Ho Chi Minh'in emrinde Viyana'lı bir Devrimci: Ernst Frey

20'inci Yüzyıl gerçekten de çok hızlı ve korkunçtu. Heyecan, adrenalin falan derken, dünya tarihinde olmadık ölçüde kıyımların, du dönemde yaşandığı acı bir gerçek. En eski ve köklü/detaylı mistik metinlerde, savaşın ve insan öldürmenin değil, barışın yüceltildiği ve canlıları öldürmenin ne demek olduğu anlatılır, mesela Srimad Bhagavatam, buna iyi bir örnektir. "Tanrı adına" (veya iyi bir amaç uğruna) öldürmek, ancak monoteist dinlerin ortaya çıkmasından sonra (adeta) "kurumsallık" kazanmış bir durumdur -elbette bu konu da burada, daha sonraki yazılarda konuşulmayı bekliyor.
Arjantinli devrimci Che'nin Küba'da savaşması, Kongo'da savaşması, Bolivya'da ölmesi bize artık çok normal geliyor. Çünkü o bu klasta biri ve dünyanın bu absürd haline dayanamayıp mücadele etmiş biri. Che ünlü, onu herkes tanır, bir ikondur, ama Viyanalı Ernst Frey'i kimse tanımaz -bunu tabii, Türkiye için söylüyorum. 1915'de doğan ve 20'inci Yüzyılın azgınlığına göre bir hayat sürmüş olan Frey, atılgan devrimci bir öğrenciyken, daha onyedi yaşında "Sosyalist Ortaöğrenim Öğrencileri Birliği"ne üye olduğunda yıl 1932. Bir yıl sonra Hitler Almanya'da iktidarı ele geçirdiğinde o da yeni bir Sol fraksiyonda: "Junge Front", Genç Cephe, veya Gençlik Cephesi, biraz Dev-Genç gibi bir örgüt. Bir yıl sonra Komünist Parti'nin Gençlik örgütünde, propagandacı. Diğer talebelerle "siyasi eğitim" için buluştukları en güvenli yer de Viyana Ormanları! Frey bu dönemde "Profesyonel Devrimci" oluyor ve partiden maaş almaya başlıyor. Ve tabii tutuklanıyor, 15 gün hapisle yırtıyor, parti onu Ortaöğrenim talebelerini yeniden örgütlemek için sağa sola gönderiyor.
Ernst Frey, Vietnam Üniformasıyla...
Frey'in hareketli hayatının asıl, Nazi Almanya'sının Avusturya'a girmesiyle başladığı söylenebilir. Tabii yeniden hapsediliyor hem de Avusturya'yı illegal yoldan terkederken. Dört ay hapisten sonra onu bırakıyorlar, o da 1938 yazında Paris'e kaçıyor. Amacı, oradan İspanya'ya gidip İspanyol iç savaşına katılmak. Burada anlayamadığım konu, Frey'in "İspanya'ya çeşitli bürokratik nedenlerle gidememesi." Paris'e kaçan Frey, nedense İspanya'ya kaçamıyor ve üyesi olduğu partiden, Fransız lejyonlarına katılmak için izin istiyor. Geleceği o zamanda görüp mü bu kararı veriyor, yoksa Avrupa'da Yahudi olmanın ne kadar tehlikeli hale geldiğini mi düşünüyor, başka bir nedeni mi vardır, bunu Frey'den öğrenemiyoruz, ama bir de bakıyoruz ki Frey, devrimcilikle alakasız bir Fransız lejyonunda Cezayir'de komando eğitimi alıyor, oradan da 1942'de karga-tulumba Hindiçini yarımadasına gönderiliyor. İkinci Dünya Savaşının en cıvcıvlı yılları. Ve lejyona katılan diğer Alman/Avusturyalılarla birlikte askeri birliğin içinde, Hitler kuklası Fransız Petain Hükümetine karşı bir örgüt kuruyor -ki cesaret gerektiren bir şey. Savaşta böyle şeylerin cezası anında kurşuna dizilmek olabilir. Oradayken, Ho Chi Minh'in kurduğu "Hindiçini Komünist Partisi" ile ilişkiye geçiyor, sonra parti onu üyeliğe kabul ediyor ve orada, Fransızlara karşı kazanılan "Ağustos Devrimi"ne katılıyor.
Frey, 1945 yılında, Vietkong'un efsane generali Vo Nguyen Giap'ın en yakın adamlarından biri. Onunla birlikte, karargahta çalışıyor. Giap 1946 yılında Vietnam gerilla ordusunun baş komutanı, Fransızlara karşı savaşılıyor ve ilk büyük zaferini henüz kazanmamış, Frey 1951 yılında Giap'a veda edip memleketine dönüyor. General Giap 7 Mayıs 1954'te ünlü Dien Bien Phu savaşında modern ve muzaffer Fransız ordusunu yenip tüm lejyonerleri Vietnam'dan sepetlendiğinde Frey, Viyana'da bazı firmaların mallarını satmaya çalışan küçük bir tüccar. Hayat hikayesini, yaşadıklarını yazıp Avusturya Komünist Partisi'ne veriyor ama partiyle hiç alakası yok.
Ernst Frey 1994'de öldüğünde ardında 1200 sayfalık bir kitap taslağı bırakmış. Kitabı 2001'de, bir Otobiyografi olarak yayınlandı da, dünya böyle bir adamın yaşadığını öğrendi. Ve asıl kitap çıktıktan sonra, hayatının boyutları da anlaşıldı. Sizi bilmem ama, Asya ile ilgili biri olarak "Vietnam mon amour" adlı kitabın beni oldukça heyecanlandırdığını söyleyebilirim. Kitabı basıma hazırlayan ve emeği geçen Doris Sottopietra'ya da teşekkür etmeliyiz. İspanya'ya gitmeyişinin asıl nedenini de kitaptan öğreniyoruz: İspanyol devrimcileri sosyalistten çok anarşistler ve Frey'in ideolojisine tersler.
