın bir parçası sayılıyor ve bölgede Sudan'a karşı bir direniş hareketi doğuyor. 1972'de kısa bir süre otonom olan bölge, 1983'de 'Güney Sudan Kurtuluş Ordusu SPLA'nın kontrolü altına giriyor. SPLA, 2005'de Sudan hükümetiyle bir barış anlaşması imzalıyor ve Güney Sudan otonom oluyor.
15 Ocak 2011'de bölgede Birleşmiş Milletler gözetiminde yapılan bir referandumda Güney Sudanlıların yüzde 99'u bağımsızlıkan yana oy kullandı. Şimdi de 9 Temmuz'da bağımsızlık ilan edilecek.
Bu olayın birçok nahoş yanı da var elbette. Başta, yüzde 99 oy her zaman soru işareti uyandırır. Diğer yan, bu ülkenin, olmayan ekonomisiyle bağımsız kalması çok zordur. Asıl sorun, kuzey Sudan'daki katı İslamcı katliamcı rejimin kontrolünden kurtulmaktır elbette. Bölge bu yolla, uluslararası bir koruma kalkanına sahip olmayı hedefliyor.
El Beşir, seçim sonuçlarını ve bağımsızlık kararını kabul etti. (Zaten sadece o konuşup düşünüyor ve karar veriyor. "Kadim" Ortadoğu muhafazakarlığı/firavunluğu böyle!)
Kuzey ile Güney Sudan arasındaki çatışmalar, Güney Afrika'nın arabuluculuğu sayesinde 21 Haziran 2011'de yani geçen hafta salı günü sona erdi. İki ülke arasında askerden arındırılmış bir bölge bulunacak.
Güney Sudan'ın bağımsızlığını elde edebilmesinin altında, elbette petrol rezervleri yatıyor. Bu rezervler artık ülke halkına da yarar sağlayarak üretilebilecek. Eskiden kuzey Sudan rejimi bu gelirlere el koyuyordu. Güney Sudan, tüm Sudan'daki petrolün yüzde 80'ine sahip. Umarız buranın yolsuz eliti, hiç olmazsa İslamcıları taklit edip birkaç yol yapar ülkeye -zira kuzeyle güney arasındaki tek ulaşım, bilmemkaçbin yıldan beri olduğu gibi sadece su yoluyla, yani Nil nehri üzerinden yapılıyor.
Sudan, eskiden firavunların köle deposuymuş. Sudandaki El Beşir rejimi için de Güney Sudan, etinden sütünden petrolünden yararlanılan bir tür köle ülkeydi. Şimdi kölelik tarihi, burada son ermiş görünüyor -şimdilik! Yeni "elitler" halka nasıl davranacak, onu göreceğiz.

Kızıl Khmer davası ve "ideolojik düşünce biçimi"nin vahşeti

Bu hafta başında Kamboçya'nın başkenti Pnom Penh'de, tarihin en zalim rejimlerinden biri olan Kızıl Khmerlerin davası başladı. Birleşmiş Milletler (BM), davanın bağımsız olabilmesi için her türlü yardımı sağladı. BM nezdinde 1990'lı yıllardan beri bir dava açılmaya çalışılıyordu ve bu girişim, 2003 yılında somutlaşmıştı.
1975'den 1979'a kadar süren Kızıl Kmer rejiminin yaşayan en önemli dört önderi mahkeme önünde. Eski Maocuların hatırlayacağı, bir zamanların önemli isimleri bunlar: Kızıl Khmerlerin Cumhurbaşkanı Khieu Samphan, Dışişleri Bakanı Ieng Sary, İdeoloğu Nuon Chea veIeng Sary'nin karısı sosyal işler bakanı Ieng Thirit.
Bir hükümet düşünün ki, kendi ülkesinde illegal.
Yani muhalefette falan değil, ülke işgal altında değil, ama buna rağmen illegal!.. Yani bir hükümet var, ülkeyi yönetiyor, ama başbakanın adı "gizli!"
Bugün lanetli adını artık herkesin bildiği Pol Pot, Kızıl Khmerler iktidara geldikten bir yıl sonra halka, "Ben başbakanınızım" diyor ve kendini, "kauçuk plantajlarında çalışan bir işçi" olarak tanıtıyor. Koca bir ülkeyi toplama kampına dönüştüren ve "Burjuva" saydığı enlelektüellerin/eğitimlilerin tamamını öldüren ve "belki onlar da entelektüeldir" diyerek gözlüklüleri de öldüren, hem de öldürdüklerinin karılarını ve çocuklarını da öldürten aşağılık insan müsveddesi. Kızıl Khmerler, sekiz milyon nüfuslu Kamboçya (Khmer) halkının iki milyonunun ölümünden sorumlular.

Kamboçyalılar, hakkında iki satırdan başka bilgi bulunmayan Pol Pot'un gerçekte kim olduğunu, ancak o devrildikten sonra öğrendiler. Fransa'da eğitim görmüş, daha 1950'lerde Solcu, kendi kafasına göre kurduğu "Tarım komünizmi" ile her dört Kamboçyalıdan birinin kanına giren Başbakan, devlet jargonundaki adıyla "Yoldaş 1 Numara".
Pol Pot, 1998'de kendi adamları tarafından öldürüldü. Oldukça vahşice öldürülmüş olmalı, çünkü otopsiye ve cesedinin görülmesine izin verilmedi. Ama Kamboçya'daki ölçülerde inanılmaz vahşet uygulamış bir parti kadrosunun 21'inci yüzyıla kadar Kamboçya Cangılında yaşayabilmesi -işte asıl inanılmaz olan da bu.
Kızıl Kmer ve rejiminin şimdi yargılanan önderlerinden Iang Sary, bence en önemli yaşayan Kızıl Khmer üyesidir, çünkü Kamboçya Vietnam tarafından işgal edildikten sonra bile, Kamboçya'nın Birleşmiş Milletler'deki koltuğunu (1991 yılına kadar) belirlemiş ve Kızıl Khmerlerin dünya tarafından tanınmaya devam edilmesini sağlamıştır...
Maoist örgütlerden sayılan Kızıl Khmer özelinde, ideoloji denen şeyin nelere kadir olduğunu hatırlamak ve bu bağlamda örgüt hakkında pek bilinmeyen bazı ayrıntılara değinmek gerekiyor.
İdeolojinin ne olduğunu, insanları nasıl kısıtladığını, modern zamanlara has bir tür düşünce bozukluğu olarak, kapitalizmin belli bir dönemine tekabül ettiğini ve bu dönemin popüler "düşünme" biçimi olduğunu, ama günümüzde önemli ölçüde miyadını doldurduğunu anlatmıştık. (Bkz. Bu blogdaki ideoloji ile ilgili yazılar)
Kızıl Khmerler davası, eskiden Sol sayılan düşüncelerin (ezilenlerden ve mazlumlardan yana olmak, eşitlikçi ve özgürlükçü olmak vs.) günümüzde yeniden yükseldiği bir döneme denk gelmesi bakımından ibretlik bir konuyu/düşünceyi yeniden gündeme getirip hatırlatmamızı gerekiyor, o da şudur:

"Tanrı dünyayı, insan üzerinde tepinsin diye yaratmış, ona vermiştir. Bu "Eşref-i mahlukat", dünyanın efendisidir. Öyleyse bu dünyayı ister sever, ister yakar, ister dibine dinamit kor patlatır..."
Kutsal kitaplara da dayandırılan (kutsal kitapların bilinçli bir şekilde yanlış yorumlanmasına dayanan ve insanın düşüncesindeki görsel-sözel dengenin bozulmasıyla ilgili eski Grek kökenli) bu "kadim" (kurnaz) barbar zihniyetin, bugünkü modern versiyonlarından biri de -bir uç örnek olarak- Kızıl Khmer ideolojisi ve "pratiği"dir. (Bu blogun ilgi alanına girmesi de bu nedenledir) Parolası, "ben yaptım oldu"dur. Eh insan müsveddesi bazı mahlukat, kendi kendini kafadan "eşref" sayıp, eşrefliğini de sadece kutsal kitap okumaya (veya Mao'nun temel eserlerini okumaya) dayandırınca, kendi kafasına göre kendine yeni bir toplum kurma cüretine de sahip olabiliyor. Bu kafaya "ideolojik kafa", bu cürete de "ideoloji" diyoruz. Bu kafayla, ister "İslam İmparatorluğu" kurmaya kalkın, ister "Komünizm", sonuç değişmez, aynı şeyin suyudur... Bu yazı da bunun nedenini anlatmak için yazılmış blog yazılarından biridir.
(Başkaları Süpermen, Teksas-Tommiks okuyor, ama kamu malını çalmıyor, kul hakkı yemiyor. Onlar da diğer dindar hırsızlar kadar eşreflikle müşerref olabilirler mi hocam?! Yoksa eşreflik, sadece kutsal kitap okuyanların monopolünde tescilli bir mal mıdır?!)
Bu zihniyet, işi ileri götürüp bu dünyanın/mülkün kendine ait olduğu fikrinden, tamamen kendi kafasına göre tasarladığı bir toplum kurmak "fikrine" kadar (ileri!) gitmiştir.
İdealistlikle bu (ideolojik) zihniyet arasındaki farka çok dikkat etmek gerekiyor. Aradaki fark, (kutsallık da içeren) insan doğasını gözetmek veya gözetmemekle ilgilidir.
İnsan doğasına uygunluk, bu konularda temel kıstastır ve bu kıstasın adı kısaca 'Özgürlük'tür.
(Kızıl Khmerler, ileride daha çok konuşacağımız özgürlük konusunu anlatmak bakımından da önem taşıyor.)
Gerçi bu grup hakkında araştırmalar/incelemeler de bulunmaktadır ama, ben bu kaynaklara girmeden kendi öznel düşüncelerimi yazmak istiyorum.
Bu grup, bir avuç megaloman psikopat tipin, kendilerine taraftar yaratmak için zamanın ideolojilerini kullanmaları sonucu oluşmuş bir tür "yaptım oldu" grubu gibi duruyor. Başa geldikleri zaman, Mao'nun "Kültür Devrimi" zamanı (tam bir barbarlık örneğidir). Ama bu tiplerin iktidar olmalarının sorumlusu ABD'dir.
Vietnam savaşı sırasında Vietkong, kontrolü imkansız cangıl'dan Kamboçya'ya giriyor ve bu yolla Amerikan kuvvetlerinin arkasına sızabiliyordu. 'Ho Amca'nın (Ho Chi Minh) gerillaları "Ho Chi Minh güzergahı" diye adlandırdıkları bu yolla direnişe hem lojistik destek sağlıyor hem de sürpriz saldırılar örgütleyebiliyorlardı. Vietkong'un bu güzergahını kesebilmek için Nixon-Kissinger ikilisi bir fırsat kolladılar. Kamboçya kralı Norodom Sihanuk bir dış gezideyken askeri darbe oldu ve Amerika'ya sadık Lon Nol adlı general, iktidarı ele geçirdi. Amerikan CocaCola temsilcilerinden daha Amerikancı Lon Nol.
İşte asıl lanet bundan sonra başladı denebilir, çünkü Amerikan hoyratlığı yanında eski Fransa işgali, pazar pikniği kadar "sakin" kalmış olmalı. Amerikan hedeflerine Kamboçya da dahil oldu ve Amerikalıların Vietkong'u vurmak için (ve Kamboçya'daki direnişi kırmak için) attıkları bombanın miktarı, İkinci Dünya Savaşında Japonya'ya yağdırdıkları bombaların toplamından daha fazla. İkiyüz bin sivil bu bombardımanlarda öldü. (1968-1973 döneminde Kamboçya'ya Amerikan B 52 bombardıman uçaklarından, 700 bin ton bomba atılmış)

