Hiçleşme sonrası 2016'nın bilinmezlikleri üzerine

Çok acaip bir dönemden geçiyoruz. Bir taraftan umutsuzluğun dibine vurmuş kesimin dik durur görüntüsüne rağmen ufaktan teslimiyet belirtileri görülüyor... Mesela hiç ummayacağım "keskin" bir köşe yazarı Erdoğan'dan bahsederken adının önüne "Sayın" sözünü eklemeyi ihmal etmemeye başlıyor, ama Kılıçdaroğlu için bu sözcüğü kullanmıyor mesela, veya başka bir iş kadını ilk kez Hükümete yakın bir firma olmaya teşebbüs ediyor. Herkeste bir umursamazlık, bir bezginlik, bir karamsarlık, artık mucizelere bel bağlanmış durumda. Ülkücü denen eski Türk milliyetçileri, İslamcılara payanda olmanın kendi sonları olduğunu anladıkları halde bir şeyi anlamanın ilk aşamasındalar: Hiçleşme...
MHP öyle olsa ne olur, böyle olsa ne olur? HDP'nin Türkiye partisi olmasıyla Kürt partisi olması arasında ayrım yapan yok, zira "ne olursa olsun ne PKK ne HDP muhatap alınmayacak", aslında galiba kimse muhatap alınmayacak. Bu arada CHP de kurultay yapıyor, yapsa ne olacak yapmasa ne olacak...
Aynı durum, celalli muktedirler için de geçerli. Millete ne kadar sövseler, kimse umursamıyor. Daha kötüsü, muhalefet artık iktidarla pek de uğraşmıyor, ona Pek öyle kızmıyor ama asla tasvib etmediği Ay ile Güneş kadar kesin. iktidarı Dünyada kaale alen zaten yok, sırf bu coğrafyada kocaman bir kütle olduğu için ve "var olduğu" için -o ölçüde- ilgi görüyor ve bu ilginin derecesi de "İzolasyon" şeklinde ifade ediliyor, ülkenin tarihinde hiç olmadığı ölçülerde bir yalnızlık...
Hiçleşme, kavga etmeden konuşamayan/varolamayan muktedirler için rahatsız edici boyutlar almış durumda. Tuplumsal kesimlerin tamamında, bir rölanti durumu söz konusu. Motor çalışıyor, ama yürümüyor, hiçbir şey olmuyor. Tam tersine bu durum, büyük bir anlamsızlaşma üretiyor...
Kendini bezginlik, bıkkınlık ve karamsarlık olarak ifade eden bu durum, son Kasım seçimlerinden beri devam ediyor. Ama hiçleşme, yerini yeni bir zaman kalitesine bırakmaya hazırlanıyor. Baharın tüm güzelliklerini sergilediği Nisan ayından itibaren Türkiye, 2018 Martına kadar sürebilecek iki yıllık karmaşık ve izahı zor bir etkiye maruz kalmak üzere. Türkiye'de her konu saf siyaset üzerinden anlaşılmaya çalışılır ama, etkisini muhtemelen yılın ikinci yarısından itibaren gösterecek bu ilginç dönemin özelliği, şimdiye kadarki ömür törpüleyen "fikirsel" alanın dönüşmesi gibi bir durum olabilir. Ben bunu, seviyesiz karalama kampanyaları şeklinde işleyen ve fikirsel değeri sıfırın altına düşmüş bir vaziyet arzeden muktedir şakşakçılığının frenleyip meşgul ettiği fikir hayatının serbest kalması diye yorumlayabilirim.
    Türkiye'nin en büyük sorunu, "absürd" ötesi deli bir durum arzeden lafazanlık ve didişme atmosferinin, Sözcü ile Akit arasında kalmış atışma "kültürü"nün düşünce dünyasının önünde koca bir takoza dönüşmesidir. Türkler, kendi sorunları bir yana, dünyadaki sorunları da tarafsız bir gözle, evrensel normlar dahilinde değerlendirip konuşamıyorlar. Bu kısır döngünün kırılıp, Akit ve Sözcü gibi "fikir" erbabının ne diyeceğini bilemediği bir durum söz konusu olabilir. Türkiye'nin dönüşmesinde önemli ama izahı zor bir alandan söz ediyoruz: Mental ve düşünsel alanda radikal değişiklikler... Bu dönem, mistik bir kaliteye sahip olabileceğinden, ifadesi de -şimdi önemsiz görünebilecek, ama ileride çok önemli sayılacak ve kafa karışıklığı yaratabilecek- bir durum arzedebilir. Gizli kalmış, veya şimdiye dek pek dikkat çekmemiş fikirsel ve yaratıcı bir damarın ortaya çıkması gibi bir durum yaşanabilir. Bu ilginç durum, Türkiye'deki iktidar yapısının değişmesiyle ilgili de olabilir.