Frey, Hindiçini savaşında Fransız saflarında savaşırken Japonlar tarafından esir de alınmış ve savaş bittiği için altı ay sonra serbest bırakılmış. O zaman doğrudan memleketine dönmemiş mesela, onun yerine Hanoi'ye gidip, yanındaki diğer arkadaşlarını da Hindiçini Komünist Partisi'ne üye yapmış, kendisi zaten Eylül 1942'den beri Ho Chi Minh'in partisine üye. Vietnamlı Komünistler Frey'e önce Tonking'de öğretmenlik yaptırmışlar, sonra da Vietkong'un Fransızca "Le jeunne Viet-Nam" gazetesini o çıkarmaya başlamış. Ama Fransızca bilen adam kıtlığı nedeniyle hemen general Nguyen Son'un danışmanlığına doğrudan güneydeki cepheye göndermişler. Yıl 1946. Temmuz ayındaki Ankhe Geçidi savaşından sonra Frey, Vietkong'un albay rütbeli tek Avusturyalı subayı olmuş, terfi etmiş. 1947 Nisanında Chine ve Batha savaşlarından sonra Güney Truong-Bo'da Frey, oradaki direnişin ikinci kurmay başkanı ve bizzat general Giap tarafından oraya gönderilmiş. Aralık ayanında kazanılan Viet-Bac savaşını bizzat o yönetmiş. 1948'de, dördüncü direniş bölgesi komutanının -bir general- yardımcısı olmuş.
Frey, 1949 ilkbaharında, çok çalışmak, yetersiz beslenme ve Malaria nedeniyle bilncini kaybedecek kadar hastalanmış ve yıl sonuna kadar hastaymış, sonra Vietnam Savaş Bakanlığı'nda çalışmaya başlamış. Daha Mayıs 1949'da, askerlikten azledilmesi için bir dilekçe vermiş, ama dilekçesi önce reddedilmiş. Frey, 21 Ocak 1950'de, yeni açılan Çin sınırından geçerek önce beş ay "Çinli yoldaşlar"a misafir olmuş, sonra biraz daha Çin'de kalmış ve 16 Nisan 1951 günü oradan ayrılmış. Tabii o zaman Çin'den Avusturya'ya nasıl seyahat edilir, hiçbir yoldaş bilmediğinden, onu önce Sovyetler Birliği'ne göndermişler. Ruslar onu bir ara unutmuşlar ve nihayet 4 Haziran 1951 günü, SBKP Merkez Komitesi'ni de karıştırmak pahasına Viyana'ya inmiş.
Ernst Frey'in otobiyografisinin ilk kırk sayfasını okuyunca, tamamen sıradan bir çocukluk geçirdiğini görüyorsunuz. Kitapta eski aile fotorafları var, ve o eski sararmış sepya fotoraflardan. Bu yazının sonunu nasıl getireceğim bilmiyorum ama, yazılmadığı sürece son derece ilginç birçok hayat hikayesinin kaybolup gittiğine en iyi örnek, galiba Ernst Frey'in hikayesi. O Che gibi ünlü değil, ama kitabı yayınlandığından beri önce Avusturya'da, sonra da dünyada tanınan biri oldu. İleriki yaşlarını, nasıl olup da kapı kapı gezerek elektrik süpürgesi gibi şeyler satmakla geçirdiğini ise anlayabilmiş değilim. Ama Vietnamlıların Çinlilerle yakınlaşmalarından sonra general Giap ile ideolojik ayrılığa düştüğünü ve kafasının fena halde karıştığını yazıyor.
Ernst Frey 1980'de, Vietnam'a hizmeti nedeniyle Ho Chi Minh Madalyası ile taltif edildi.

Otoriterleşen çoğunlukçu demokrasinin krizi hakkında notlar

Demokrasinin giderek bozulduğu, şekilsel ve çoğunlukçu bir totalitarizme dönüştüğü Türkiye, demokrasi konusunda yoğun bir öğrenme sürecinden geçiyor. Malum, "öğrenmek" dediğimiz edimin en sahici ve sağlam olan türü, özdeneyimlerle öğrenmektir. Dünyaya açık bir yer olmasına rağmen, dünyayla değil kendikendisiyle ilgilenmekten dünyayı göremeyen bir yer olan Türkiye, bu çok önemli özdeneyimle meşgulken, sadece Türkiye'de değil dünyada da bir demokrasi erozyonu yaşandığını pek görmüyor. Tabii buradan hareketle -resmen hasta!- islamcıların "aklına" uyup, "Eh bak, Avrupa'daki Demokrasi de bozuluyormuş, daha ne şikayet ediyorsunuz?" demeyeceğiz. (Bu cümleyi de buraya, İslamcılığın bir akıl/ruh hastalığı olduğunu yeniden göstermek ihrtiyacı duyduğumdan yazdım)
Demokrasinin krizinde dikkat çeken konular, "demokratik kararlar"ın, yani -şimdi anlaşıldığı şekliyle- çoğunluk tarafından alınan kararların "sağduyulu olup olmadığı", hatta bazen "cezai ehliyetinin olup olmadığı" tartışılır noktaya iyice yaklaşmış durumda. Bu tip "demokratik" konuların başında, (en azından benim 2007'den beri yazıp durduğum haliyle) "ekonomi demokrasisi" geliyor -ki, demokrasilerin kanseri "yolsuzluk" sorunuyla da doğrudan ilgilidir. Kamu Malı'nın kullanılması ve halkın ortak kullanımına sunulması olayı. İhaleleri, iktidara gelenin "götürdüğü" kamu malı düzeni. Yöneticiler nasıl oyla seçiliyorsa, yatırımların biçimi ve dağıtımı da, onu kullanacak yerel/ulusal halk tarafından belirlenmelidir. Gezi Devrimi, geleceğin Katılımcı Demokrasi'sinin bu önemli ilkesini, tüm "muhafazakar" kafalara çakmıştır. Bunu şimdi herkes, en azından öğrenmiş bulunuyor -böyle bir ilke var ve gelecekte uygulanacaktır.
Sorun sadece bu değil elbette. Ondan daha önemli olan, "Hukuk Devleti" ilkesi var. Bu ilke Türkiye'de erozyona uğramak bir yana, alenen yıkılmıştır. Dünyada da bir hukuk erozyonu söz konusu. Tabii burada kolaya kaçıp, konuyu "tarafsız hukuk yoktur" lafazanlığında boğmak da mümkün. Lafazanlığı İslamcılara bırakıp, onlarla aramızdaki çok açık ve net çizgimizi koyuyoruz: Özgürlükçülük. Bu ilke ile, İslamcıların koyunist laf cambazlıklarını iyot gibi ortaya çıkarmak mümkündür. O halde, 2008'den itibaren bin kere söylediğim ilkeye, 'Özgürlükçülük' ilkesini de ekliyorum. O zaman bu ilke şöyle detaylanmaktadır:
Her zaman ödünsüz bir şekilde insani/evrensel değerleri savunmak, dürüst olmak ve özgürlükçü olmak.