Pol Pot ve adamları tarafından kurulup, ülkeninin batısındaki cangılda üslenen gerilla örgütü, Amerikancı Lon Nol'a karşı sıkı ve haklı bir savaş yürütüp, onu başkente hapsetti. Nihayet 1975'de gerillalar başkent Pnom Penh'e girdiler.
Bu garip örgütün bence dikkat çekici özelliklerinin başında, (ilk aklıma gelenler) mesela örgütün bir adının olmaması... Onlara 'Kızıl Khmerler' adını, devlet başkanı ilan ettikleri Prens Sihanuk takmıştır. Bu ada itiraz etmeyip kullanmışlardır (Grubun en önemli iki adamı Pol Pot ve Khieu Samphan, Paris'ten tanışan Frankofil iki Solcu olduklarından, bu lafın Fransızcası daha çok kullanılmıştır: "Khmer Rouge").
Bu devletin/örgütün bir bayrağı yoktur!
Amerikancılara karşı mücadele sürerken bir öğrenci grubunun kendisi için yaptığı bayraktır. Öğrencilerin eylem yapmak için bastıkları bir radyo istasyonunda salladıkları bayrak, sonra ülkenin bayrağı olmuştur: Kırmızı zemin üzerinde sarı Angkor Wat silüeti. Oysa bayrak, Kızıl Khmer'in olmayan ruhuna aykırıdır. (Angkor Wat, dünyanın en büyük mabedler kompleksidir, Mabetşehridir. İkiyüz kilometrekare üzerine kurulmuştur ve burada 9. Yüzyıl ile 15. Yüzyıl arasında, kendini sadece inanca/meditasyona adamış ilginç bir uygarlık yaşamıştır. Geride yazılı tek satır kitap bırakmadan kaybolan Angkor Wat uygarlığının bu devasa şehrinde birkaç milyon insan yaşadığı sanılıyor. Ayrı bir yazı konusudur). Bu bayrağın acı yanı şudur: Kızıl Kmer Kamboçyası, inancın her türünün yasaklandığı dünyanın ikinci ülkesidir (ilki Enver Hoca Arnavutluğu). Pol Pot hükümeti, ülkede bulunan yüzlerce Buddha (Burhan) mabedini, kiliseyi ve camiyi yıkmıştır ve dini/etnik azınlıkları son kişisine kadar yoketmiştir (mesela etnik Vietnamlıları).
İllegal takılan Kamboçya Başbakanı, iktidara geldikten bir yıl sonra "ben başbakanınızım" diye piyasaya çıktıktan sonraki hali de bir acaiptir. Bu "devrümcü yoldaş"ın "devrüm" konusunda yazdığı tek satır yazı, yazdırdığı tek kitap veya broşür bulunmamaktadır! Sadece parti kadrolarının kafalarını tornalamak için yazılan, partililerin okuyup ezberlediği ve sonra satır satır alıntıladığı "Temel Eserler" veya "Toplu Eserler" falan gibi şeyler yoktur Kamboçya'da... Kendi "kutsal" kitaplarını yazmaya pek meraklı sosyalist "önderler"den farklı olarak Pol Pot sade "eylemciliği" seçmiştir ve ilk emrini, Kralı içeri tıktıktan sonra halkına vermiştir:
"Şehirler boşaltılacak, 48 saat içinde boşalt!.."
Emrine uymayanlar derhal öldürülmüştür. Bu aşağılık adamın diğer hasta tarafı, çocuklara karşı en ufak bir sevgi ve acıma duygusu taşımamasıdır. Pnom Penh'i aldığında dünya gazetecilerinin en çok şaşırdığı şey, gerillaların bir çoğunun çocuk olmasıydı. Savaşta öksüz/yetim kalmış kimsesiz çocuklara güya "babalık" yaparak onları profesyonel katiller haline getirmek "fikri"nin mucidi Kızıl Khmerler ve Pol Pot'tur. Aynı şekilde Pol Pot, gözünden düşen (mesela Avrupa'dan gelip devrimci saflara katılan) entelektüel özellikli kişilerin öldürülmesini istedi mi, mutlaka onların eşlerinin ve çocuklarının da öldürülmesini istiyordu, bunu bir kural haline getirmiştir. Angkor Wat gibi, Dünyanın en büyük ruhani merkezinin üzerine böyle bir cehennem kurmak fikri, tamamen Pol Pot'a ve şu anda yargılanmakta olan yardımcılarına aittir...
Pol Pot'un, kendi tasarladığı "Tarım Komünizmi" fikrine göre Lon Nol rejimi, şehirler ve kırlar arasındaki uçurumu, halkın satın alınabilir hale getirmek için kullanmıştır, o halde şehirlerle kırlar arasındaki fark kaldırılmalıdır...
Nası' yani?!..
Herkesi köylü yapalım!..
Böylece herkes, şehirleri boşaltıp kırlara doğru (bu kırlar oralarda çok ormanlık!) yürümeye başlamıştır!..
Bölgenin coğrafi koşulları, böyle hazırlıksız ani nüfus hareketlerine uygun olmadığından, haftalar süren bu yürüyüşler sırasında, başta yaşlılar ve çocuklar olmak üzere yüzbinlerce insan ölmüştür. Pol Pot, kendine muhalif olabilecekleri "düşüncesiyle", ülkenin sadece entelektüellerini değil, nitelikli/eğitimli (ve gözlüklü) tüm bireylerini öldürtmüş. O katliamdan sonra koskoca ülkede sadece 5000 doktorun kaldığı bugün biliniyor. İnsanların bir çoğu, en sıradan sağlık hizmetlerinin bile olmaması nedeniyle ölmüş.
Kızıl Khmer rejimi, parayı kaldırıyor ve parayla birlikte ülkedeki bütün kitapları da yakıp yok ediyor (ve yerine hiçbirşey koymuyor). Halkı günde en az 12 saat pirinç tarlalarında çalıştırarak tarımsal üretimi üçe katlamayı planlayan (Solcular bu iş/işçi fetişizmine ve insanları it gibi çalıştırmaya pek meraklı olurlar) ve bu uğurda halkının dörtte birini kurban veren Pol Pot, koyduğu o "büyük" hedefe bir de ulaşamamış mı sana?!.. (Sosyalistler için "üretim" neden bu kadar önemlidir -bilinmez!) Yani bu odun kafalı adamlar, atalarından en ufak birşey öğrenmedikleri için, Kamboçya'nın en az bin yıllık uygarlık deneyimini tamamen küçümsedikleri için ve kendilerinin her bir haltı daha iyi bildiğini düşündükleri için, bu "Tarım Komünizmi" işini de bir halt sanmışlardır.
İnsan doğasına tamamen aykırı bu ruhsuz saf sosyal mühendislik rejimi sonucu tarımın altyapısı çökünce olan: Açlıktır. (Aynısı Çin'de olmuştu, oradan da öğrenmemişler)
Pol Pot, eğitimli kesimleri yokederken, "Burjuvaziyi yokediyorum" diyordu.
Nihayet 25 Aralık 1978'de Vietnam, bu vahşete bir son vermek, yokedilen Kamboçyalı Vietnam kökenlilerin hesabını sormak ve tabii ülkeyi ele geçirip Vietnam'ı büyütmek amacıyla Kamboçya'yı işgal etti. Heng Samrin adında bir Vietnamcı Kamboçyalının kurduğu hükümetle birlikte üç gün sonra, "Kamboçya Halkcumhuriyeti" devleti ilan edildi. Pol Pot'un Kızıl Khmerleri, ülkenin batısındaki ve kuzeyindeki balta girmemiş ormanlara/cangıla çekildi ve bir gerilla savaşı başlattı. Bu sırada ülkede yaşayanlar, işgali fırsat bilip komşu ülke Tayland'a kaçmaya başladılar. Bu arada Kızıl Khmer rejiminin tüm pislikleri ve Pnom Penh'teki sistemli işkence hapishaneleri falan da ortaya çıktı. Ülkede tam bir cehennem kurmuşlardı. (Başkentteki 21 Numaralı Hapishane, "Duch" kod adlı işkencehaneler müdürü tarafından işletiliyordu. Kendisi, Paris eğitimli bir zebanidir ve hapishanedeki 30 bin kişinin birçoğunu bizzat kendisi işkenceyle öldürmüştür.)

Kızıl Khmer, Sovyetler Birliği'nin çöküşüne kadar Vietnamlılara karşı düzenli bir gerilla savaşı yürütmekle birlikte, daha sonra çökme belirtileri gösterdi. Ama o haliyle bile 1994'te ormanda bir toplama kampı kurmuştur ve binlerce sivili kamplarda yaşamaya zorlamıştır -aklı sıra kendi korkunç rejiminin sürdüğünü göstermek istemiştir. Gaddarlığıyla ünlü Kızıl Khmer başkomıtanı Ma Tok, 1997'de Pol Pot'u devirerek, yeni "Yoldaş 1 Numara" olduğunu ilan etmiştir. Bir yıl sonra, yanına işkenceci "Duch"u da alarak dört kişi Tayland'a gitmiş oradaki yerel makamlara teslim olmuştur. Pol Pot, 1998 Nisanında öldürüldü. Ölümüne kanıt olarak Kızıl Khmer tarafından çekilmiş, kanlı bir tek fotorafı gösterildi.
25 Aralık 1998'de, Kızıl Khmer rejiminin Cumhurbaşkanı Khieu Samphan ve örgütün baş ideologu Nuon Chea, Ma Tok'un halefi iki yüksek Kızıl Khmer fonksiyoneriyle birlikte ("2 Numaralı kardeş" ve "3 Numaralı Kardeş") Kamboçya makamlarına teslim oldular.
"Olağanüstü Kamboçya Mahkemesi" adını taşıyan mahkeme, "Duch"u 35 yıl ağır hapise kahkum etti. Bu cezanın nedeni, itiraflarda bulunması. Tutukluların hepsi yetmişli-seksenli yaşlardaki adamlar ve birçoğu vücuduna dövmeler yaptırmış...
Burhan inancına göre bu şekilde bir sonraki hayatlarında daha az acı çekmeyi umuyorlar. Tabii dünyaya birer sıçan olarak gelme ihtimalleri bile var. O zaman -bilinci/bedeni fena halde kısıtlanmış bir varlık olarak doğmaları bile onlara işkence anlamına gelecek inançlarına göre...
Birçok Kızıl Khmer yöneticisi, halkın içine karışıp yaşamını sürdürmüş. Galiba ilginç olaylardan biri de Himmler'in Güney-Doğu Asya versiyonu işkenceci "Yoldaş Duch"un 1991'de Kamboçya'ya dönmesi, 1995'de Hristiyan olması ve günahlarından arınmak için de 1997'den sonra, yoğun bir şekilde Hristiyan misyonerliği yapmasıdır. Duch, Evangelist-metodist kilise için misyonerlik yapmıştır! Galiba en ilginci, Kızıl Khmerlerin bugün de gizli bir örgüt olarak varlığını sürdürmesidir. Ama Kamboçya hükümeti ve devletini tehdit edecek bir güce sahip değillier -ideolojiler devri kapandı. İnsanların düşünce ve vicdan özgürlüklerine ters bir şey olan "ideolojik düşünce biçimi" devri sona erdi. Artık "Tarım Komünizmi" için de "İslam İmparatorluğu" için de, "Yoldaş 1 Numara"lara biat edecek gönüllü köleler bulmak zor.




Peter Falk'ın ölümü ve Komiser Columbo

"Noch eine letzte Frage Sir!"
Onu ben bu soruyla hatırlıyorum. "Son bir sorum daha olacak Efendim" deyip, en önemli sorusunu kapıdan çıkıp giderken ayaküstü soran ve ucube Columbo yaratığından kurtulduğuna sevinmek üzere olan katilin verdiği falso ile cinayetleri çözen itici ama sevimli sivil komiser...
İzlemeye değerdi. Komiser Columbo'nun ön adını bilmiyoruz. Ben o ismin herhangi bir dizide telaffuz edildiğini de duymadım. Bu kriminal dizi klasiğine can veren Peter Falk ise, neredeyse sadece "Columbo" olarak tanınan dahiyene oyuncu. 1927'de New York'ta doğan ve İtalyan asıllı denmesine rağmen aslında Doğu Avrupalı. Babası Polonyalı, annesi Rus. Daha üç yaşındayken, kanser tümörü nedeniyle bir gözünü kaybetmesine rağmen bu kadar başarılı bir aktör olmasına bakarak, "aktörlük onun mayasında var" diyebiliriz. Hiç görmediğimiz ama her dizide hakkında birkaç anektod dinlediğimiz karısı ve bilinmeyen ön adıyla Columbo, televizyon tarihinin en önemli figürlerinden biri olmayı başarmıştır. Peter Falk'ın ilk önemli sinema deneyiminin 1961'da Frank Capra'nın yönettiği "Pocketful of Miracles" olduğunu söylerler. Ben, onun Columbo öncesi hayatının sinama dışındaki kısmının daha ilginç olduğunu düşünüyorum. Falk, Amerikan Deniz Kuvvetlerine başvurup denizci olmak istiyor, gözü nedeniyle almıyorlar. Derken ahçı oluyor ve iyi br eğitim almanın en iyi çözüm olacağunu düşünerek erebiyat ve siyaset bilimleri eğitimi alıyor. 1953'de CIA ajanı olmak istiyor, ama bu kurum onu -McCarty dönemi tabii- sırf bir zamanlar Avrupa'da "Komünist bir ülkede" bulunduğu gerekçesiyle reddediyor. Bir muhasebecinin yanında çalışıyor ve bütün bu süre boyunca amatör tiyatro çalışmalarını sürdürüyor. Peter Falk 1960'da uzatmalı sevgilisi piyanist Alce Mayo ile evlendikten sonra üne kavuşuyor. Tabii mütevazi bir ün.
Ben onu en son, 1965'de çevrilen ve benim en sevdiğim filmlerden biri olan Blake Edwards'ın "The Great Race"de gördüm. Beşiktaş'ta tüm dünya sinema tarihinin filmlerini bulup bize "servis" eden dostlarım sayesinde, Tony Curtis ve Jack Lemmon'u (Billy Wilder'in "Bazıları sıcak sever" filminden sonra) yeniden bir araya getiren bu filmde Peter Falk, komik kötü adam Jack Lemmon'ın çömezi rolündedir ve adı da Maximillian 'Max' Meen'dir! O dönemde bir taraftan da amatör tiyatroculuğu sektirmeden sürdüren Falk, 1965'de kısmen bizzat finanse ettiği bir televizyon dizisinde oynuyor ama bu hukuk/avukat dizisi tutmuyor.
Ve 1968'de ilk kez Columbo rolüyle tek bir televizyon filminde oynuyor. Filmin adı "Lieutenant". Bu film çok tutunca, 1971'de Columbo dizisinin çekimleri başlıyor. Columbo rolü kısa sürede üzerine yapışıyor ve Falk başlangıçta bu durumdan menun değil. Birkaç filmde yan roller oynuyor. Bu filmlerin hiçbiri sıradışı değil. Sonunda Columbo ile özdeşleşmeyi kabul ettiği anlaşılan Peter Falk, Amerikan NBC televizyonuyla bir anlaşma yapıyor ve 1978'e kadar yılda altı Columbo filmi çeviriyor.
Eski pardösüsü (trençkot) ve Peugeut marka dökük arabası, purosu ve salaş haliyle Peter Falk, hiç de kolay bir aktör değil. Anlatıldığına göre senaryoyu değiştirmekten tutun da bazı dizileri yeniden yazmak/çekmek olayına kadar her şeye karışmış. Aktör, bu rolüyle iki kere Emmy ödülü almış. Columbo, sinemada şansını yeniden deneyip Wim Wenders'le bir film çevirip hoşnut kalmayınca 1987'de Peter Falk'lıktan istifa edip, hayatını Columbo olarak sürdürme kararı almış ve 2003'e kadar Columbo olarak yaşamıştır.
Şimdi gelelim, asıl stara...
Columbo öykülerini Peter Palk için yazan Steven Bochco, bugün gene en başarılı televizyon dizilerinin yazarı olarak New York'ta yaşamaktadır. İlk kez 1960'da görünen Columbo figürünü Thomas Mitchell oynamıştı. Columbo rolü aslında Bing Crosby için yazılmış ama Crosby reddedince, Peter Falk rolü kapmış.
Columbo dizisi sadece harika bir eğlencelik olmanın ötesinde, polis ve hukuk çevrelerinde yer bulan bir kavramın da babası. "Columbo efekti" denen bu olayda sorguyu yapan kişi dikkatsiz, sllapati ve bilgisiz görünür.
Peter Falk, 2007'den beri Alzheimer hastasıydı. 2009 yılından itibaren artık kendini kontrol edebilecek durumda değildi. 2009 yılında yeniden basına malzeme oldu. Karısının onun adına karar verme yetkisine sahip olduğu, bir mahkemenin bu yönde karar verdiği yazıldı.
Peter Falk, 23 Hairan 2011 günü gecesi, hayatının bundan sonraki kısmını ekranlardaki Komiser Columbo olarak sürdürmeye karar vererek aramızdan ayrıldı!