    Türkler, başlarına gelenin tekrarlanmasını önlemek için sürpriz girişimlerde bulunabilir, ummadık stratejik ortaklıklar kurabilirler. Bu birlikler, şimdiye kadar islamcı iktidarın kurduklarından farklı ve bağlayıcı olabilir. Pek makul görünmeyecek ne gibi önlemler olabilir, şimdiden anlamak zor ama, mistik yanı yükselen bir dönem yaşanacağından gelişmeleri kestirmek pek kolay değil. Daha kötüsü, bu konular Türkiye'de asla cidden merak ve ilgi konusu olmadığından, büyük sıçramalar olma olasılığı düşük, ama Türkiye'nin kendini bulması gibi bir duruma yaklaşıldığı için, temponun çok yükseleceğini söyleyebiliriz. Düşünce, Düşünce hareketleri, sanat, kültür, yani islamcıların kontrol edemediği ve edemeyeceği bir alanın hızla yükselişi söz konusu. Yenilikler söz konusu. Değişim/Dönüşüm'e yaslanan bu değişiklikler, Türkiye'nin önünde yepyeni düşünsel perspektifler açabilir. 2016'da bir çok şeyin islamcıların kontrolünden çıkacağını ve önemli kararların gene ertelenmeye çalışılacağını ve hiçleşmenin yanında yeni bir kaliteli varoluşun yükseleceğini söyleyebiliriz. Tabii bunlar birer tahmin sadece.

Türkiye'nin hızlı ve devrimci yıllarından biri de 2016 mı?

Türkiye'nin 2016 yılı, çok ciddiye alınması gereken karmaşık ve önemli bir denklem gibi. Ama denklemin başındaki işaretin artı mı eksi mi olacağını kestirmek hiç de kolay değil. Bu da mutlaka önemli değiştirici/dönüştürücü olayların ve önemli zikzakların yaşanabileceğini söyleyebilmek için bizi cesaretlendiriyor. Türkiye'nin böyle kalmayacağını ve 2008 öncesiyle kıyaslandığında çok değişmiş bir yer olacağını 2004'den beri yazıyorum. Bu süre içinde "üçüncü güç" adını verdiğim ve 2013'de hiç yoktan ortaya çıkacağını tahmin ettiğim siyasi gücün "Gezi ruhu" olarak belirmesi, en hoş sürprizdi benim için. Şimdi, o duruma benzer başka yenilikler var ve yenilikler, 2013'den daha etkili oldukları gibi, ülkenin ummadığı sulara savrulmasını da sağlayabilirler.
    2008 öncesine bakıp bugünle kıyaslayarak, şimdiden nelerin değiştiğini söylerken, yaşanan siyasi/ahlaki erozyonu da açıklamak zorundayız. Bir yıkım (ve aynı anda bir inşanın başlangıcı) sürecini yaşıyoruz. Bu süreçte ilk piyango Kemalist Orduya vurmuştu. Türkiye tarihinde ancak Yeniçeriliğin kaldırılması veya İttihat'çıların 1918'de işgalci İngilizler tarafından tasfiye edilmesine benzer bir durum yaşandı. Ergenekon ve Balyoz davaları çok önemliydi. Daha sonra, hiçbir ulus devlette olamayacak şekilde devlet kurumlarını kontrolü altına alan ve mesela hukuku kendi çıkarlarına uyduran bir cemaatin tasfiyesi yaşandı. Bu süreçte bir taraftan da -islamcı bir partide toplanan- Türk Sağının hızla dejenere oluşunu izledik. Bu dejenerasyon, 1990'larda Kemalist ideolojinin içinin tamamen boşalmasına benzeyen bir seyir izliyor. Şimdi sırada AKP ve MHP var. Benzeri bir dönüşümü, artık kendi başına bir akım halini alan Kürt Hareketi de yaşıyor.