Demokrasinin katılımcı yanının, "Neoliberal Post-Demokrasi"lerde tamamen iptal edilip, herşeyin sandığa ve mecliste boşboş konuşmaya indirgendiğini biliyoruz. Türkiye, bu konuda "örnek ülke" konumunda. Aynı şekilde insan-hakları, ondan daha önemlisi: İnsan Haysiyeti, kolaylıkla çiğnenebiliyor. Türkiye'de Başbakan'ın alenen Halkın bir kısmına "Çapulcular" demesi, hem tarihe hem de siyasi literatüre geçti. Basın Özgürlüğü konusu ise herkesin nalumu. Türkiye'de bu konuların çok aleni ve belirgin bir şekilde bozuluşu, şekilsel demokrasinin -en azından Türkiye özelindeki- krizini anlamayı kolaylaştırıyor.
Ama Türkiye'de neredeyse hiç konuşulmayan, finans çevrelerinin demokrasi (ve tabii sosyal yapı) üzerindeki bozucu etkisi. İktidar politikacılarının bazen makul aklın sınırlarını zorlayan sözlerini yorumlamaktan vakit kaldığı ölçüde, Türkiye'de borçlar sorununun, kredi kartı uygulamalarının vd. anvak lafazanlıktan zaman kaldığı zaman basında yer aldığı görülüyor. "Sıcak Para" deyip geçilen konunun, demokrasinin totaliterleşmesinde oynadığı rol de konuşulmalı. Bu konu, finans piyasalarındaki çöküşün hemen ardından, hem Avrupa'da hem de Amerika'da gündeme gelen konuydu. Amerikan Hükümeti (ve sonra Avrupa), "kurtarmak için" trilyonlarca Doları özel bankalara verirken, o paraların sahibi halka sormadılar. Bu paraların ne olduğu bilinmiyor ve halka geri ödenmeleri mümkün değil!
Sadece Türkiye'de değil, Dünyada da üzerinde durulan diğer konu, demokratik kurumlardan bir çoğunun tartışmalı hale gelmesidir. Sol cenahtaki politikacıların "Katılımcı Demokrasi" dedikleri, benim "Doğrudan demokrasi + Parlamenter Demokrasi" diye özellikle iki ağırlık noktasını belirtme ihtiyacı duyduğum "Yeni Demokrasi", ve onun garantörü rolündeki "Partilerüstü Gezi Hareketi" tipi mobil/canlı halk hareketleri tipolojisi, Türkiye'de doğdu ve önümüzdeki süreçte belli bir kurumsallaşmaya da gidecektir. Dünyanın Haziran ayında işini-gücünü bırakıp gece-gündüz Türkiye'yi izlemesinin nedeni, demokrasinin yeni türü konusunda burada bir nüve görmesindendir. Bu konuda, ahmaklık katsayısı yüksek İslamcıların da önemli negatif-katkısı olmuştur elbette.
Kitleler/Halklar, demokrasinin yeni bir mertebesine, daha adil ve daha medeni bir türüne geçişi talep ediyorlar. Gezi Hareketine Dünyanın şaşırtıcı ilgisi de bu nedenleydi. Sabahın dördünde, Gezi'den haber bekleyen yabancı dostlarımdan biri, dünyanın öbür ucundan, açıkça, "Gezi bizim umudumuz" dedi.
Demokrasinin bir değil birkaç krizi birden yaşanıyor ve dünyadan buraya bakan insanları da düşünerek, dünyaya bakmakta fayda var. Aslında, bir ayrışma yaşanıyor. Her türden Muhafazakarlar tarafından savunulan bir "Eski Demokrasi" var, bir de bu eski demokrasiden kopup ileriye doğru yürüyen ve artık gençler kadar yaşlılar tarafından da istenen "Yeni Demokrasi." Kuşaklar arasındaki kopuş, Türkiye'de sancılı olmuyor, çünkü hayatları ezilerek geçmiş Sol eğilimli yaşlılar da çocuklarının yanında duruyorlar. Muhafazakarların çocukları ise, çok küçük bir yaygaracı grup dışında, "Yeni Demokrasi"ye yaraftar veya merakla bekliyor. Ekonomik Demokrasi, Doğa/Hayvan Hakları Demokrasisi, Eğitimin dünya ile uyumlu kalitede olmasından doğan Eğitim Demokrasisi, bütün bu konular, Yeni Demokrasi'nin konu yelpazesinde. İklimleri etkileyen Endüstri/Finans (kısacası Kapitalist Sistem) konularında uygulanacak Demokrasi (Bu konuda şehir yönetimlerinin daha da özerkleşmekte olduğu günümüzde, Dünya Şehirlerleri Birliği'nin iklimsel bozulma konusunda devletlerden daha başarılı ve hızlı yöntemler geliştirdiklerini burada yazmıştım).
2008'den itibaren etkimeye başlayan ve Türkiye'de en az 30 yıl boyunca tam anlamıyla etki gösterecek olan yeni konjonktürün "Sol" bir konjonktür olduğunu yineleyelim. Bu vesileyle açıktan söylenmesi gereken de şudur: Kapitalist sistemin belirlediği ve Dünyadaki yaşam koşullarını ortadan kaldırmakta olan Kapitalist Yaşam Biçimini, (yeni bir tür) 'Refah' kalitesinden asla taviz vermeden akıllı bir biçimde değiştirmek. Türkiye Tarihinin en vahşi kapitalizminin sahibi/koruyucusu/muhafazakarı "Müslümanlar"dan kurtulmak, bu yolda Türkiye'de atılacak en önemli adım olacaktır. Dünyadaki durum biraz daha karmaşıktır. Demokrasinin krizi, aslında Politika'nın da krizidir. İşlevi olmayan ve gelecekte daha da gereksiz olan siyasi kurumları saysak, oldukça büyük bir yekün tutar.