Unutulan idealizm ve 'Asil Ruhlu Adamlar/Kadınlar' olmak (1)














"Bu dünyanın ne olduğunu anlamak için en azından bir kez "ölmek" gerekir. Bu bir yasa olduğu için, en iyisi genç ölmektir -ki yeniden dirildiğinizde önünüzde, dirilip yaşayacağınız zamanınız olsun."
Giorgio Bassani adında bir yazar söylemiş bunu. -İyi söylemiş.
Asil ruhlu insan olmak demek, orijinalliği ve yüksek kültürü, toplumsal angajmana sahip mücadeleci bir ruhla birleştirmek demekti... Geçtiğimiz 20'inci yüzyılda kaldığı anlaşılan bu ideali kendine şiar edinenlerin, esasen onların büyük düşünürler olarak ortaya çıktıklarını ve ölümsüzleştiklerini görürsünüz. Sadece parası/rahatı peşinde koşan piyasa adamı/kadını olarak yücelmek, ölümsüzleşmek, mümkün değildir. 1990'lardaki 'Aydın ihaneti'nin boyutları, dünyada da yeniden konuşuluyor. Bu ihaneti artık aşmanın ve yeni destanlar yazmanın zamanı...
Günümüzün çok yönlü ve çok boyutlu sosyal, ekonomik, kültürel, siyasi (vd.) sorunları ortadayken, herşeyi tersyüz edip keyfine bakan medyatik entelimtrak enterteyner tipi ile gidilecek bir yol kalmamıştır. Beyaz atlarına binip bu dünyadan gitmiş olan asil ruhları uyandırmanın, onları yeniden dünyaya çağırmanın vakti... Onların yolu, aynı zamanda ölümsüzlüğün de yoludur.
Hangi değerlere geri dönmek ve onlarda ısrarcı olmak gerekiyor?
Bunların başında, tek tek bireyleri ilgilendiren cinsinden insan haysiyeti, dürüstlük, özgürlük vs. gelmiyor. -Yüce idealleri yükseltmek ve onlar için mücadele etmek düşüncesi geliyor. Bu idealler sadece yeni bir düzen kurmakla özetlenebilecek sosyal hedefler değildir, çok daha geniş kapsamlı yenilikler olacaktır elbette. Tek amacı lüks bir tüketici olmaktan öte asil bir hayat var... 
Ve bunun, Petrus'la kıyaslanamayacak kadar büyük bir yüce lezzete/hazza sahip olduğunu anlamak, öğrenmek, öğretmek ve o yüce hayatın dünyasını kurmak gerekiyor... 
Kendimiz ve çocuklarımız için...

(devam edecek)

Sistemin cinsiyeti ve kadınsı değerlerin önemi hakkında

Kadınsı değerlerin önem kazanması ve gelecekte daha büyük anlam taşıyacak olmasının sistemle ilişkisini göstermek son dece önemlidir. Gelecekte kadınsı değerler neden yükselecektir ve nedir bu kadınsı değerler.
En başta anlaşılması gereken, kendi erkekliğiyle sorunlu bazı tiplerin yanlış anladığı üzere dünyanın dişi/anaerkil bir yer olmasından bahsetmiyoruz burada. Dünya, bazı bakımlardan fazla erkek/ataerkil (gerçi bundan elli yıl öncesine nazaran daha anaerkil olmuştur) ve daha dengeli bir yer olabilmesi için daha dişi bir yer olmak istikametinde ilerlemektedir ve bundan daha doğal, daha doğru birşey olamaz.
Kapitalist sistem ilk haliyle çok ataerkil bir sistemdi. Bunu, duygulara ve gönül faktörüne metelik vermeyip mantığa ve soğuk paraya değer vermesinden anlıyoruz. Roswita Scholz'un deyimiyle kapitalizmin cinsiyeti erkektir. Bu düzendeki "değerler ayrılığı" (hatta yarılması) da bunu çok net bir şekilde gösterir. İş'ten sayılmayan "ev işleri", çocuklara bakmak ve onları yetiştirmek, yemek yapmak gibi işler ve türevleri -yani bugün hayat kalitesiyle doğrudan ilintili sayılmaya başlanan hakiki işler- dişi/anaerkil işlerdir. Kapitalizmin, parayla ölçülemeyeb işler ve konularda (analık gibi, sevgi gibi. Duygu gibi vs.) ne kadar aciz olduğunu ve böyle sahici hayatı kategorize edemeyip denklem dışı bıraktığını biliyoruz. Şimdi kadınlardan, onların güçlü olduğu faktörleri öğnmenin vakti. Bu faktörler bilinen, ama topluma asla "yakıştırılamayan", çünkü bir tür zayıflık sayılan yanlar; mesela duygusallık (sevecenlik/empati), sezgilere önem vermek, korumacılık/analık (özellikle mazlumları ve tabii çocukları), dış görünüme önem vermek (bu faktör kadınlar sayesinde zaten sağlam kökler salmıştır) ve elbette kültür/sanat konusunun çok daha büyük önem kazanması, dayanışmacı akıl ve ekonomi...
Sanal finans kapital merkezli global sistemin dönüşmesi -şekilde görüldüğü gibi- kuru sosyoekonomi veya tartışma/laf malzemesinin çok ötesinde bir durumdur ve asıl hedefi insanın eski dengesine yeniden kavuşması ve bu yoldan kendi içinde kalıcı bir iç huzurunu inşa etmesidir. Bunun için, hem kadın-erkek yanların dengesini sağlamak, hem de düşüncenin iki temel biçiminin (sezgisel/görsel-sözel/rasyonel) dengesini sağlamak, bu büyük prosesin iki -görünür- önemli bileşenidir. Kadın faktörü (aslında evrimci bir faktör olmasına rağmen) bu nedenle devrimci bir özellik taşımaktadır.

Suriyeli yazar Nihat Siris: "Suriye bir daha asla eskisi gibi olmayacak"

Eskiden Suriye'li muhaliflerle konuşmak için, yurtdışında yaşayan Suriyelilerle konuşmak gekirdi. Bu da değişmiş görünüyor. Muhalifler artık Suriye'de, Halep'te dünya basınına konuşuyorlar. Onlardan biri de romancı ve senarist Nihat Siris. Bir İsviçre gazetesiyle yaptığı uzun mülakatta şunları söylüyor:

"İnsanlar kendi kaderlerini kendi ellerine aldılar, hem de öldürülme tehlikesine rağmen. Devlet aygıtı halkı korkutmaya çalışıyor, ama korku artık işlemiyor."
Esad'dan bahsederken söyledikleri çok tanıdık. "Tebasını çocuk yerine koyan, bir baba, onların iyiliğini isteyen bir bilge! Onun gözünde halk, onu sevmesi ve övmesi gereken bir kitle. Bu kitle içinde tek tek bireylerin kişiliği eriyip kayboluyor. Ona, halkın onu sevdiği söyleniyor, ama o kitle olmaksızın o bir hiç."
Gazetenin dikkat çektiği üzere, daha bir ay öncasine kadar jim kendi kendini kutlamak için büyük gösteriler düzenleyebiliyordu (Bkz. Neue Zürcher Zeitung, 24.05.11). Bu şemanın tamamen bozulduğuna, "Önder ve Tebaası" görüntüsünün ortadan kalktığına değinen yazar, insanların bu şablonu kırıp, "Önder"in karaktersiz tebaası olmadıklarını gösterdiklerini söylüyor. Bu, aynı zamanda bu dönemin temel trendine işaret etmesi bakımından da önemli bir tesbit. Kendine her şartta biat eden uysal ve aptal "Tebaa" yaratmaya çalışan "ataerkil tek önder" anlayışı dünyadan tasfiye ediliyor.
Yazar, Mısır'da serbest bir ortamda internetin de yardımıyla canlı bir entelektüel hayatın doğduğunu, bunun da devrim ortamını oluşturduğunu, ama Suriye'deki sıkı istihbarat örgütlenmesinin benzeri bir uyanmayı engellediğini söylüyor. Suriyeliler de kitaplarını Lübnan'da bastırmışlar. Tabii o kitaplar bir şekilde Suriyeli okura ulaşmış.
Şimdi yaşananları bir ayaklanma değil 'Devrim' olarak adlandıran yazar, güvenlik güçlerinin göstericilerle artık başa çıkamadığını söylüyor. Peki neden? Bir tarafta silahlı külahlı tanklı toplu askeri güçler, diğer tarfta sokağa çıkıp 'Özgürlük' diye bağıran ve hemen kaybolan gençler var. Onların silahsız gücü nereden geliyor?
İradelerinden ve kararlılıklarından...
Esad'ın ve ordusunun bu kedi-fare oyununu sürdürebilmesi ve itaati reddden bir halkın başında kalması mümkün değil.
Özgürlük her yerde kazanacak, despotlar ve despot özentileri kaybedecek...
Testi kırıldı su aktı. O suyu o testiye geri döndürmek artık mümkün değil. İran'ından Türkiye'sinden İsrail'ine, hatta ABD'sine ve Rusya'sına kadar bölgeyle ilgili bütün ülkelerin "mânâlı" suskunluğuna ve Esad'a açtıkları gizli kredilere rağmen, Suriye devrimini geri çevirmek, Esad rejimini sürdürmek artık mümkün değil.
(Kemerlerinizi bağlayın!)

İran'ın atom denemesi haberi ve Rusya'daki kuşkulu uçak kazası

Perşembe günü, İsrail'de yayımlanan Haaretz gazetesi, Rusya'da 21 Haziran salı günü düşen Tupolev-134'e dikkat çekti. Düşen uçakta ölen 40 kişiden beşi, İran'ın Buşehr şehrindeki atom reaktöründe çalışan kilit bilim adamları (tıklayınız)
İran, yıllardır ısrarla, atom silahları yapmadığını, barışçı atom enerjisine sahip olmak istediğini söylüyor. İran'ın atom silahlarına sahip olması, Ortadoğu'daki dengeleri tamamen değiştirebilecek kadar önemli. Haziran ayının ikinci yarısında İran Devrim Muhafızlarının (Sepāh-e Pāsdārān-e Enghelāb-e Eslāmi) Farsça haber bülteninde, yeraltında bir atom bombası denemesi yapılacağı haberinin yer aldığı iddia ediliyor. Bu haber tekzip edilmedi. Tam da bu bilgilerin geldiği günlerde, memleket iznine giden Rus atom uzmanlarının uçağının düşüp aynı anda ölmeleri dikkat çekici. Moskova, bazılarının adlarını gizli tuttuğu bilim adamlarının Rusya için büyük kayıp olduğunu açıkladı. 
Diğer dikkat çekici olay, uçağın düştüğü günün ardından Ahmedinecad'ın "Atom silahları yapmaktan artık korkmuyoruz" demesi. 
Türkiye'de seçimlerin yapıldığı 12 Haziran günü ise, füze savunma sistemiyle donatılmış Amerikan savaş gemisi "Monterey", (Montrö anlaşmasına aykırı olarak) Türk Boğazlarından geçerek Karadeniz'e açıldı. Rus Dışişleri Bakanlığı bunu protesto etti (ama konu hakkında tek bir Türk gazetesi tek satır bile yazmadı). Ukrayna ile ortak askeri tatbikat, bu olayın "resmi" nedeni gösterildi. Bu Amerikan gemisi, üzerindeki roketler nedeniyle stratejik önemde; şu anda Rusya'nın büyük bölümünü ve İran'ın her yerini vurabilecek pozisyonda bulunuyor. İran'ın atom silahlarına sahip olmasıyla Ortadoğu'daki 17'inci yüzyıldan beri süren Sünni-Şii dengesi, Sünnilerin ve tabii Türkiye'nin aleyhine değişebilir. Ortadoğu'nun tam da Arap devrimleri tarafından sallandığı ve bu devrimlerin İslamcı Koalisyonu'nun aleyhine işlediği günümüzde (Bu koalisyon: İslamcı İran, Neo-muhafazakar Türkiye, Esad ailesinin Suriye'si, Hamas ve Hizbullah'tan oluşuyordu. Arap devrimleriyle fena halde sarsıldı ve etkisini büyük ölçüde yitirdi) İran ve Rusya'dan gelen haberler pek hayra alamet değil, ama umarız bu "gizli" gerginlik gene öyle gizli kalır ve kimsenin haberi olmadan gene "gizlice" gevşer, Türk köşe yazarları da "Türkiye'de neden yakışıklı gazeteci olmadığı" cinsinden "önemli" sorunları tartışmaya devam ederler!.. 