    7 Haziran 2015 seçimleri öncesinde Selahattin Demirtaş'ın Cumhurbaşkanı adaylığıyla başlayan ivme sonucu PKK, Türkiye'deki Kürtlüğün tek belirleyicisi olmak tekelinin sallanmaya başladığını hayretle gördü. (Şimdi elbette bir çok kişi çıkıp, "Eğri oturup doğru konuşalım, HDP aslında PKK değil mi?" diyecektir. Buna gülümseyerek "Hayır" diyen ama, içinden pek de inanamayan milliyetçi Kürtlere rağmen, bu iki siyasi önderlik artık aynı/benzeş olmamak eğiliminde.) AKP, PKK'ya yeni bir hayat öpücüğü vererek savaşı başlattıysa da, HDP'yi de zayıflattığını sanarak silahlı direnişlere karşı çok sert bir askeri saldırı uyguluyor, ama savaşı asıl kaybedenin PKK (ve tabii AKP) olacağı görünüyor. Tabii bu da eninde sonunda HDP ve benzeri partilerin yükseleceği demek.
    2008'den beri, krize girip çöküş belirtileri gösteren asıl şey, 1990'ların başında zirvesini yaşayan vahşi neoliberalizmdir ve neoliberal dönemde ortaya çıkan siyasi yapılardır ve bunlar da Türk-İslam sentezinin son turfanda "meyvesi" AKP ile etnik kimlikçiliğin Kürtçü PKK'sıdır. Neoliberal dönemde Kemalist devlet ideolojisinin içinin boşalıp 2008 sonrasında tasfiye edildiğinden bahsetmiştik. Şimdi, İslamcılıkta somutlanan AKP ve payandası MHP'nin de Kemalistlerin akıbetine uğrayacağını söyleyebiliriz. Şu anda hayatta kalmanın şartları: radikal değişimleri bizzat yapmak, pragmatik/esnek olmak ve geleceğin trendlerine şimdiden ayak uydurmaktır. Bunu Türkiye'de en iyi yapan, Kürt hareketi -ama milliyetçilik gibi çok büyük bir sorunu var. Bu sorunu, bizzat Kürt halkının aşacağına dair kuvvetli sinyaller mevcut. Tartışmasız gerçek olan konu artık şu: Kürtler Türklerle birlikte yaşamak istiyorlar ve Kürtler, özgüveni yüksek akıllı Kürt elitlerinin IŞİD'e karşı savaşta elde ettikleri başarıların güç sarhoşluğuyla savaşı Türkiye'de sürdürmelerini istemeyeceklerdir -bu görülmeye başlandı bile.
    Bütün bunlar, barışın yeniden tesisi ve temel sorunların aşılması konuları, Türkiye'nin asıl sorunu çözülmeden yeni bir ivme kazanamayacaktır ve o asıl sorunu çözmek için de her alanda baskı, hiç olmadığı kadar yükselecektir. Bu sorunun adı mı? Elbette Erdoğan. Sorunun adı daha bir kaç yıl öncesine kadar AKP idi, şimdi bir tek kişi ve etrafındakilerle birlikte oluşturduğu demir çekirdekten ibaret. Küçülüp sertleşme/kırılganlaşma söz konusu. Bu hale gelmesi, son 60 yıllık Amerikancı İslami Muhafazakarlığın da final dönemini yaşadığını gösteriyor. İslamcılığın gidebileceği bir yer/yol kalmamıştır, sadece savaş ve "Milli birlik" fikirleriyle zorla halk desteği almak üzerine kurulmuş stratejisinin zafer olasılığı yoktur. Neden kazanamayacağını anlatmak bu yazının konusu dışında, ama değişim-dönüşüm 2012 sonrasında -beklendiği gibi- yeni bir ivme ve kalite kazanmış, çok şey değişmiştir. Şimdi değişimin yeniden hızlı yaşanacağı bir yılla karşı karşıya olabiliriz.
    2016 Yılının en ürkütücü yanı, özellikle yaz sonuna kadar sürecek bir etkiyle, sorumluluk ve kural takmayan ruh halidir -ki "Başkanlık" ilan etmek için sınır/kural tanımayacak bir "irade" zaten mevcut. Ama bu durum Türkiye'deki diğer güçleri de böyle bir yol seçmeye itebilir. Yani bir sabah uyandığınızda kendinizi totaliter bir başkanlık sisteminde de bulabilirsiniz, iç savaşın veya askeri bir darbenin ortasında da. Dünyada savaş olasılıkları ve atmosferinin en yoğun dönemini yaşıyor olmanın etkilerini de unutmayalım. Bütün bunların içinde yönünü kaybetmemek için, yaşananların, Türkiye'nin geçmişini aşmak konusunun birer bileşeni olduklarını gözönünde bulundurmak gerekiyor. Sonuç belirsiz değil. Türkiye'nin geçmişinde etkili rol oynayan tüm siyasi ve kültürel akımlar sert bir sınavdan geçiyor. İstisnasız herkesi ortak paydada birleştiren konu: değişim isteği. Herşeyin eskisi gibi kalmasını isteyen yok. İslamcısı başkanlık sistemi, Kürdü özerklik, milliyetçisi Kürtçülüğün ezilmesini, CHP kendine yeni bir yön çizmek istiyor. (Bu parti, doğru bir yolda olmasına rağmen eski reflekslerinin ve islamcı katakullilerin kurbanı oluyor.)