Eskiden Solcuların çok kullandığı, Türkiye'de İslamcıların Solculardan çaldığı "Darbeeğ" çığırtkanlığı ve darbenin sadece askerler tarafından değil, Berlusconi, Zapatero, Erdoğan tarafından da -sivil formatta- yapılabileceği gerçeği, artık Avrupalı entelektüel çevrelerin de gündeminde. Konu beş yıl kadar önce Doğu Avrupa'da da tartışılmıştı. Özel bankaları halkın parasıyla kurtarmak, bunun için bilmem ne komisyonları kurmak, hatta Yunanistan'ı bu yöntemle kurtarırken halka hiç sormamak, demokrasinin neresinde? Bunu geçen yıl Avrupa Basınında bol bol sorup bol bol yanıtladılar, ama kimse Türkiye'deki gibi sokağa inmedi, belki kaynama derecesine daha var orada.
Aslında sorun, "Demokrasinin krizi" değil, "Demokrasinin ilgası." Hele Türkiye'de bu rahatlıkla söylenebilir. Neoliberalizm, Sosyalist Blok yaşarken Batı Dünyasında kazanılmış hakların geri alınması ve sosyal devletin de acımadan yıkılmasıdır. Bunun sonucu, derin sosyal sorunlar oldu. Herşeyi özelleştirmek, kimliklerin de özelleşmesini beraberinde getirdi. Kürt sorunundan "Müslüman kimlik" sorununa kadar, hepsinin neoliberalizmle ve onun toplumu ufalayıcı etkisiyle ilgisi var. Sorunların sosyo-ekonomisini konuşmayan (ve malesef bilmeyen) havanda su dövmeye meraklı köşe yazarı esnafının etkisizliği ve çaresizliği de bu yüzden.
1968'deki gençlik hareketleri, 1970'li yıllarda tüm dünyada yeni aşamalara geçip mesela çevre bilincini yükseltirken, Türkiye, gençlerini öldürüp hapsetmekle meşguldü. Kendi küçük kafasının almadığı hiçbirşeye izin vermeyen Türk Muhafazakarlığının direncini Gezi Hareketi kırmıştır. 1968'den sonra Solcu gençlere yapılan onca eziyete rağmen Avrupa'da nasıl yeni bir dönem başladıysa, Türkiye'de de başlayacaktır ve 1968 öncesinde Avrupa'ya hakim eski usul muhafazakar kafa nasıl değişmek zorunda kaldıysa, Türkiye'deki de değişecektir -doğanın yasasıdır. 1968 sonrasında Avrupa'daki değişimin nasıl olduğuna bakarak, burada da Gezi sonrasında nasıl bir değişim yaşanacağını tahmin etmek mümkün.
1968'lilere karşı Avrupa ülkelerinin gizli servislerinden tutun da polisine jandarmasına kadar her "araç" kullanıldı, her yol denendi. Orada gençler, Vietnam savaşına karşı çıkarak, kendi ülkelerinde de mesela Havaalanı yapımına karşı çıkarak başlamışlardı, daha sonra atom reaktörlerinin yapımına karşı çıktılar. Katılımcı demokrasiyi savundular, yöneticilerin dönüşümlü iktidarına taraftılar, seçilecek adayların partilerin değil halkın belirlediği kişiler olmasını istediler, homofobik yaklaşımlarla mücadele ettiler, kadını küçümseyen yaklaşımlarla mücadele ettiler (hatta bu aşamada sağlam bir kadın hareketi doğdu), yeni yaşam biçimleri denediler, ırkçılık/faşizm karşıtı yaklaşımların dünyada kurumsallaşması ve öyle kalması için ciddi katkıda bulundular. Gezi Hareketi'nin bir ay içinde sergilediği yaklaşımlara bakarak, 68'lilerden da fazlası olduğunu biliyoruz. Şimdi bunların bilincinde olup, birçok şeyi konuşmak ve böylece geleceğe hazırlanmak gerekiyor, -zira Türkiye'nin geleceği Gezi-Kuşağına ve onların çocuklarına emanet edilecek, Türkiye'yi belki 30 yıl onlar yönetecek.

Domenico Quirico'nun 'İslamcı enternasyonal' ve 'global cihad' hakkında düşünceleri

Domenico Quirico, Suriye'de İslamcı bir muhalifle birlikte
Domenico Quirico, Suriye'de "iç savaş" diye adlandırılan savaşı izlemek üzere bölgeye La Stampa gazetesi tarafından gönderilmiş deneyimli bir savaş muhabiri. Haziran ayında Suriye'de islamcılar tarafından Nisan ayında kaçırıldı ve 8 Eylül'de, serbest bırakıldı.
Quirico, serbest kalıp İtalya'ya döndükten sonra bu süre zarfında edindiği bilgiler ve izlenimlerin sonucunu, tecrübesi ve dünya gözlemleriyle birleştirip, Tempi'ye, uyarı mahiyetinde bir mülakat verdi. Önemli olduğu için, kısaltarak buraya alıyorum. Yazının bundan sonrası, Quirico'nun sözleri ve görüşleri...

"7. Yüzyıldaki 'Büyük Halifelik'i yeniden kurmak isteyen 'İslamcı Enternasyonal', Arap Baharı'nı ele geçirdi. Batı, 'ılımlı' İslam diye birşey olmadığını, Arap baharının sona erdiğini bilmiyor. İslamcı ve Cihadcı projenin yeni aşaması, büyük bir İslam Halifeliği kurmak. Bunun önündeki baş engel biziz (Batı). Suriye'ye, Pakistan'a, Nijerya'ya, Mısır'a, Somali'ye, Kenya'ya, Orta Afrika'ya ve diğer devletlere saldırı, aslında İslam'ın savaş ilanıdır.
Batı'ya karşı savaş ilan etmiş, askeri yapılanmaya sahip uluslararası Cihadizmin sistemli bir şekilde uyguladığı net bir siyasi projesi/hedefi var. İslamcı projenin hedefi, 7'inci Yüzyıldaki islami Hilafeti yeniden kurmak ve dünyanın askeri/siyasi fethi.
Şartlar değişti. El Kaide, hiç olmadığı kadar güçlü, çünkü yirvesini teşkil ettiği bir Hareketi yönetiyor. El Kaide'nin, Batı'ya karşı en radikal meydan okuma edimini temsil etmesi, cazibesini yükseltiyor. El Kaide'nin kolu, her Müslüman ülkeye ve Batı ülkelerinin çoğuna uzanıyor. El Kaide aramızda, özellikle Balkanlarda ve İspanya'da. İspanya, yeniden fethedilmesi gereken eski Müslüman ülkesi olarak görülüyor ve bunu açıkça söylüyor. Burada söz konusu olan, nostaljik komplo teorileri falan değil, kesin bir siyasi proje ve bu proje silahlara, savaşçılara, paraya sahip. Şu anda Suriye'ye odaklanmış bir savaş. İsalami düşünce konusunda Şam'ın özel bir önemi var.  Cihad, adım adım Halifeliği kurmak için çalışacağı kendi merkez/çekirdek ülkesinin arayışında.