Suriye ve İslam öncesi Arap tarihine kısa bir bakış

"Eğer Suriye'de rejim değişir de, Sünni çoğunluk iktidara gelirse Ortadoğu'da taş üstünde taş kalmaz." Bunu söyleyen, çok iyi tanıdığım, önemli bir yabancı Ortadoğu uzmanı. (Frankfurter Allgemeine Zeitung, 20.06.11) Suriye'deki kan banyosuna pek ses çıkarılmamasının nedeni de bu olmalı. (Hatta İran, İsrail ve Suudi Arabistan'ın, hatta AB'nin ve ABD'nin de hemfikir olabildiği tek konu bu konu gibi görünüyor!)
Aslında Suriye bir kilit taşı ve çok ilginç bir denklemin merkez ülkelerinden biri. Arap dünyasının direği üç önemli ülke var. Bunlar Mısır, Suudi Arabistan ve Suriye. (Mısır düştü. Suriye de düşerse, Suudi kralı herhalde Ankara'ya sığınır -çünkü klasik Ortadoğu Muhafazakarlığın başka sağlam kalesi yok!)
Suriye'nin boyundan büyük önemi var. Bir kere Sünni çoğunluk tarafından değil, Alevi azınlık tarafından yönetiliyor, İran'ın en önemli müttefiki, Lübnan'dan Hamas'a ve oradan Hizbullah'a İsrail'e kadar heryerde parmağı olan bir ülke. Kaddafi düşerse, Esad'a uygulanan baskı artacağı için, gelişmeler büyük bir altüst oluşa doğru ilerliyor. Suriye en köklü Arap tarihine sahip iki yerden biri ve Suriye'deki olası bir köklü değişimin ardından (-ki değişim mutlaka olacaktır) Arap dünyası tamamen değişir... 
Tamam da, o değişim barışçı mı olur, savaşçı mı; işte bütün mesele...
'Arap' adı ilk önce M.Ö. 853'de bir yazıtta kullanılmış. Daha sonra Hristiyanlık'ta da önem kazanan Buhur ticaretiyle Roma'nın kapsama alanına girmiş, oradan yazılı kaynaklara geçmiş. Buhur ağacından toplanan buhur, yakılınca hoş bir koku verir. İşte o kokuyu önce, şehirleri ve sokaklarının kenef gibi koktuğu anlaşılan Romalı asiller keşfetmişler. Arap yarımadasının en güneyinde, Yemen'den Umman'a kadar uzanan alanda yetişen buhurun ticareti, bir zamanlar Türklerin tuz ticareti gibi Arapların tek ürün ticarerti olarak tanınmış. Uzmanlar Arap tarihinde iki temel öğeye dikkat çekiyorlar. Bunlardan biri, kuşkusuz Güney Arap devletleri ve uygarlığıdır. Aralarından en önemlisi, Eski Ahit'te ve Kur'an'da da bahsedilen Saba krallığıdır. Başkenti, bugünün Yemen'indeki Marib; eski çağların en büyük barajının bulunduğu yerdir aynı zamanda.
Saba'nın çok Tanrılı dininde Ay, en önemli Tanrı sayılır. Güneş Tanrısı 'Şems'in adı ise, İran üzerinden Konya'ya kadar gelmiştir malum! Tanrılara hayvan kurbanlar sunan Saba dininde günah çıkartmak ve pişmanlık önem taşıyor. Araplaşmadan önceki Yemen'in diğer önemli Tanrısı, Venüs'le ilişlilendirilen Attar.
Arapların 'Aribi' adıyla tanınmasının baş nedeni Grekler (eski Rumlar). Küçük yaşta ölen Büyük İskander'in bir amirali, gemisiyle bütün Arap yarımadasının etrafını dolaşıyor ve buraya 'Arabistan' adını veriyor. Ama 'Arap' adı verilen insanlar, aslında çölde yaşayan göçebeler. O dönemde yerleşik uygar şehirlerin bulunduğu Yemen'de şehirliler Arap değil. Göçebeler de kendilerine 'Arap' değil 'Bedevi' diyor (Arapça 'Çöl' sözünden türetilmiş olduğu söyleniyor). Tarımın sadece vahalarda yapıldığı Arap çölünün efendileri, daha o zamanlar gururlu göçerler.
Bu coğrafyanın en kuzeyinde diğer önemli Arap uygarlığı bulunuyor: Suriye.
Yukarıda resmini gördüğünüz Petra şehrinin merkez olduğu bu kuzey Arap uygarlığını güneydekinden ayıran özellik, burada göçebe Araplarla şehirli uygarlığın yakın bir ilişki oluşturmuş olması. Göçerlerden at/deve satın alıyorlar, et süt deri yün gibi ürünler de göçerlerin sattığı ürünler arasında. Göçerler, karakterlerine uygun olarak bir şeref ve haysiyet kodeksi geliştiriyorlar ve yerleşikleri küçümsüyorlar (Türkler ve diğer Asya göçerleri gibi). Özgürlük duygusunun -dünyanın heryerinde olduğu gibi burada da- göçerler tarafından, yani eski Rumların 'Arap' dedikleri çöl göçerleri tarafından tarif edilip yaşatıldığını görüyoruz. Çok sonra İbn Haldun'un bile, yerleşikler hakkında "düşük karakterli" dediğini biliyoruz. Ama "Bedeviler erdemli" diyor İbn Haldun. Bu coğrafyada savaşlar, kuraklık bastırınca oluyor. Daha o zamanlardan itibaren Araplar, aşiretler şeklinde örgütlenmişler ve Hz. Muhammed onların arasındaki çatışmayı bitirinceye kadar da bin yıl boyunca birbirlerinin canına okuyorlar. Savaş çıkmaması için aralarında saygı duydukları insanları, uzlaştırıcı hakemler olarak belirliyorlar -ki Hz. Peygamber de o hakemlerdendir.
Suriye'deki Petra şehri merkezli kuzey Arap uygarlığı, M.S. 106 yılında bir Roma eyaleti haline gelinceye kadar, Mısır-Anadolu-Roma arasındaki ticatin ve kültürel harmanın önemli merkezlerinden biri haline de geliyor. Romalılar buraya, 'Arabia Petraea' diyorlar. (İkinci Indiana Jones filminin final sahneleri de burada geçer, Kutsal Kase 'Gral'ın burada saklandığı kurgulanmıştır!)
Bu diyarda o zaman, adına Arapça 'Sunna' denen ('Sünni' sözü ile ilgili olabilir) ataerkil bir yasal düzen uygulanıyor. Asıl ilkesi, "Kana kan, dişe diş" diye özetlenebilecek bu kanlı "hukuk" düzeninin, bugünün Talibanvari "Şeriatçı" takımı tarafından savunulan "Müslüman" düzenle neredeyse aynı olduğunu, ama o zamanlar din üzerinden tarif edilmeyen bir ata/baba hukuku olduğunu görüyoruz. 'Kan davası' ve 'kan parası' gibi deyimleri ve anlayışları, Arap dünyasında önce kuzeyde görüyoruz. Böyle şeylerin icad edildiği yer! Bu dönemde kuzeyle güney arasındaki Arap çölünde bir göçerler konfederasyonu (veya koalisyonu) kuruluyor ve bu yeni siyasi güç, güney Arap uygarlığıyla değil kuzey Arap uygarlığıyla yakınlaşıyor. Bunun bir sonucu olarak, sonradan bize "Şeriat" diye pazarlanmaya kalkılan bu barbar "adalet/hukuk" anlayışı, bütün Arap coğrafyasına hakim oluyor -ta ki Peygamber döneminde İslam tarafından iyice yumuşatılıp ortadan kaldırılıncaya kadar. (Tabii sonra "Müslümanlık" adı altında özellikle kadınların başına yeniden bela oluyor)

Daha önce (önceki yıllarda) burada bahsettiğimiz ve insanın söz ağırlıklı düşünce tarzına geçip kendi doğasına yabancılaşması aşamasında, bu negatif gelişmeyi hızlandıran faktörlerden birinin, bu coğrafyanın bu anlayışıyla ilgili olduğunu ve Tanrı'nın Başmeleği Mikael'in de ilk bu zihniyetle DE mücadele aşamasında ortaya çıktığını yazmıştık (Bu zihniyetin diğer ayağının Grek düşüncesi içinde ortaya çıktığına değinmiştik). İrrasyonel de olsa, bunun anlamını yorumlamayı bir başka yazıya bırakıyoruz ve kızlarını diri diri gömen bu barbar "hukuk"un yerleşik kuzey Araplar tarafından yumurtlandığını söylemekle yetiniyoruz. "Kadim" Ortadoğu muhafazakarlığının bu kuzey "köşe" taşı ve onun her türlü türevini, sonra 'taş' formunda güneyde de görüyoruz.
Güney Araplarının (Yemen değil) oldukça basit bir dini var. Klasik şamanlığa benzer bu dinde Gök kültü yok, sadece dağlara taşlara inanılıyor ve tabii bir de cinlere! Bir ara Histiyanlığın etkisine de giren güney Arabistan uygarlığı, Hz. Muhammed zuhur etmeden önce tamamen çöküyor. Kuzey Arap etkisi de o dönemde Yemen'e kadar ulaşmış bulunuyor, Yemen Arap oluyor -ama o dönemde 'Arap' sözü, artık 'Kuzey Arap' ile özdeş. İşte İslam, bu durumun üzerine geliyor.
Suriye, böyle önemli bir tarihin kilit noktası ve şimdi orada olacak bir değişiklik, mutlaka çok büyük önem taşıyacaktır -hem tarihi bakımdan, hem siyasi bakımdan, hem de başka bakımlardan!

Arap devriminin ortak dili ve özgürlük anlayışının yayılması

Ferid Zekeriya, "Bin yıldır Araplar ilk kez kaderlerini kendi ellerine alıyorlar" diyor. "11'inci Yüzyıldan beri Moğollar, İranlılar ve Türkler Arabistan'ı kontrol ettiler. 19'uncu Yüzyılda Avrupalılar dünyanın bu tarafını kendi aralarında paylaştılar. Soğuk Savaş döneminde de Süper Devletler kendilerine uyan rejimleri desteklediler."
Şimdi özgürlük zamanı. Ama kendi aralarında sıradan Arapça kavramları bile farklı kullanan Arap halkları, nasıl ortak bir dil bulacak ve devrim sınırların ötesine geçecek? İşte devrimci Arap gençliği buna bir çözüm bulmuş, hem de Twitter üzerinden. Artık, ortak kavramlar var...

(yazı hazırlık aşamasında)

Osmanlı bir Arap İmparatorluğu muydu yoksa bir Balkan İmparatorluğu mu?