    Değişim isteği 2016'da öyle yüksek frekansta titreşiyor ki, kalın vitrin camlarını bile patlatacak güçte. Ve titreşim vitrinleri patlattığında ve bir sıçrama sonrasında değişim de bir dengeye oturduğunda, büyük bir rahatlama yaşanabilir. Bu dengenin sağlanması, ülkedeki gerginlik/kutuplaşma üreten kaynakların baskıya dayanamayıp kırılmalarıyla olabilir. Burada "kırılmak" sözcüğünü özellikle kullanıyorum, çünkü Türkiye toplumunun bazı şeylerden vazgeçmesiyle ilgili bir durum. Türkiye Cumhurbaşkanlığından, Parlamentodan, özgürlüklerden vazgeçebilir mi? Türkiye kendini bir tek kişinin iradesine teslim edebilir mi? İşte denklemin başındaki artı ve eksi işaretleri bu karara bağlı. Türkler zaten bazı şeylerden vazgeçmek zorunda kalacaklar, ama vazgeçtikleri şey mesela  -dünyayla uyumsuz- "İslamcı İslamı" mı olacak, yoksa basın/fikir özgürlüğü ve Meclis mi olacak? Buradaki tehlike, ülkenin ayağına 60 yıldır bağ olan bir durumu değiştirirken ileri gidip bazı gerekli kurum ve durumları da değiştirme ihtimali. Ya da Başkanlık sisteminin kurulup gerekli kurumlardan Meclis'in süse dönüştürülmesi durumu da olabilir. Durum bir tür "Bıçak sırtı". Bu yıl yaşanacak "gel-git"ler nedeniyle Türkiye'nin yükümlülüklerinin bir kısmını yerine getirememesi ihtimali var. Bazılarının "başarısız/çöken devletler" kategorisinde anmaya başladıkları Türkiye'nin nasıl bir yol seçeceği önemli, çünkü otoriterliği seçerse, bu durumun Türkiye'nin üçe bölünmesi gibi bir durumu dayatması mümkün.
    Burada durup -bence- önemli bir konudan bahsetmek istiyorum. Türkiye sihirli bir yerdir ve burada geçiçi ayrışmalar ve çöküşler yaşansa da her zaman birileri çıkıp en zor zamanda mucizeler başarmıştır, mesela Mustafa Kemal böyle bir önderdir. Onun klasında başka kişilikler de yaşamıştır elbette, mesela Fetret Devri diye anılan 1402 Ankara Savaşı sonrasındaki 10 yılda da bir kaos olmuş ve şehzadelerin kendi aralarındaki savaş, Avcı Mehmet'in kardeşlerini yenerek Sultan olmasıyla sona ermiş, Anadolu'nun birliği kurulmuştur. 1912-1922 dönemi de böyle bir dönemdi. Bugün de yaşanmak üzere olunan bu durumda ortaya çıkan önderler tarihte "kahramanca savaştı, herkesi yendi ve birliği sağladı" diye anılırlar, ama asla öyle değildir. I. Mehmet'in sultan olup on yıllık kaosu sonlandırmasını sağlayan, Evrenos Bey'dir. Mehmet'e karşı savaşmayı bırakıp onun safına geçmesi, her şeyi değiştirmiştir. O dönemde ülkenin en saygın komutanı Evrenos Bey'di. Mustafa Kemal'in de neredeyse sıfırdan yeni bir ordu kurması ve Yunan ordusunu yenmesi, Sovyetler Birliğ'nin Komintern'de "Ulusal Kurtuluş Savaşlarını desteklemek" gibi bir başlık açmalarından kaynaklanır. Bu karar öncesinde dünyada silah kullanma tekeli sadece devletlere aitti. Bu kuralı değiştiren Sovyetler sayesinde ve Türk Ulusal Kurtuluş hareketini maddi-manevi desteklemeleri sayesindedir. Mehmet'in arkasında duran Evrenos Bey'i nasıl kimse bilmezse, Mustafa Kemal'i destekleyen Komintern'i ve Kızıl ordu generali Frunze'yi de kimse bilmez. Bu görünmeyen güç faktörü kişilere Almanlar "Graue Eminenzen" diyorlar. Eski bir terimdir. Şimdi, buna benzer roller oynayabilecek bir kişi veya (çok az sayıda) kişiler, ülkenin kendi kendini mahvetmesini önleyecek yardımı sağlayabilirler ve belli şahsiyetleri ön plana çıkarabilirler. Yeni önderlerin etrafında belirecek bu yeni insanların özelliği, önderlerin üzerindeki ağır yükleri akıllı bir şekilde devralıp çözerek onların ellerini rahatlatmaları olabilir. Bu kişiler, en başta önderleri şaşırtabilirler ve kuşkulandırabilirler, çünkü "böyle insanlar kaldı mı" diye sorulabilecektir (Evet kaldı!) Şöyle tersi bir durum da olabilir: Türkiye, komşu Suriye için -yaptıklarını unutturmak için- umulmadık şekilde mobilize olabilir (tabii bugünkü güç/iktidar denkleminin değişmesinden sonra).