Batı zayıf ve gaddar, çünkü onyıllardır temel özelliğimiz haline gelmiş korkaklığı, enerjiyle takas ediyoruz, tıpkı Libya'ya Fransız müdahalesi gibi. Etik bir şey olduğu halde harekete geçmek yerine donup kalıyoruz, ya da faydadan çok zararı olacak şekilde sert vuruyoruz: Obama'nın Suriye'yi bombarduman etmesi gibi aptalca planları hayata geçirilseydi tam da bu olacaktı. Böylece El Kaide'ye, sahip olmadığı bir şey de sunulmuş olacaktı: Hava Kuvvetleri.
Geniş bir coğrafyada yapılan bombalı saldırılar/suikastler, 'İslamcı Enternasyonal'in farklı cephelerde aynı anda savaşabildiğini, büyük bir hızla hareket edebildiğini ve yeni cepheler açabildiğini gösterdi. Batı bu olayları gözden kaçırıyor, çünkü birşey bilmiyormuş gibi yapmak, rahat. Gerçeği ve sorunun doğasını kabullensek, kesin bazı kararlar alacağız. Batı, korkaklığı kapalı/dumanlı bir zihinle karıştırdığından, midyeler gibi duvarlara tutunup, toplantıların ve televizyol salonlarının hayal dünyasında yaşıyoruz.
Hayallerden biri de, radikal İslam'ın sadece birkaç çılgın tarafından savunulduğu, sadece onların dünyada gezip çılgınlıklarını yaşadıkları yönünde. İslam"ın gerçekte toleranslı/hoşgörülü olduğunu, yenilikleri almaya hazır olduğunu düşünüyorlar, kendi gözlemlerine güveniyorlar. Müslümanların Batı "lütfu" İnternet ve Facebook kullanıyor olmalarıyla Batılılar İslam hakkındaki kendi fikirlerinin doğrulanmış olduğunu sanıp seviniyorlar. Görmek islemediğimiz şu: Hoşumuza giden Batı'yla ilişkileri olan ılımlı ve eğitimli İslam, sadece küçük bir azınlık tarafından temsil ediliyor.
Arap Baharı'nın başladığı zamanla alakası yok. Arap Baharı bugün Hilafetin yeniden tesisi için bir projeden ibaret, -ve bu da Batılı Hükümetlerin suçu, çünkü önce Arap Diktatörlüklerini desteklediler, sonra da devrimci hareket karşısında şaşırıp kaldılar, 360 derece dönmeye çalıştılar. Devrimci Hareket şimdi islami bir hareket ve kendini gizlemiyor bile. Onu demokrasi renklerine boyayan Batı idi, çünkü böylesi daha hoşuna gidiyordu. Gerçek başka, hep başkaydı.
Esad her ne olursa olsun, gelecek olan şey kadar kötü olamaz. Suriye'ye askeri saldırının her türü, siyasi bakımından akıllıca olmaz. Esad henüz tayin edici önemdeki yerleri kontrol ediyor. Suriye'ye askeri bir saldırı, durumu İslamcıların lehine çevirir.
Ilımlı İslama inanmak, siyasi açıdan doğru değil. 2011'den beri tüm Arap devrimlerini dolaşıyorum. Paris'te televizyona çıkan, alkış alan, dinleyenleri coşturmasını bilen çok sayıda İslamcı ile tanıştım. Sonra doğrudan Müslüman ülkelere gittim, oralarda dolaştım ve gördüm ki, o sevimli tartışmalar sadece vitrin/tiyatro. Gerçeği yerinde gördüm, bambaşkaydı. Aslında Bolşevizm gibi. Siz hiç ılımlı Bolşevizm gördünüz mü? Hayır. Çünkü doğası buna uygun değil. İslam da böyle. Ilımlı bir İslam olamaz, çünkü İslam totaliter bir savaş dini. Ve bunu açıkça söylemeliyiz. İslam, Muhammed'in savaşlarıyla ortaya çıktı. Savaş, İslam'ın varlığının merkezi bileşenlerinden biri. Normal bir din haline gelse, İslam değil, başka birşey olur."

Çin'in yeni Cumhurbaşkanı Xi Jinping ve umut

"Çin'in altı aylık yeni Cumhurbaşkanı ilginç bir kişi" diye topa girmek, Doğulu mantalitenin hoşuna gider -tıpkı Türkiye'deki Doğulu mantalite gibi. Nitekim Xi Jingping'in babasının reformcu ÇKP kadrosundan olduğunu biliyoruz mesela. Eşine "Çin'in Michelle Obama'sı" dendiğini de biliyoruz. Bir yıl önce Çin Komünist Partisi'nin Genel Sekreteri, yani başkanı seçildiğinden beri dünyanın gözleri Xi Jingping'in üzerinde (tabii bu "Dünya"ya Türkiye dahil değil!) Sempatik görünümlü Xi'nin "hakkında az şey bilinmesi" lafının gizem gibi kullanılacak bir yanı olduğundan bahsetmeyeceğim, zira ÇKP'nin birey olmak yerine "Parti neferi olmak" diye özetlenebilecek tek tip yoldaş üretim merkezi gibi işlediğini, buna uyanların da kariyer basamaklarını hızla tırmandıklarını biliyoruz. Türkiye'de de böyle.
Türkiye'de ne zaman yaşadığı tartışmalı bir "Vahabi Osmanlı"ya özenen AKP iktidarından farklı olarak Başkan Xi Jingping, Mao Zedung'a ve Mao devrine özendiğini gösterir sinyaller veriyor. Bir taraftan da pilot bölgelerde yeni neoliberal deneyler yapıyor, Shanghai'de pilot "finans bölgesi" kurmak gibi.