Bugünün popüler İslami "Yeni Osmanlı projesi", ait/sahip olması gereken Balkanlara tamamen ilgisiz. Çakaralmaz İslamcılık ideolojisiyle oralarda hiçbir hükmü olamayacağını bildiği için, sadece Arap ülkelerine bakıyor... Halbuki Türk İslamı, beşyüz yıl boyunca aynı zamanda bir Avrupa diniydi ve bugünün "Müslümanlık" denen Ortadoğu Muhafazakarlığı ile de hiç alakası yoktu.Türkiye'nin neo-muhafazakar iktidar çevrelerinin aklı sadece İslamcılığa eriyor diye Osmanlıyı Arap imparatorluğu gibi gösterenlere kafa sallamak, en başta Osmanlının anısına saygısızlıktır.
İlkokul, Ortaokul ve Lise tarih kitaplarında bile doğru bir şekilde okutulur: Osmanlı İmparatorluğu bir Balkan ve Anadolu imparatorluğudur. 1300'lü yılların başında Marmara bölgesinde kurulmuştur ve 16'ıncı yüzyıla kadar bu İmparatorlukta ne Arap vardır ne de Kürt...
Mesela çok övünülen Fatih Sultan Mehmet döneminde, o İstanbul'u aldığında, İmparatorlukta Arap diye bir unsur yoktur. Arap coğrafyası, Osmanlı İmparatorluğu'na dahil değildir. Yavuz Sultan Selim Mısır seferinden sonra oradaki Memluk (Türk) hakimiyetine son verdikten sonra bile, Arapların ve bugünkü anlamda Sünni İslam'ın Anadolu ve İstanbul'daki hükmü, yüzyıllar boyunca birkaç şehrin merkeziyle sınırlı kalmıştır. Osmanlı İmparatorluğu'nun en Arap olduğu dönemde bile, yani Sultan II. Abdülhamit'in, dünya büyük bir savaşa doğru giderken, 19'uncu yüzyılın son yıllarında 'Panislamizm'i desteklediği dönemlerde bile, hiç bir Türkün aklına, bugünkü ruhsuz İslamcı takımı gibi "Türklüğü unutup Müslüman olalım" türünden "fikirler" gelmemiştir. Bugünkü İslamcıların dayandığı II. Abdülhamit Panislamizmi, Alman İmparatoru II. Wilhelm'in İngiliz İmparatorluğuna karşı kurgulattığı ilkmodern ideolojilerden biridir. O dönem, aynı zamanda bir ideolojiler ve milliyetçilikler devri olduğundan, "Jöntürklerin Türkçü ideolojisine karşı Osmanlı Abrülhamit'inin İslamcı ideolojisi" formatında, küflü bir düşmanlık halinde, günümüze kadar taşınmıştır. Günümüzde de (ne olduğunu artık kimsenin bilmediği içi boş) "Kemalizme karşı olmak" şeklinde -yeni elit fikriyatı halinde- yaşatılmaktadır, ve buradan "ulvi" bir tarihi yan da üretilmektedir.
"Yeni Osmanlı" zihniyetini, Suriye çölünde İngilizlere direnen İslamcı Teşkilat-ı Mahsusa kafasıyla özdeşleştirip bugüne kadar konserve edenlerin karşısına, çağın gerçekleri dikilmiştir. Bu gerçeklerin en eskisi, Osmanlı ruhunun Rumlar ve Ermenilerle yakınlığı, Arap ve Acemlerle uzaklığıdır. En yenisi de Arap Baharı'dır. Modern panislamizmin ve İslamcılığın bugünkü ardılı "Muhafazakar demokrat" zihniyetin Arap/Acem dostluğunun tarihsel dayanağı, medyada pazarlandığından çok daha çürüktür. En basit kanıtı da, "Osmanlı Eserleri" meselesidir. Bugünün gazetelerinde yer alan bir haberde Hollandalı sanat tarihçisi Machiel Kiel, on seneye kadar Balkanlarda bir tek Osmanlı eserinin bile kalmayacağından yakınıyor. Yeni Osmanlılar dahil kimsenin ilgilenmediği bu eserlerin yerleri ve sayıları bellidir. Ve Balkanlarda, Arap ülkeleriyle kıyaslanamayacak kadar çok Osmanlı eseri bulunmaktadır.

Arap Baharı'nın Türkiye'ye ilgisi, Avrupa'ya olan ilgisinin oldukça gerisindedir. Ve bu çok da doğaldır. Çünkü istikamet özgürlükçü demokrasidir, Türk hakimiyeti veya otokratik/totokratik mübarek "tek adam demokrasisi" değildir. Türkiye, Arap coğrafyasında (ve Balkan coğrafyasında) "Osmanlı" adı altında asla başarılı olamaz -çünkü Araplar (ve Balkanlar) kendi özgürlüklerini "Osmanlıdan kurtuluş" üzerinden tarif etmeye devam ediyorlar. Diğer ülkelerle ancak eşit ilişkiler kurulabilir. Türkiye'nin, sıcakpara ve cari açık tehdidi altında yaşayan yeni bir neoliberal tüketim cenneti olmak dışında sunduğu özgün bir ekonomik alternatif de yoktur. Ve İslamcılar, böyle alternatifleri oluşturacak entelektüel seviyeye sahip değiller -üstelik kompleksli oldukları için, bu konularda başkalarıyla işbirliği yapacak, başkalarının sözünü dinleyecek durumda da değildirler. Kimseyle uzlaşmayan (böylece tipik 'İdeolojik anlayış'ın özelliklerini taşıyan) bir tutumla Anayasayı bile tek başına yapmaya kalkan bir zihniyet, bu devirde sadece kaos üretebilir.
Türklüğü unutalım, "Müslüman" olalım, o zaman Araplar bizi kabul ederler mantığı hem saçmadır, hem de bir kişilik bozukluğuna işaret eder. Bir kere sen unutsan başkası unutmaz (Kürt bile unutmamışken!) Üstelik bu varsayımın ilk sorusu, "Hangi Müslümanlık" olacaktır -ki bugünün, "Müslüman" soslu biat kültürü ve Ortadoğu'daki gibi sadece kendi çevrelerini/partilisini/ailesini nemalandırmak mantığını yaşatan neoliberal "Müslüman" kimlikçiliğinin 'İslam'la alakası yoktur. Üstelik bu kimlik, Ortadoğu'dan bile silinmektedir. Bugün panislamizmin Türkiye'deki son modern veriyonunun da en fazla çeğrek yüzyıllık bir geçmişi vardır. (1980-Evren modelidir)
"Türklüğü bırakalım" mantığı, dünyanın başka yerlerinde sadece iğrenme ve küçümseme duygusu uyandırır, (zaten kimse "Müslümanlar" istedi diye Türk olmayı bırakmaz).
Sonradan modernleşip her türlü ölçüyü kaçırmış bu ruhsuz, kişiliksiz, vicdanözürlü bozuk insan türünün, şaman/maman diye kendi atalarına hakaret etmeden önce, insana ve inanca saygı göstermeyi öğrenmesi gerekir. İslam'ın tarihi, sadece binbeşyüz yıl. Ama Tanrı binbeşyüz yıl önce doğmadı! (Daha önce de vardı!..) Kutsal, insanoğlu/insankızı varolduğundan beri her zaman kutsaldır -yeter ki Ona hakkıyla ve samimiyetle yaklaşılsın. Samimiyet bozulup da inanç dinci bezirganların oyuncağı haline gelince, ya yenisi gelir, ya da bezirganlardan hesap sorulur ve inanç tazelenir.
Bu hep böyle olmuştur...
Bütün ama bütün inanç yolları aynı hedefe çıkar. Ölçü, samimiyet ve safiyettir. Onlar olmadıktan sonra sen Anadolu'yu birbirinin klonu beton camilerle de doldursan bir şey farketmez. O camileri, kendi para toplama merkezlerin haline getirdin mi getirmedin mi? Samimi inananların sadakalarını kendine iş/makam/iktidar kurmak için kullandın mı kullanmadın mı?!..
Üstelik bunlardan pişman olduğun ve bunları yapanları cezalandırdığın da görülmemişken, hangi İslamın hangi Osmanlının ne imparatorluğu?
Bakın: Samimi şamanlar Tanrı'ya, hırsız imamlardan daha yakındır...

Konjonktürel neoliberal "Müslüman" kimlikçiliğine güvenerek yeni bir Osmanlı/İslam "imparatorluğu" kurmak fikri, elbette fazla ciddiye alınacak birşey değildir. Ama, böyle şeylerin nefretle karışık kanlı tasavvurlarının sadece İslamcılar arasında yaşam alanı bulabilmesi çok önemlidir. Malum anlamda imparatorluk denen şey karakteri gereği, ancak savaşla, yani gereğinde silah/zor kullanarak, Osmanlı bakiyesi ülkelere saldırmak opsiyonunu peşinen kabul ederek mümkündür.
Ama İslam, Barış demektir ve bu çok önemlidir.
Çok tehlikeli ve tayin edici bir zaman diliminde yaşarken, Enver usulü bir imparatorluk kurmak fikrinin peşinden gitmek, ancak Enver'in sonundan farksız (yani başsız) biter.
İmparatorluklar devri kapanmıştır. Son İmparatorluk ABD de, bu anlayışın en sonuncusudur. Ondan sonra ne bir Çin imparatorluğu, ne bir Avrupa imparatorluğu, ne de bir Osmanlı imparatorluğu kurulacaktır. Bu saatten sonra da hiç kimse, "Ah üşenmeyip Arap olmuş Türklerimiz gelmiş! Hadi onları kendimize baş yapalım" demez, demeyecektir. Kula kulluk devri kapanmaktadır. Küflü imparatorluk heveslerini nefret diliyle teçhizatlandırıp yeniden piyasaya sürmek, üstelik buna bir de İslam'ı alet etmek, sadece felaket getirir. Ölümün/savaşın kokusunu bile duymamış olduğu halde ekran başında "İmparatorluk" hayali kuran, kendi dışında herkesi, kadın-çoluk-çocuk ayırmadan "gavur" ilan edebilen soradan modernleşmiş şehirli lüks İslamcılar için söylenebilecek en hafif söz, bunların birer oturmaodası faşisti olduklarıdır.
(Henüz zalimlik stajı yapıyorlar!..)
Kendine İslamcı diyen bu zihniyetin, İslam'la ve İslam'ın ruhuyla hiç alakası yoktur.

Mısırlı yazar Ala El Asvani ile Mısır ve Arap devrimleri üzerine

Şu anda en merak ettiğim kitaplardan biri, Tahar Ben Jalloun'un "Arap Baharı" (Arabischer Frühling) adlı son kitabı. Henüz elime ulaşmadı ama, onun kadar ilginç başka bir Arap yazarla, sosyal gerçekçi Ala El Asvani ile yapılmış bir söyleşiye dikkat çekmek istiyorum...
(Spiegel dergisi özel sayısı, 'Arabien' 3/2011)

Ala El Asvani, devrimci mücadeleye doğrudan Kahire'nin Tahrir Meydanı'ndan, orada 18 gün kamp kurarak katılan biri. Mübarek düştükten sonra koltuğunu emanet ettiği Ahmed Şefik ile çıktığı bir televizyon programında ona, "Artık yeni bir siyasi düşünme biçimi var" dedi. Ve sözlerine, "Başbakan Mısırlıların efendisi değil, sadece Mısırlıların memurudur" diye devam etti. Ahmet buna fena halde öfkelendi. "Sen kim oluyorsun da benimle böyle konuşuyorsun?" diye sorunca Ahmet Şefik, "Ben Mısır vatandaşı oluyorum" demişti. Ahmet Şefik ertesi gün düştü. (kaldıran da olmadı!)
Ülkede yapılan herşeyi Başbakan'ın bir lutfu/eseri sayan ve onun önünde "Sen benim, yani Türk vatandaşının memurusun" demek bir yana, el-pençe divan durup gıkını bile çıkaramayan koyun burcu erkeğinin öğrenmesi gereken demokrat tavır budur.
Ala El Asvani'nin sözünü ettiği devrim, zamanın ruhuna tamamen uygun bir zihniyet devrimidir. "Devrim, topumun bütün kesimleri tarafından, zengin-fakir, köylü-şehirli demeden, kadınlar tarafından, Müslümanlar ve Hristiyanlar tarafından yapılmıştır. Blog yazarları, devrimi sadece başlatmışlardır o kadar ama devrimi onlar yapmadı."
Ala El Asvani, ordunun rolü konusunda da bazı anekdotlar anlatıyor ve devrimi desteklediğini, Tahrir meydanına gelen subayların ona, ne olursa olsun halka ateş açmayacaklarını söylediğini anlatıyor. "Ordu, siyasi değişimi ciddiye alıyor" diyor ve ekliyor: "Devrim, ordu tarafından korundu."
Peki şimdi demokrasi gelmiş mi oldu sorusuna El Asvani, "Biz sıfırdan başlamadık ki" diye cevap veriyor. Mısır'daki değişime daha iki yıl öncesinden dikkat çekmiş olan El Asvani, "Demokrasi, aniden oluşan bir 'Cennet' değildir" diyor. Ve devrimci zihniyetin harekete geçirdiği nitel sıçramayı şu sözlerle özetliyor:
"Bir örnek vermek istiyorum. Polis, hapis cezasını çekmesi gereken birini tutuklamak istedi. Onu evde bulamayınca karısını tutukladı. Kural böyleydi. Baskı uygulamak için eşler yakalanıyor hatta işkence görüyordu. Bu kez kadının arkadaşları polis karakoluna gidip, kadın bırakılmazsa orayı ateşe vermekle tehdit ettiler. Daha önce binlerce kez olmuş bir şeye bu kez itiraz ettiler."
İşte buna benzer olayların aynı anda yüzlerce yerde olmasına 'Devrim' deniyor!
El Asvani, halkın daha önce de bu tip sistemli haksızlıkları kabul etmediğini, ama isyan noktasına gelmesinin, zamanla (zamanın ruhuyla) alakalı bir şey olduğunu anlatıyor.
"Mısır'daki İslam, toleranslı bir İslamdı. Bizim ülkemizde camilerle kiliseler yanyanadır. Eskiden barlar Ramazanda bile açık olurdu" diyen El Asvani, artık böyle olmadığı hatırlatılınca, "Gene de Körfez ülkelerinden daha iyi" diyor, ve devrimden sonra İslamcıların hızla güç kaybetmelerine örnek olarak, ilk özgür gençlik seçimlerini veriyor. Müslüman Kardeşler tarafından desteklenen İslamcılar sadece yüzde 12, 'Devrimci Birlik' adı verilen geniş cephe yüzde 65 oy almış. Genel seçimlerde de genç Mısır halkının benzeri bir sonuçla eski statükoyu ve İslamcıları rahatlıkla ekarte edeceğini düşünüyor.
Din'in yeni Mısır'da nasıl bir rol oynayacağı sorusuna El Asvani, "Ben sadece seküler bir Mısır düşünebiliyorum" diyor. "Zamanla islamcı partiler de, tıpkı Avrupa'daki muhafazakar partiler gibi bir rol oynayabilirler. Ben onların düşüncelerini reddediyorum, ama gayet tabii fikirlerini ifade etmekte ve kendi partilerini kurmakta serbestler."
Mısır Anayasasının ikinci maddesi, hukukun temelinin 'Şeriat' olduğunu söylüyor. El Asvani, bu konunun onu da rahatsız ettiğini, ama Anayasanın insanlara eşit davranılmasını garantilemesi halinde bunun kabul edilebilir bir durum olduğunu söylüyor. "Bizim" diyor, "22 güçlü demokrasiye ihtiyacımız var, yani 'Arap Ligi' ülkelerinde demokrasiye. Onlar, AB ülkelerinin yaptığı gibi kendi aralarında ortak çalışmalı ve müzakere etmeliler. AB iyi bir örnek. Nasır'ın Panarabizmi (Arapçılığı) yanlıştı, çünkü bütün (Arap) halkları bir tek kalıba dökmek ve birleştirmek istiyordu. Bizim güçlü ama özgür demokrasilare ihtiyacımız var."