Başkan'ın kafa yorduğu ve canını sıkan konulardan birinin internet medyası ve sosyal medya olduğu anlaşılıyor. Muktedirlerin internet korkusu/cahilliği her zaman komedi malzemesi, ama trajik bir komedi malzemesi, sonunda canı yakıyorlar. AKP'nin "sosyal medyaya girin" talimatı nasıl soayal medya'nın ruhuna aykırıysa ve talimatla bu mecraya girenler, nasıl iyot gibi ortaya çıkıyorlarsa, aynı sözlerle "ordu kurup sosyal medyaya girin"mealinde bir anlayışla sosyal medyaya dalan ÇKP'li yoldaşlar da ortalığı birbirine katmışlar. Şöyle:
Çin'de çıkarılan yeni bir yasaya göre internette söylenti/dedikodu yayanlar beşbin kere okunurlarsa, bir ilâ üç yıl hapisle şereflendiriliyorlar! (Zira "söylenti"nin tarifi, ÇKP'nin tekelinde!) Bu durumda çok okunan blog yazarları sorun yaşıyorlar elbette. Eleştirel şeyler yazan blogger Xue Menzi, bu listenin başındaki isimlerden. Ne de olsa iki milyon okuru var. Velhasılı kelam, ÇKP'nin "sosyal medyaya girin" sözü üzerine yoldaşlar işi "girişin" anlamış ve tam dörtyüzkırk kişiyi tutuklatmışlar.
Şimdi anlaşıldığı kadarıyla Başkan Xi, hem iyi ve yumuşak biri olmak istiyor, hem de Mao devrinde olduğu gibi parti kampanyaları ile halkı (ve özel hayatını) bir şekilde etkileyip kontrol altında tutmak istiyor. Çin, tıpkı Türkiye'nin yeni muktedirleri gibi, "Partinin çıkarları yasalardan önce gelir" gibi bir anlayışına meyilli bir ülke, adeta bir kıta, böyle muazzam bir kültürü sevmemek mümkün değil. Gel velakin köprülerin altından çok suyun aktığı, Çinlilerin çok değiştiği, Mao devrindeki gibi iki kampanya ve biraz gazla koluna kızıl band takıp slogan atmayacağı da anlaşılıyor.
Çinliler, mahkemelerde haklarını aramaya, internette blog yazmaya ve düşündüklarini söylemeye alıştılar. İşte bu nedenle ÇKP'nin işleri eskisi kadar kolay değil, ÇKP'nin yeni yönetimi "kör gözüm parmağına" uygulamalara da imza atarak -belki de kendini beğendirmek için, "ilginç" uygulamalara imza atıyor. Örnek: "Aynaya bak. Üstünü-başını düzelt." Sonra: "Her Çinli, düzenli olarak yaşlı annesini-babasını ziyaret edecek" -Yasa! Daha sonra: "Her Çinli yılda belli sayıda kitap okuyacak" -istersen okuma! Hapis cezası var (bunun hesabını/kitabını nasıl tuttuklarını bilmiyorum).
Tabii Çinliler, Türklerden daha pratik zekalı olduklarından, bunlara da çare buluyorlardır. Annenizi-Babanızı ziyarete gittiniz, eski Çin standartlarına göre evlenme yaşını da çoktan geçmişsiniz, babanız "sen daha evlenmedin mi" diye sorarsa? Şehirli Çinliler eskisi gibi hemen evlenmiyor öyle! Çinden bir dostum anlattı, işte böyle durumlar için yardımcı olan ajanslar varmış! (Çin'de ne yok ki?!)
Ajans size katalogdan beğendiğiniz bir kadın gönderiyor, ve kadın sizin annenizin-babanızın yanında sizin mutlu karınız rolünü oynuyor -hem de saygılı, kibar, kültürlü, hanım hanımcık! Çarelerin asla tükenmediği Çin'de ÇKP, "parti kafasına göre yönetmeyi bırakıp hukuk devleti olalım" derse, asıl o zaman ABD'ye sahiden meydan okuyabilir. Ama ÇKP, bir demokrasi olmak riskine girebilir mi? İşte bu soruya Başkan Xi Jiping'in "Evet" demesi temennisiyle yazıyı noktalıyorum. Her şey Türk-Çin dostluğu için...

Yeni Çağ'ın yeni 'Refah anlayışı' hakkında

Yeryüzünde hayatına amaç olarak mal-mülk biriktirmeyi seçen, sadece iki canlı türü var: Karıncalar ve insanlar (belki arıları da bu sınıfa dahil edebiliriz). Gazetelerde arada sırada, "En mutlu insanlar hangi ülkelerde yaşıyor" mealinde listeler çıkar ve tabii listenin en üstünde daima İskandinav ülkelerini, Avrupa ülkelerini görürsünüz. Bu listeler, esas olarak o ülkelerin gayrısafi milli hasıladan kişilere düşen gelir miktarı esas alınarak hazırlanır, yani bu anlayışa göre sosyal mutluluğun kıstası, belli bir "Hayat standardı"na sahip olmaktır, -pek üzerinde durulmayan konu ise, Hayat standardının mutlu bir toplum için temel kıstas sayılmasının Avrupa'da bile ancak II. Dünya Savaşı'ndan sonra resmen bir kıstas haline gelmiş olduğudur. Bugün bu anlayışla Dünya'ya bakanlar için, Afrika'da yaşayan bir ailenin mutlu olması zordur ve gene bu anlayışa göre, mesela Afrikalıların nasıl olup da bütün gün gülümsediklerini, sürekli dans ettiklerini açıklamak da sorunludur. Ama o "mutsuz" kabul edilen Afrikalılar, hayatta iki tür açlığın olduğunu söylerler: küçük açlık ve büyük açlık.
Küçük açlık, hayatı sürdürmek için duyulan maddi açlıktır. Yemek-içmek, barınmak, yarını düşünmek zorunda kalmadan yaşamak için gerekli "maddi" şeylere duyulan açlık, küçük açlıktır.
Büyük açlık, hayatın anlamı konusunda sorulan soruların yanıtlarına duyulan açlıktır. "Neden yaşıyoruz, maksat ne?" gibi sorulara bulunan yanıtlar, büyük açlıkla ilgili olan yanıtlardır. Şimdinin dünyasında küçük açlığın doyurulması, büyük açlığın da doyurulmasıyla özdeş sayılıyor ve geleceğin refah anlayışına uzanan yolculuk da tam burada başlıyor.
"İyi bişey" manasında yerin-göğün asfaltlandığı Türkiye gibi bir yerde, insanların şikayetleri ve idealleri için yaptıkları barışçı gösterilerin aşırı polis şiddetiyle bastırıldığı aşamada, Türkiye'de hayat standardının ne kadar arttığını söyleyerek büyüklenmek, küçük tokluğun her derde deva olduğunu sanan anlayışın tezahüründen başka birşey değildir. Yeni refah anlayışı, tam da bu zihniyetin iflas edip tükendiği yerde başladı.