Yayladağın Suriyeli iki tıfıl mültecisi...

Antakya'dan Yayladağ'a giden yolun iki yanı kilometreler boyunca çamlık ve zeytinlik. Arada sırada görünen kara keçilerin, sevimli küçük çobanların ve güleç köylülerin hiç acelesi yok. Kendini havadaki çiçek kokusuna bırakıp kelebek gibi hafiflemiş ak sakallı emekli ilahiyatçı, ancak Buddha heykellerinde görünen huzurun canlı bir örneğini sergileyerek gülümsüyor. Mersinli. Dört yıl sonra ilk kez memleketi Yayladağı'na geliyor. İktidarın kibrindinden bıktığından söz edip, "günah" diyor. Bu tek sözle özetliyor söyleyeceğini.
Suriye'den gelen onca kan ve zulm haberine rağmen yolculuğun olağanüstü güzel atmosferini bozamıyoruz. "Damadımın kardeşini Suriye polisi almış götürmüş, on gündür haber yok" diyor. Ben, Suriye'den Türk sınırına kadar bir kilometre yürüyerek gelen iki çocuklu genç bir kadın için yoldayım. (Ama henüz bunu tam bilmiyorum -herşey flu.)
"Birinin acısına ortak olmak ve onunla birlikte ağlamaktansa, ona güçlü bir el uzatmanın daha doğru olacağı" sonucuna varıyoruz. "Tesadüfen" orada bulunan ve sadece oy kullanmak için Yayladağı'na gelen başka bir emekli, -İstanbullu bir öğretmen- heyecanla başını sallıyor. Konuşurken sesi titriyor ve yüzümüze bakmadan yutkunup duruyor. O da tam olarak ne yapacağını anlamanın heyecanını ve şaşkınlığını yaşıyor belli. Dillerimiz başka şeyler söylese de gönülden aynı şeyleri dillendiriyoruz. İlkyaz günlerinin güneşli canlı yeşilinin ortasında dolmuşla ağır aksak yol alırken, sadece güzel şeyler düşünüp konuşmak istiyoruz aslında. Ama 'günah'ın bizi buralara kadar getiren başka bir türü kendini unutturmuyor işte.
Baas Ordusu tanklarının girdiği Hanyolu köyünde hayvanları telef etmiş, suları zehirlemişler. Köylüler dağa çıkmış. Bunları bana ayrıntısıyla anlatan M. ile henüz tanışmadık. O, mülteci kampının önünde, Suriye'den gelen yakınlarından bir haber bekliyor.
Dolmuş, Türkiye'nin en güney ucundaki kasabaya girerken, Yayladağ'ın tek ana sokağının iki yanındaki dükkanlardan başlar uzanıyor. Hareket halindeki tek araca bakıp, içinde tanıdık sima arıyorlar. 1980'lerde bir zaman diliminde yaşar görünen kasabada hayat öyle yavaş ve huzurlu ki, yolumuzu kesen kedilerin bile acelesi yok. Pırıl pırıl tüyleri ve dik kuyruklarıyla mağrur yürüyorlar. Yanımdaki iki kişi benimle helalleşip iniyor.
Şoför beni kasabanın diğer ucundaki mülteci kampının kocaman demir kapısının tam önüne kadar götürüyor. Japon ve Hollandalı gazeteciler çekilerek arabaya yol veriyorlar. Güvenlik görevlileri arabadan "mühim" bir şahsın ineceğini sanarak bana yaklaşıyorlar. Ben, benim için asıl mühim şahısın yakınlarını arıyorum. M. ve kuzeni adaşım, bir ara orada ayrılmış olduklarından hemen buluşamıyoruz. Aradan bir saat geçmeden buluyorum onları. M., işte orada. Yaz Göğü kadar aydınlık mavi gözleriyle bana bakıyor. Yanında adaşım. orada (hem de iki adımız da aynı!)
"En son bu sabah telefonlaştık" diyor M. "Korkmayın, Türk askerine doğru yürüyün, onlara teslim olun dedik." Sonra susuyor. Ak saçlı babası dimdik ve kararlı, "Bu sabahtan beri haber alamadık, burada olup olmadıklarını, gelip gelmediklerini bilmiyoruz" diyor. M.'nin amcası, daha yaşlı ama su gibi duru biri, gazetecilerin elinden kaçıp' demir kapının önünde bekleyen küçük akrabalar grubunun arkasına saklanıyor. Güvenlik görevlileri, aldıkları emir gereği kampa hiç kimseyi sokmuyorlar. Kapıda görevlilerle konuşuyoruz, ısrar ediyoruz...
Nihayet bir tek kişiye izin veriliyor -kaymakamın da oluruyla...
M.'nin bir yakını içeriye giriyor.
Onbeş-yirmi dakika sonra iyi haberi alıyoruz.
"Gelmişler!"
Onları sadece bir anlığına görüyorum. Başörtülü iki kadın. Genç olanı yeni evli. Biri bir yaşından büyük, diğeri birkaç aylık iki oğluyla gelmiş. Türk askerlerine doğru yürümüşler. On kişi. Kadınlar ve çocuklar...
M. hafiflemişti. Yüzü gülüyordu. Bana, "Gel alışverişe gidiyoruz" dedi. Ve ben onlarla birlikte Suriyeden gelen iki tıfıl cengaver ve ailesi için alışverişe gittim.
Yayladağı'nda alışveriş merkezi falan yok tabii, M.'in aradığı gibi. Kabada sadece iki büyük marketin olduğunu öğreniyoruz. M. ve adaşım, önce çocuk bezi peşine düştüler. (Benim aklıma önce oyuncak gelmişti oysa!) Baba olmanın avantajını kullanan M., Yayladağı'n en iyi bebek bezini buldu.
"Kola mı alalım?" diye sordu adaşım.
M., "Faydalı birşey olsun aldığımız" dedi ve meyva suyuyla süt aldık.
Dükkandaki oyuncaklar en uyduruk Çin mallarından olmasına rağmen, aralarından sarı bir grayder, bir de damperli kamyon buldum! Üçümüz naylon torbalarla kampa geri döndük ve bizimkiler sevinçten uça uça kampa girdiler -hem de hepsi birden... Ne olduysa, kapıdan kuş uçurtmayan polisler, M.'yi, adaşımı, ikisinin anne ve babalarını, ellerindeki naylon torbalarla içeriye aldılar. Bizimkiler birazdan dışarı çıktılar. Adaşımın su gibi duru yaşlı babasının gözleri kan çanağı gibiydi, ağlıyordu. Tabii gazeteciler hemen oun üzerine çullanmaya kalktılar ama biz onu televizyon kameralarından ve gazetecilerden kurtardık. Bir tek bana bir-iki şey söyledi (ama buraya yazmayacağım. Gazetelere de yazmadım.)
Yayladağı'ndan çıkıp mülteci kampına giderken taş bir köprüden geçiyorsunuz. Köprü, Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra buraları işgal eden Fransızların yaptırdığı Kureyşi köprüsü. Gece açık havada buradan, Suriye'nin ışıklarını görüyorsunuz. Kampın ardındaki ilk dağın adı Keldağ ve orada, sadece orada, buralıların 'Çakşır' dediği endemik bir bitki yetişiyor. Kasabanın gençleri, o tepeden bazen Kıbrıs'ın ışıklarını gördüklerini anlatıyorlar. Bir arkadaki tepenin üzerindeki kulübe? "orası sınır". Atatürk bu köprünün üzerinde durup, Keldağın ötesine bakmış. 1937'de Fransızlara, "Bana gene çizmelerimi giydirmesinler" dediği malum! O zamanlar buralar Fransız sömürgesi...
Şimdi "Propaganda" filminde anlatılan, hani ortasından sınır geçen köy, yani Topraktutan, araya sınır çekildikten sonra birkaç kilometre kadar ülke içine taşınmış olsa da hâlâ, Türkiye'nin en güneyindeki yerleşim birimi sayılıyor. İki tıfıl ve annesi, işte o köyün eski yerleşim yerine gelmişler...
Topraktutan'a gelen herkese, taleb ettiği takdirde, oradaki askeri karakol tarafından, "Bu şahıs Türkiye'nin en güney ucuna gelmiştir" mealinde bir resmi belge veriliyor. Bizim ufaklıklar oraya inince, böyle şeyleri takmamışlar tabii. Eh onların olduğu her yer, güney noktası falan değil, resmen dünyanın merkezi!..

İnanmazsanız ölçün!..

Bir seçim yazısı denemesi...

Seçimlerin yapıldığı gün Antakya'daydım. Sandıklar kapandı ve herkes evine çekildi. Sokakları turlarken muazzam bir huzur hissediliyordu şehirde...
Herkes oyunu vermişti. Herkes kendi sonucunun gerçekleşeği umuduna sahipti. Herkes, görevini yapmış, sonuca bir şekilde razı olmaya hazırlanmıştı. Henüz sayılar, yüzdeler bilinmiyordu ve insanlar, görevini yapmış olmanın, şimdi onun sonucunu ekranlardan izlemenin huzurunu yaşıyordu. O an bitmemeli, sonuçlar da herkesin istediği gibi olmalıydı, yani çatışmasız, nisbetsiz, "bak biz seni nasıl yendik" imasız, bir yenen-yenilen havasından uzak...
İşte o anın tanıdık huzurunun bütün ülkeye hakim olması için çalışmak, o anı sonsuzlaştırmak, aklı başında -vicdanlı- herkesin görevi olmalıdır.
Tabii sonuçlar açıklandı. Akşam saatlerinde Sarı ampüllü birçok Antakyalı sokaklarda tur atmaya başladı. Maçlardan sonra yapılan türde bir kutlamaydı. Bu kimin aklına geldiyse, insanların arasını açmaktan ve düşmanca bakışlardan başka birşey uyandırmazdı, uyandırmadı da. Laf atmalar, küfürler ve nihayet itiş-kakış. Olay büyümeden sona erdi ama AKP'liler korna ve davul çalmaya devam etti. Yani çatışma isteyen anlayışlarını sürdürdüler. O anlayışın üzerine geceyarısından sonra -gökgürültüleriyle karışık- feci bir yağmur yağdı ve arkadaşları susturup sakinleştirdi!.. 
(Kanalizasyonlar falan da patladı, ortalık koktu bu arada!..)
Sonuçların ne şekilde yorumlanması gerektiğini anlatır birçok yazı çıktı basında. Hürriyet ve Milliyet gazeteleri, yazarlarıyla birlikte iyi iş çıkardılar bence. Hükümet taraftarı basının yıkama-yağlama eylemini saymazsak, sahici yorumlar, Türklerin ekonomiye, hükümetin icraatlarına ve Tayyip Erdoğan'ın şahsına oy verdiklerini, esasen de ekonomiye oy verdiklerini söylüyorlar -ki öyle görünüyor. 
Türkler, önemli bir sınavdan geçtiler ve ahlaksızlığı ahlaka, neo-muhafazakar totalitarizmini evrensel değerlere tercih ettiler. Bu seçim kampanyası dönemindeki kadar büyük ahlaksızlık, yalan, devlet aygıtını kendine çalıştırmak fiili ve din istismarı yaşanmamıştı. (Erbakan bile böyle değildi.)
İnsanlara atılan çamurun, kadınlara edilen hakaretin haddi hesabı yok...
Ve kimse özür dilemedi...
Tabii devran -herşeye rağmen- kendi mecraında ilerliyor. İktidar, mecliste referandum kararı alacak çoğunluğu, Anayasa'yı tek başına yapacak çoğunluğu kaybetti. (Tabii tek bir partinin yaptığı Anayasa'ya, Anayasa değil Babayasa deniyor aslında.) Mecliste 341 milletvekili vardı, şimdi 326'ya indi.
Bunlar ayrıntıdır elbette. 
Aslolan: Ahlaksızlığın, iftiranın, yalan yere şahitliğin, kamu malı talanının, faiz şampiyonluğunun tercih edilmiş olmasıdır. -Burada hükümetin asfalt/beton işlerini iyi yapmış olmasının, sağlık hizmetlerinin eskisinden çok daha iyi işlemesinin falan hiçbir anlamı/önemi yoktur, çünkü onlar her hükümetin başat görevidir. Yerinde başka bir hükümet olsaydı o da yapardı -yapmak zorundaydı. (Bu coğrafyada duran bir ülke Kamboçya veya Ürdün olamaz. Asgari bir kaliteye sahip olmak zorundadır). Bu neoliberal düzende, eşrafını zengin edecek her hükümetin yapacağı "hayırlı" işlerin başında duble yol ve sufle beton gelir -ki AKP iktidarında da gelmiştir. Derviş'ten devraldıkları "düzeltilmiş" ekonomiyi devirmeden iyi götürdüler. Ama burada asıl olay ayrıntıda gizlidir ve bütün bunların 'Nasıl' yapıldığıyla ilgilidir... 
Dürüstçe mi yapıldı? Kul hakkı yenmeden mi yapıldı? Herkese eşit imkanlar sunularak mı yapıldı? Vs.