Birkaç yıldır dikkatimi çektiği üzere, ülkelerin yaşam kalitesini ölçmek için "mutluluk katsayısı" gibi endeksler daha çok konuşulur oldu. Bu yıl Türkiye'de ekonomi konusunda "güven endeksi"nden bahsedilmesi de benim için sevindiriciydi (2007'de, Büyük krizin kapıda olduğunu yazdığım bir yazıda, ekonomide "Altın endeksi" ve "Dolar endeksi"nden sonra "Güven endeksi"nin ne olduğunu ve nasıl işlediğini yazmıştım). Şimdi, insanların belli bir hayat standardına göre yaşayınca otomatikman mutlu olduklarını gösterir tüm önkabuller yıkılmış görünüyor -tabii bu tip değişikliklerin TOKİ'ye ve AKP'ye kadar ulaştığını sanmak aşırı iyimserlik olur. Ama kültür sosyologu Gerhard Schulze'nin, daha 1990'lı yılların başında, mutlu ve tatminkar bir hayatı halkın hangi kesimlerinin nasıl yaşadığı hakkında yaptığı araştırma, bize bir fikir verebilir (1). Schulze, endüstrileşmiş ülkelerde en iyi hayatı, orta-alt tabakadaki insanların yaşadığını tesbit etmiş. Bu insanlar, her zaman daha iyi koşullarda yaşayabilecek durumdaki insanlar, mülkiyetleri ihtiyaçları kadar -oldukça az.
Çok eskilerden beri bir "iyi yaşamak" mantığı var. Eski kitaplara bir bakar, mesela kutsal kitaplarda falan da araştırırsanız, bunun tam karşılığının: Sağlıklı bir şekilde, güvenli ortamda tok ve mutlu yaşamak şeklinde özetlendiğini görürsünüz. Hatta sağlıklı olmak ve kendini iyi hissetmek, çoğu kez temel kıstas sayılır. Bu denklemde belli araç-gerecin kullanıldığı ve belli bir "gelire sahip olmak" diye özetleyebileceğimiz, maddi mülkiyete ve paraya odaklı bir tarifi asla göremezsiniz, yoktur. Zaten bu konu Yeni Ahit'te çok net tarif edilmiştir. Ortadoğu'nun eski para/mal ve maddi zenginlik tanrısı Mammon hakkında çok bilinen söz şöyledir: "Hem Tanrı'ya hem de Mammon'a kulluk edemezsiniz." (2)
"İyi yaşamak" ve Refah kavramının maddi bir "Hayat Standardı" halinde tarif edilip, maddi yaşamın mutlu yaşamın da bizzat kendisi sayılması olayı, 16'ıncı yüzyılda ortaya çıkmıştır. O dönemde, zenginliğin sarayla kısıtlı olmayıp halkın bir kısmında da görünmeye başladığı dönemdir ve bu da giyim-kuşam ile ifade edilir bir şeydi. 18'inci yüzyılda bu inancın sağlam bir veri haline getirildiğini görüyoruz. O tarihten günümüze doğru "İyi yaşamak" ve "refah" anlayışının tamamen maddi/sayısal bir hayat standardı anlayışına dönüştüğü kapitalistleşme süreci yaşandı ve bu anlayış 1970'lerden itibaren cidden sorgulanmaya başlandı. Sürekli büyümek ve bir ülkenin maddi gelirini ifade eden sayıların sürekli büyümesi, o ülkenin vatandaşlarını daha mutlu kılıyor muydu? Bunu ince eleyip sık dokuyarak inceleyenler, hiç de öyle olmadığını, hatta mutluluk katsayısının giderek düştüğünü kanıtladılar. Burada benim aklıma hemen, Club of Rome'un ünlü raporu gelir. "Büyümenin sınırları" var deyip bin sayfalık ince puntolu bir kitabı Dünya'nın gündemine öyle bir soktular ki, kitap tüm satış rekorlarını kırmıştı (ama kimse tamamını okumamıştır!) Ve tabii 1972-73'deki petrol ve enerji krizi, Suudi bakan Yamani'nin adını herkesin bildiği bir dönem. Vietnam olayı ve 1968 Gençlik patlamasından hemen sonra gelen bu olaylar, tam anlamıyla tarihi olaylardır ve "yaşam standardını esas alan refah adaları" Batılı birkaç ülkenin vatandaşlarının zenginleştikçe mutluluklarının artmadığını, bu anlayışı sürdürmenin giderek zorlaşacağını göstermiştir. 1980'li yıllarda kitaplarını severek okuduğum Erich Fromm, bu yeni fenomeni şöyle ifade etmişti: "Batı Dünyası çıkmaz sokakta. Ekonomiyle ilgili birçok hedeflerine ulaştılar, ama hayatın anlamı/hedefi konusunu ıskaladılar." (3)
Konu özellikle 1970'li yıllardan itibaren tartışıladursun, "Refah" sözcüğünün karşılığı daha yeni yeni farklı yerden tarif edilmeye başlandı. Mesela tuğladan kalın Brockhaus Ansiklopedisi ciltlerinde, "Halkın belli bir kesiminin veya bireylerin, ekonominin nimetlerine ulaşım derecesi" ile ilgili bir şey mealinde tarif edilirken, Wikipedia, "maddi ve made ötesi öğelerden oluşur" gibi bir cümleyle, eski tarifleri bir kenara itiyor. Türkçe söylüklerde de Refah, "Huzur, ferahlık rahatlık düzeyi" gibi daha doğru bir yerden tarif ediliyor.

Yeni refah anlayışı hakkında...
Refahın yeni tarifini, insanların sağlıklı, güvenli ve gelecek korkusu olmadan, küçük açlığı yanında büyük açlığını da doyurduğu bir huzur ve rahatlık düzeyi olarak anlıyoruz ve bu denklemden maddesel çokluk olayını düşüyoruz. Şöyle.