Bundan sonra ne olur?!
Türk halkı ilk erken seçimlerde AKP'ye bu kez yüzde 60 da oy da verse, AKP'nin gücü daha da azalacaktır. Bu daha şimdiden bellidir. Mecliste, eskisinden çok daha güçlü ve çok daha dişli bir muhalefet var, daha da güçlenecektir, daha da akıllanacaktır. Ayrıca sokaktaki muhalefet de artacaktır ve sanıldığının tersine kimse Oray Eğin gibi pısmayacaktır... (Korku sınırı çoktan aşıldı!) Basındaki tüm PR ve desenformasyona rağmen bu gaz AKP'ye en fazla üç hafta gider. Sonra gene seçim öncesinin aciz ve vasat politikacılarını/yazarlarını görürsünüz.
Bir değişim/dönüşümden bahsediyoruz...
Türkiye'de değişip dönüşen şey, adına "Müslümanlık" denen, ama İslam'la alakası olmayan Hristiyanlık/İslam öncesinin (katı ataerkil) "kadim" Ortadoğu muhafazakarlığıdır... 
Türkiye, 60 yıllık bir dönemi gerisinde bırakıyor. Buna direnç elbette olacaktır -ama korkunun ecele fazdası yok- yani buna engel olmak mümkün değildir.  
Değişim/dönüşüme karşı direnç, "Anacığım CHP geliyoor" diye özetlenmeye çalışılıyor!
(Bunun tek başına CHP'yle falan alakası yoktur. Olay, herşeyiyle devam eden bir süreçtir ve aynen işlemektedir)
Şimdi Türklerin yaşayıp görmesi (ve belki de altında kalması!) gereken şey, ekonominin herşey olmadığı gerçeğidir...

21'inci yüzyıl devrimciliği ve Stéphan Hessel'in mücadele çağrısı

20'inci Yüzyılın bütün mücadeleci birikimine sahip doksandört yaşındaki devrimci Stéphane Hessel'in "21'nci Yüzyıl Manifestosu" sayılan "Kızın, öfkelenin" adlı kitapçığının büyük bölümünü bu blogda yayımladık. Kitap Türkiye'de de yayımlanmak üzere.
Stéphane Hessel'in global isyan çağrısı, büyük yankı uyandırdı.
Büyük sevincin ve ilginin nedeni, doğru zamanda söylenmiş olmasıdır.
Alman asıllı olmasına rağmen Fransa'daki Alman işgaline karşı kararlı bir mücadele veren, yakalanıp işkence edilen ve sonra Birleşmiş Milletler'in (UNO) "İnsan Hakları Evrensel beyannamesi"ni yazan biri. Onun sözleri kuşkusuz çok önemli ve çok değerlidir.
20'inci yüzyıl, bir kan banyosuydu. İki dünya savaşı yaşandı, soykırımlar yapıldı ve hatta "Bushlar" denen zebaniler döneminde -başta Irak olmak üzere- kan banyosu tekrarlandı.
Ve 20'inci yüzyılda silahlı mücadele esastı.
Çevreyi ve insanı bozarak, dünyayı yaşanır bir yer olmaktan çıkarmakta olan sisteme karşı mücadelenin temel özelliği nedir?
İşte bu, Stéphane Hessel'den öğrenilecek en önemli konuların başında geliyor.
Hessel, sisteme karşı 'Barışçı' bir ayaklanma öneriyor. Barışçı, çünkü silahlı direnişleri analiz ediyor ve şiddetin -sonuç alan- çıkar yol olmadığını görüyor.
Ve Sartre'nın şu görüşüne katılıyor:
"Şiddet, hangi şekilde olursa olsun, bir başarısızlığın/iflasın ilanıdır, bunu kabul ediyorum. Ama kaçınılmaz bir iflas, çünkü bir şiddet dünyasında yaşıyoruz; ve eğer şiddete karşı şiddete başvurmak onu sonsuzlaştırıyorsa, sonlandırmak da tek çare oluyor."
Yani, şiddetin hiç bir türüne başvurmayarak, şiddetin şiddet üretmesini peşinen önlemek...
Bu söz, herkesin iyice düşünmesi ve benimsemesi gereken kriteri de gösteriyor:
Şiddet karşıtı barışçılık esastır. 
(Ama bu, pasiflik demek değildir elbette. Tam tersine, yeni, hızlı bir aktivizm demektir.)
Yeni bir -şiddet karşıtı- aktivizm formatı, şiddeti yenmektedir ve yenecektir.
Bu formatı Tunus, Mısır ve Suriye'de de gördük.
Hessel'in dikkat çektiği en ilginç şeylerden biri de, şiddetin umut içermediği gerçeğidir.
Hessel'e göre, "Baskı görenlerle baskı uygulayanlar müzakerelere başladıklarında, terörist şiddete gerek kalmayacaktır." 
Konuşmak, ikna etmek ve barışçıllık, bu açıdan da önemlidir.

Burada evrimci, ama aktif bir mücadeleden sözediyoruz.
Kırıp dökmeden...
İşte bu, -burada değindiğimiz ve değineceğimiz- kadınsı değerlerdendir.
Hessel, gençliğe iyi tüketici olmak dışında başka bir perspektif sunmayan kitle iletişim araçlarına karşı isyanı da öneriyor! 
(Tam da Türkiye'nin suskun ama "güzel" New York'lu gastecilerine göre bir öneri!..)
21'inci yüzyılın isyan ve devrimci evrim sezonu açıldı!

Dijital siyaset, katılımcı demokrasi ve çağın macerası hakkında

Çin'in en ünlü şairi Bei Dao'nun uzun bir şiirinin en kısa ve en bilinen bölümünün başlığı "Hayat"tır...
Ve şiir tek bir sözden oluşuyor. Şöyle:
生活

("Hayat
")
İnternet ağının bu yoğunlukta hayatımıza girişinin üzerinden daha on yıl bile geçmedi. İnternet üzerinden yapılan trivial/günlük politikanın tarzı, demokrasinin bütünü üzerinde de etkili olmaya başladı. Bu etki kendini, herkesin eşit olduğu ve önderlik kabul etmeyen bir ağ içinde karşılıklı etkileşim ve yönlenmeler/yönlendirmeler şeklinde gösteriyor.
Katılımcı demokrasi, eskiden beri sosyalist bir hayaldi. Herkesin tartışarak siyasi yönelişleri etkilediği, kararları doğrudan etkilediği bir demokrasi anlayışı gelişiyor. Bu anlayış, araya vekil koyarak değil, doğrudan konuşan bir anlayışa tekabül ediyor.
Eskiden, kararlara herkesin doğrudan katıldığı, Solon Demokrasisine benzer bir toplum hayali kurulurdu. Gerçi bunun nasıl gerçekleştirileceği o zaman belirsizdi, teknik olarak da imkansızdı. Tabii bunu kısmen mümkün kılabilecek, internet gibi birşey de henüz icad olunmamıştı.
İnternetteki interaktif katılım, giderek daha dikkat çekici hale geliyor. Haber sitelerine yapılan yorumların gün geçtikçe kalite kazandığı görülüyor. 

İnternete filtreler takılmaya başlanması, İran'ın internetten kopup kendi internet ağını kurmaya kalkması, Çin'in internet kontrolünü artırması, üstelik Google gibi firmaların da bu yasaklara "uyum" sağlamaya yakın durması, çeşitli şekillerde interneti kontrol denemeleri, "klasik" (lacili "muhafazakar") anlayışı hemen gözler önüne seriyor: "Gerçek demokrasi arayışları, görüldüğü yerde ezilmelidir!" İnternet, devletlerin ve piyasanın kontrolü dışına çıkabilen, eşitlikçi/etkili bir demokrasi anlayışının yaygınlaşmasına zemin sağlayabilir. (Tabii tek başına internet pek birşey ifade etmiyor) Ve tam da bu ihtimal, otokratik eğilimli "muhafazakar" (yani erkekegemen eskici "konserve'tist!") anlayışların gözünü "kamaştırıyor" (önlerini göremiyorlar!).
İnternetin gücü, galiba bir ağ olmasından ve Bei Dao'nun tek sözle ifade etiği üzere, hayatın temel özelliğine sahip olmasından geliyor.
İnternetin propaganda aracı olarak kullanıldığı aşamadan, örgütlenme aracı olarak kullanıldığı aşamaya geçtik. Arap baharında internet ilginç bir rol oynadı. Şimdi yeni bir boyut daha ekleniyor; İnlernet üzerinden siber saldırıların yaygınlaşabileceği bir aşamaya geliniyor. Çin'li siber casusların, NATO bilgisayarlarının gizli kodlarını nasıl kırdıklarını ve birçok ülkenin dışişleri bakanlıklarının bilgisayarlarına nasıl sızıp mahrem bilgiler çaldıklarını, bu olayların Kanadalılar tarafından tesadüfen nasıl farkedildiğini burada yazmıştık. Türkiye'de Ağustos ayında devreye girecek internet sansürüne karşı siber bir tehdit geldi bile.
Şimdi bazıları bunları küçümseyecektir ve "bilgisayarlar dünyasında olan hikayeden sanal olaylar" deyip gülümseyecektir. Ben size bilgisayarlar dünyasında olan "hikayeden" sanal olaylara başka örnekler vereyim: Tüm borsalar. Devletlerin bütçeleri. Bankalar. Tüm modern savunma sistemleri. Hepsi aynı sanal alandalar, oradan yönetiliyorlar. ABD'nin savunma sistemleri için geliştirdiği özel bağımsız internet ağına bile sızılabildiğini de buraya not düşelim.
Ne zaman bir tıkla oy kullanılır, bilinmez. Ama sadece tıklamalarla yetinmeyen, genel eğilimlerin süreç içinde ortaya çıkacağı durumlar düşünülecek olursa, tıkların manipülasyonu da giderek zorlaşacak gibi görünüyor.
Dijital siyasetin özü özgürlük...
Sınırlamaların kaldırılması önemli tabii. Diğer yandan, internet eleştirmenlerine kulak vermekte de fayda var. İnternet, birbirinin klonu vasat bir seviyenin oluşmasına da katkıda bulunuyor bir taraftan. Dünyada aküt bir kalite yitimi yaşanıyor ve bazıları bundan interneti sorumlu tutuyor.
İnternet bir araç. Etkili de bir şey. Ve farklı olabilmek, yeni olabilmek, kaliteli olabilmek için, maceraların sona erdiği günümüzde, yeni maceralara atılmak gerekiyor.
Tüm dağlara tırmanıldı. Dünyanın bilinmeyen yeri kalmadı, tüm hız sınırları aşıldı ve artık heyecan vermiyor böyle şeyler.
Günümüzde macera yaşamak ne demek?
Bu sistemi çatır çatır yıkıp, yepyeni bir düzen kurmak...
İşte bu, çağın asıl macerasıdır...
94 yaşındaki devrimci Stéphane Hessel'in sesine kulak vermenizi öneririm...
Kızın, öfkelenin...
Ve şiddet kullanmayan devrimci direnişe katılın...

(Bei Dao şiirinin Çincesini yazıp gönderen dosta teşekkürlerimle! Xiéxie!)

Kadınların ve kadınsı değerlerin yükselişi

Türkiye'de iyice görünür hale gelen önemli durumların başında, kadın gibi kadınların yükselişi (ve mesela erkeklere erkeklik öğretişi) "pratiği" geliyor. 
İnan Kıraç'ın Ümit Boyner ve Nuray Mert gibi kadınlardan öğreneceği nedir?
Fatih Altaylı'nın söylediği gibi "delikanlılık" mıdır, "erkeklik" midir, "mert"lik midir, nedir?!..
Bunlardan önce sorulması gereken asıl soru şudur:
Kadınlar bu cesareti, özgüveni nereden alıyorlar?
İşte yazımızın konusu da bu:
Dünyada ve Türkiye'de yükselen kadınsı değerler ve onların geleceğe doğru gelişme çizgisi...
Son söyleyeceğimizi ilkten söyleyelim:
Türkiye'nin yeni Cumhurbaşkanı bir kadın olmalıdır... 
Türkiye'nin ağzı bozuk muhafazakar politikacılarının karşısına, kadın gibi kadın bir aday çıkmalıdır...

(yazı hazırlık aşamasında)

İki Güneş tutulması arası, Türkiye'de genel seçimler

2011 yılında sadece altı Güneş ve Ay tutulması yaşanıyor. Bunlardan üçü, bir Haziran ve bir Temmuz günleri arasında... Bu durum, ülkeler astrolojisiyle ilgilenenler için de dikkat çekicidir -çünkü tam da bu iki tarihin arasında Türkiye'de seçimler olacak.
1 Haziran günü parçalı Güneş tutulması. 15 Haziran günü tam Ay tutulması. 1 Temmuz günü gene parçalı Güneş tutulması.
Ay tutulması, bir tür son ve yeni başlangıç sayılabilir. Bu nedenle seçimlerin hemen ardından yaşanacak 15 Haziranda Yay burcundaki Ay tutulmasını, Türkiye'de yeni bir tarihin (dönemin değil, -tarihin) başlangıç noktası sayabiliriz.
Neyin başlangıç noktasıdır?
Türkiye'nin yeni kaderinin, yeni görev ve sorumluluğunun, yeni konumunun başlangıç tarihidir. Bu tarihten sonra Türkiye'nin, adım adım yeni bir yöne doğru yürüyeceği anlaşılmaktadır.
Bu istikamet, seçim sonuçlarından bağımsızdır ve bellidir...
Türkiye, Avrupa'nın bir ucundan Çin'e kadar olan bölgenin (Tek Tanrılı dinler bilgesinin) kültürel/siyasi ortak rezonansını sağlamak görev ve sorumluluğuna hazırlanmaya başlayabilir...
Ay tutulması ile ilgili, çeşitli yorumcuların ve dostların yazdıkları ve söylediklerine bakarak, "Ay tutulmasından sonra Kemal Kılıçdaroğlu'nun çok daha önemli biri olacağını, halkın üzüleceğini, devletin sevineceğini"  söyleyebiliriz.
(Bunun ne demek olduğunu çözen beri gelsin!..)
Benim bu tip yorumlardançıkardığım sonuç, önce kimin kim olduğuyla ilgili. Son seçimlerde astrolog dostlar tarafından kullanılan 'Halk' terimiyle çoğunluğu temsil eden AKP seçmeninin kasdedildiğini görmüştüm. 'Devlet' terimi ise havada kalmıştı. (Kimin devleti?!)
Bunları seçimden sonra göreceğiz.
Kısacası, bir rahatlama yaşanacağı anlaşılıyor.
Tabii dünya Türkiye'den ibaret değil. Asıl önemli olan, dünyadaki değişim.
Bu üç olayın tetikleyeceği konuların başında Ortadoğu ve Kuzey Afrika'daki devrimler var. Mısır'ın yeniden karıştığını zaten gördük. Libya'da iç savaş sürüyor.
Burada hemen dikkat çekmemiz gereken durum şudur:
İnsanoğlu herşeye çok çabuk alışıyor...
Bu yılın başından beri çok önemli şeyler oluyor ve hiçkimse bunların üzerinde birkaç günden fazla durmuyor Türkiye'de (ve dünyada).
Arap Baharı'nı söylemeye gerek yok. Japonya depremi ve Fukushima reaktöründeki kaza, Yunanistan'ın iflasın eşiğine gelmesi, Çin'de çökme belirtileri, IMF Başkanının ve Fransız solunun, acaip bir skandalla vurulması, şimdi aklıma gelenler.
Bir ucunun Portekiz, İspanya, Yunanistan'a kadar uzandığı Arap devrimlerinin, Ağustosa kadar hızlanarak süreceğine işaret ediliyor. İkinci, daha büyük bir devrim dalgası, gelecek yıl bekleniyor. Ay tutulmasının en çok etkidiği dört yer bulunuyor. Bunlar, Japonya/Fukushima, Mısır/Kahire, İngiltere/Londra ve Brezilya. Listenin sonundaki Brezilya sahiden karışabilir, çünkü orada neoliberal Hükümetin çevre talanına karşı çok büyük bir direnişin hazırlandığını ve Brezilya'nın önümüzdeki dönemde patlayabileceğini, ben şahsen biliyorum!
Seçimlerden sonra Türkiye, kapısına kadar gelen devrimlerle (Suriye) ve tabii "Kürt olayı" ile uğraşmakla işe başlıyor. Hiç kolay olmayacak. 
(Kolay işi seven kim?!)

Dünyanın merkezi Meru Dağı, Tibetli Nasreddin ve Orta Asya'da Tibet hakimiyeti

Çin Kroniklerinde, Çin'e saldıran en büyük düşmanlar "Beş Hu" diye adlandırılır ve saldırganlar, üç halk grubuna aittir: Türkler, Moğollar ve Tibetliler (Böpa). Barışçıl bir halk olarak bilinen Tibetlilerin beş Hu'dan biri sayılması yadırganabilir. Ama Türkler ve Moğollar gibi, Asya'nın hırçın göçebelerinden sayılan Tibetlilerin Budizmle yaşadıkları dönüşüm şaşırtıcıdır ve anlamlıdır. Çünkü bugün birçok eski söylenceye ve sırra ev sahipliği yapan Tibetliler, efsanevi Çin İmparatoru Shun'a karşı (M.Ö. 2225 yılında) savaşmışlardır ve M.Ö. 1122'de başlayan Wu Wang hükümdarlığı zamanında Çin Kroniklerinde, "Özellikle Tehlikeli" sayılmışlardır.
Çin'de Tang Devri (618-907) yaşanırken Türkistan, Tibetlilerin kontrolü ve hükümdarlığı altındaydı. Ve İranlılaşmış Karluk kökenli Türk kölelerin kurduğu Gazneliler devleti (Gaznaviyan) henüz doğmamıştı.
Tibet Hükümdarlığı, 7'inci Yüzyılda İmparator (Tsenpo) Songtsen Gampo tarafından kuruldu. Yarlung Hanedanlı'ğının kurucusu Songtsen, bir Türk Prensesi ile evlenerek Türk komşularıyla dostluk/akrabalık kurdu. Tibet'te kurulan hanedanlığın, bu sayede ortaya çıktığı söylenir. Songtsen Gampo, Lhasa'da bugün Potala Sarayı'nın bulunduğu yere ilk sarayını, saraylara layık prensesi için yaptırdı. İlk Tibet Alfabesi de onun zamanında kullanılmaya başlanmıştır ve Budizm onun devrinde Tibet'e gelmiştir (Daha önce şamanist Bon dinine inanıyorlardı). Tibet yazıtlarında "42'inci Hükümdar" sayılan Songtsen Gampo tahta çıktığında Orta Asya, Tibetlilerin kontrolüne girmişti. 

Orta Asya, her zaman, Göçebe konfederas-yonlarının kontrolü altında olmuştu. M.Ö. İkinci Yüzyılın ilk yarısında Hunların (Hsiung-nu) ve İranlı yerleşik Gutium halkının (Babilonca: Gutum) kontrol ettiği bir yerdi. 400'lü yıllarda Türkistan, Rouran'ların (veya Şu-şan'ların) kontrolündeydi. Bu kalabalık halka Çinliler "Juan-Juan" diyorlardı. ("Kımıl kımıl kurtçuklar birarada" anlamında!)
6. Yüzyılda Türkler buraya girdiler ve Batı Göktürk Kağanlığını kurdular. Göktürk hakimiyeti 745'de çökene kadar sürdü. Daha sonra Tang Çin'inin ünlü "Dört Garnizonu"nun komutasına geçti ve Çin'in Batı eyaletleri sayıldı. Ama 7. ve 8. Yüzyılda bu bölge Tibetlilerin bölgesi oldu. Göktürk konfederasyonu çöktükten sonra Uygurlar, 840 yılına kadar süren kısmi bir kontrol kurmayı başardılarsa da bölge, Tibetli T'u Fan'ın hükümdarlığı altındaydı. Kansu, Türkistan ve Kuzey Hindistan, Lhasa'daki sarayında oturan "Tsan-P'u" ('güçlü hükümdar') T'u Fan tarafından yönetilmekteydi. Kendileri Çin'e bir elçi gönderip, Çinli bir prensesle evlenmek istediğini iletti. Tang hükümdarı bunu reddedince T'u Fan 763 yılında Çin'e saldırdı ve istediği, saraydan kız kaçırarak aldı! Yanında binlerce Çinli esirle birlikte Lhasa'ya döndü. 848 yılında Çinlilere yenilmesine rağmen Orta Asya'daki hakimiyetini korudu.
Tibetlileri Orta Asya'da saygın bir halk yapan, Budizm oldu. Moğolların Budizmi kabul etmesini Tibetliler sağladı ve bu nedenle Çingis Han döneminde bağımsız bir ülke olarak varlıklarını korudular. Çingis, saygı duyduğu Tibetlilere dokunmadı. Kağanın doğudaki ardılları da Budizmi kabul ettiler (batıdakiler İslam dinini kabul ettiler)
Tibetliler Budist olduktan sonra, Asya'nın birçok önemli sırrının sadık bekçiliği/koruyuculuğu görevini üslendiler. Bu konuda -Anadolu'yla benzerlikler taşıyan- sadece iki örneğe değineceğiz.
Türk ve Bizans hakimiyetlerinin çakıştığı ve harmanlandığı en önemli bölge Marmara Bölgesi'dir malum. İşte orada da, her zaman kutsal sayılmış bir dağ vardır: Olimpos dağı, yani Uludağ. Osmanlı Hanedanı'nın ilk başkenti Bursa'nın dağıdır Uludağ. Aynı zamanda, Bizans'ın ruhsal/ruhani merkezi İznik'ten kuş uçuşu otuz kilometre uzaklıktadır. Olimpos, Yunan/Grek mitolojisinde Tanrıların dağıdır. Kutsal sayılan dağlar çoktur, ama hiçbiri Tibet'teki Meru dağı (veya Sumeru) kadar kutsal ve gizemli sayılmaz. Bunun ilk nedeni, Sümerlilerin bile bu dağı kutsal sayması, son nedeni de bu dağın bulunduğu bölgenin Çin Hükümeti tarafından 2003'e kadar -nedense- yasak bölge ilan edilip buraya kimselerin sokulmamasıdır. 
Eski Sanskrit dilindeki adıyla "Kailash"ın fiziksel özellikleri pek de önemli görülmez (Tibetçe adı: "Gangs rin po che"). Sadece 6714 metre yüksekliğiyle bölgenin küçük bir dağı sayılır. Neden kutsal olduğunu burada anlatmaya gerek yok. Ama en az beşbin yıldır burası, "bazı" yüce bilgilere/duygulara kolay ulaşılabilen bir yer olmalıdr. Bu nedenle mesela eski Bon dininin de kutsal yeridir, Hinduların da. 
Shiva'nın (ve Rama'nın) cennetinin bu dağda olduğuna (veya o dağ aracılığıyla ulaşıldığına) inanılır. Tibetliler, bu dağın doğal bir Mandala olduğuna dikkat çekerler. Zirvesinin, şaşırtıcı ölçüde simetrik olduğu söylenir. Söylencelere göre okyanus, bu dağın üzerine düşmüş ve dağın dört bir yanından fışkırmıştır. Fışkıran "şeyler" şunlardır: Kuzeyinden İndus nehri doğar. Doğusundan Brahmaputra nehri, batısından Satluj, güneyinden de Ganj nehrinin kolu Karnali doğarlar. Bunlar, Asya'nın en önemli nehirlerinden sayılır. 
Buraya çıkan tek kişi, Yogi Milarepa'dır. 12'inci yüzyılın başındadır. Daha sonra buraya kimse gitmemiştir/gidemememiştir. O zamandan sonra sadece bir kez 1985 yılında Alman Dağcı Reinhold Messner'e bu bölgeye girme izni verilmiştir, ama Messner, bölgenin kutsal olması nedeniyle bu girişiminden vazgeçmiştir. Daha sonra bir tek 2001'de buraya gidiş denemesinde bulunulmuş, ama Çin izin vermemiştir. 2003'den beri hac yolculuğuna izin verilmektedir. Çin, 2004'de buraya bir yol yapmaya kalktı, büyük protestolar oldu ve çalışmalar durduruldu. Bölgeye gidilebilmektedir ama dağın üzerine, neredeyse dokuzyüz yıldır hiç kimse çıkmamıştır. Vedik zamanların ilk Rama'sı (Avatar) yani Vishnu'nun altıncı bedenlenmesinin, baltasıyla buralarda bir yol (vadi) açarak halkını güneye geçirdiği anlatılır.
Eski Arap söylencelerinde ve Heredot'un tarihinde buradan bahsedilir. Tibetlilerden, "Tubba Kavmi"adı altında Kur'an'da da iki kez bahsedilir (Duhan Suresi 37 ve Kaf Suresi 14). Bölge, tek Tanrılı dinlerle çok tanrılı ve tanrısız dinlerin sınırını teşkil eder (kesişme noktası denebilir). İbn Haldun, Mukaddime'sine eklediği haritada Tibet'i de gösterir. Ama bazı acaip şeyler anlatır. Mesela Tubba kavminin Yemen'e ve Magrip'e saldırdığını anlatır. Tabii "fiziksel" olarak böyle bir saldırı asla olmamıştır! Mukaddime'ye göre Tubba kavmi, Irak ve Hindistan'a da girmiştir. Nasıl girdiği, kuşkusuz başka "boyut"lara sahip bir olaydır!
Bu boyutlara bir "ışık" tutmak babından burada, kısaca Tibetli bir bilgeden bahsedeceğiz. Adı, "Gendün Gyatso" (yani "Deli Dilenci"). 15'inci yüzyılda yaşamış İkinci Dalay Lama, resmi belgeleri bu adla imzalamaktaydı. Anadolu'da Hace Nasreddin tarafından temsil edilen "Muzip Bilgelik" geleneği, çok eski kadim bir gelenektir (Konuya başka bir yazıyla ayrıntılı bir şekilde değinmek gerekiyor). Hoca elbette tek örnek değildir. Ortodoks Hristiyan geleneğinde de vardır Anadolu'da ve Bektaşi geleneğinde uzun süre yaşamıştır. İşte bu geleneğin bilinen en son örneği -fıkraları anlatılan- son muzip bilge, bir Tibetlidir ve adı Drugpa Künleg'dir (18'inci yüzyılda yaşamıştır).