İnsanlar, sadece karnı doyrulup sokağa salınabilecek yaratıklar değiller. Zaten ruh/vicdan/etik/akıl sahibi insan gibi insan olmanın ve insan kalmanın bir numaralı koşulu (ruhsal/bedensel) özgür bir ortamda, adaleti de kapsayan iyilik ve güzellik duygusuna sahip, anlamlı bir hayat sürmektir. İnsanın doğasına uygun bu ortamın sağlanması, mutlu ve tatminkar bir hayat sürmesi için temel koşuldur. Wikipedia'nın da es geçmediği "madde ötesi" manevi değerler, (bazılarının sandığı gibi bir kutsal kitabı beşbin kere okuyup hatim indirmek falan değildir elbette!) hayat kalitesi kalemine sayılan, çok önemli öğelerdir. Biz buna kısaca, kendisiyle ve hayatla barışık olmak, "Hayat memnuniyeti" diyebiliriz ve bu faktör, geleceğin yeni prestij faktörü olmaya adaydır.
Bilindiği gibi, sonradan görmeler iticidir. Gelişinlik ifadesi diye şehrindeki beton sayısıyla övünenler bugün nasıl "süzme salak" muamelesi görüyorsa, mesela şehrinde yaşayan dünyaca ünlü müzisyen sayısıyla övünenler de o ölçüde saygı görüyorlar. Yeni refah anlayışı, ağırlıklı olarak maddi değil bu manevi alanla ilgili olacaktır ve manevi alanın bir numaralı genel atmosferi de kültür ve sanat olacaktır. Kendisiyle barışık insanların, mal-mülk sahiplerine göre çok daha prestijli olacaklarını görmek için, geleceğin bir aynası olan sosyal medyaya bakabilirsiniz. Sosyal medyada zenginlerin değeri oldukça düşüktür, ama sanatçıların, özgürlükçü mücadeleci akıllı insanların değeri de oldukça yüksektir. Maddiyatın ve mülkiyetin değerinin bu hızlı düşüşü, maddiyat biriktirerek adamlığını ispatlamaya çalışan ahmaklar sınıfının dünyasının sürdürülemez hale geldiğinin, insanların düşünen kesimi tarafından kesinlikle anlaşıldığını gösterir. Maddiyat konusunda ilk elden değişiklik, "sahip olmak yerine: Birlikte kullanmak, kiralamak, değiştokuş" olabilir. Ama özellikle yaratıcı aklın ve eğitimle/yetenekle edinilen seviyelerin daha prestijli hale geleceği kesindir ve bu durum fırsat eşitliği ile birlikte değerlendirildiğinde çok demokratik (ve Sol) bir karaktere sahiptir.
Batılı anlamda "Refah toplumu" anlayışı'nı -ki Türkiye'ye de bu anlayışın en kaba "Müslüman" hali hakimdir- ilk kez derinlemesine eleştirenlerden biri de ekonomist Tibor Scitovski (4) olmalı. bu adam, maddesel zenginlik ve onun peşinde koşturmaca ile "Hayat sevinci"nin kaybolması arasında ters orantı olduğunu kanıtlayan kişi. 1980'li yıllarda "Kapitalist sekiz saatlik iş sistemi" diye özetleyebileceğim hayat tarzına gelen köklü eleştiriler de bu konuyla ilgilidir ve başka bir yazımızda yeniden enine-boyuna konuşulmayı beklemektedir.
Refahın maddi bir kategori olmaktan çıkmaya başladığı aşamadayız. Hep daha moda şeyler giyip daha yeni arabaya binip, bir ev daha almak türünden, sonradan görme maddeci "Müslüman" refahının bile sormadığı soru şudur: "İyi de neden?" bu sorunun Türkiye'deki yanıtı, mide bulandırıcı bir "Komşunun da var ama" veya "Akrabalarımın da var" türünden bir ilkellik türüdür. Ve her Ramazan oruçlar ihmal edilmese bile, prestij denen şeyin, belli çevrelerde esasen maddiyat (ve maddiyat kaynaklı siyasi/kişisel güç) üzerinden yürümesi alışkanlığıdır. Şimdi bu anlayışın değişmeye başlaması, hem yeraltı/yerüstü/insan kaynaklarının tüketilmesini önlemek bakımından hayırlıdır, hem de "sürekli daha fazlası lazım" anlayışının küçümsendiği ve prestij kaybettiğini göstermektedir.
Yeni sosyal Refah anlayışının köşe taşları: (Sosyal Devlet güvencesinde) sağlık, gelecek güvencesi, eğitim ve kültür olmaktadır. Bu arada insanların büyük açlıklarını gidermeleri için muazzam bir (her türden çok boyutlu) kültür-sanat dönemi yaşanacağını söyleyebiliriz. İnsanlar, hayatlarının anlamıyla, sosyalleşmeyle, yeni sosyal yaşam türleri kurup yaşatmakla, sınırları aşan boyutta ilgileneceklerdir. Bu yeni mobil yaşamın daha sonra durulacağını, yavaşlayacağını, maddiyattan daha da uzaklaşacağını ve yeni sosyal yapıların ortaya çıkacağını söyleyebiliriz. Bu yeni sosyal atmosferlerde ailenin, birkaç kuşağın yeniden birlikte yaşamasının, yeni derin dostluk birliklerinin ortaya çıkabileceği şimdiden bellidir. İnsanlar, güvenli ve düzenli bir geliri, maddi zenginliğe yeğliyorlar. Bu eğilim, insanların lafına değil işine bakarak net bir şekilde görülüyor. Kimse geleceği konusunda sürekli endişelenerek yaşamak istemiyor. Devletin verdiği sözleri tutmasını istiyorlar. Herşeyi özelleştirip sosyal-devleti tasfiye eden neoliberal devletlerin/anlayışların sonu geliyor. Doğa, çok önem verilen bir faktör olarak ortaya çıkıyor. Bilimsel araştırmaların da kanıtladığı üzere doğaya yakın veya doğanın içinde yaşamak, insanların yaşak sevinçlerini yükseltiyor. Bu nedenle gelecek insanının doğuştan çevreci olacağını, asfalt/beton manyağı muhafazakar kapitalist mantığın soyunun tükeneceğini şimdiden söylemek mümkün. Yeni refah anlayışı, refahın insanlığın tamamına ulaşmasını amaç edinen temel faktörler yelpazesi ve başta, tam bir zihniyet devrimi.

Dipnotlar:
1. Gerhard Schutze, "Die Erlebnisgesellschaft. Kultursoziologie der Gegenwart", Frankfurt 1993
2. Yeni Ahit, Matheus 6:24
3. Erich Fromm, "Der Moderne Mensch und seine Zukunft", Frankfurt 1960
4. Tibor Scitovski, "The Joyless Economy", New York 1977