    Burada benim somut iyimserliğim devreye giriyor ve bütün bu altüst oluşların, çok iyi bir yere çıkacağını söylüyorum. Çünkü genel kuraldır: Evren iyilik prensibi üzerine kurulmuştur. "Dam üstünde saksağan" gibi duran bu konu hakkında okuduğunuz blogumda en az yarım düzine yazı var (yetmezse yenilerini yazıp yeniden "izah" etmeye de hazırım). İkinci gerkçem, 2016 sonbaharında Türkiye'de bir hukuk reformu bekliyor olmam. Bu biraz da uluslararası "piyasaların" dolaylı dayatmasıyla gelebilir. Üçüncü gerekçem: Pratik Türk aklı ve ruhu. Kimse, sırf "Kur'an'a uyalım" hesabıyla ikinci sınıfken üçüncü sınıf yalnız bir ülke olmayı kabul etmeyecektir. Halk belli bir özgürlük anlayışını ve modern yaşamı benimseyip içselleştirmiştir. Şarkılara, Yunus Emre'nin şiirlerine bile karışılmaya başlanması ve dinin modern hayata izin vermemesi bir yerden sonra sökmez, sökmeyecektir, çünkü Türkiye'nin etrafında ve Dünyada bir islamcı cihadcılar çemberi olmayacağı anlaşılmıştır. Ayrıca bu işlerin ağababası Suud rejimi çöküşün eşiğinde (başlı başına bir yazı konusu). Diyanet modeli bir "Müslüman insan" yaratma girişimleri belirginleştikçe, sadece bunun tersi olacaktır, yani İmam Hatiplerden ateist gençler yetişecektir. Başka nedenler de var elbette. Ama sonuçta olayların iyi bir yere varacağını düşünüyorum.
    2017'de Türkiye'yi tanımakta zorlanabilirsiniz, ama "Yepyeni Türkiye" 2016'da kurulmayacak (hatta 2017'de de kurulmayacak). Tarihteki benzerlerine göre oldukça hızlı bir süreç olmasına rağmen, ancak 2024'de sona erecek. 2013 sonrasında geleceği belirleyebilecek en önemli olaylarının yüklüce bir kısmı bu yıl yaşanabilir. Olayları önemli kılacak olan, Türkiye'nin kireçlenip sabitlenmiş tüm eklemlerinin kırılmasıdır. Hayat durağanlık kaldırmaz. Yeni merkez ve dünyanın çekici ülkelerinden/halklarından biri olabilmek için hareketli/sağlıklı/genç/akıllı/yaratıcı olmak gerekiyor. 19'uncu yüzyıl tipi Laiklik, tek adam kültü, fetvacı bela bir din türü ile olmaz. Mesela Diyanet denen şeyin bir beş yıl daha yaşayacağını sanmıyorum. Sözcü tipi kahvehane ağzı eski usul "laikliği"in yaşayabileceğini de sanmıyorum. İnsanların aynı göz hizasında konuşmaya başladığı bir Dünyada, aklını fikrini kararını bir tek adama havale etmek gibi birşeyin hayatta kalabileceğini hiç sanmıyorum -pratik olarak da mümkün değil zaten. Dinlemeyen, okumayan, ama hep konuşan ve her haltı "bilen" bir "elit" falan da olmaz, zamanın ruhuna aykırı. Diplomasiyi başka ülkelere babalanmanın "ortalık sakinleştiricisi" düzeyine indirgemek de olmaz. Gelecekte savaş değil barış, yani ikna (yaratıcı makul akıl) ön planda olacağı için, vasatlar ve ahmaklar otomatikman elenecektir, liyakat esas olacaktır -yoksa diğer ülkelerle rekabet etmek çok zor. Çünkü petrolün (merkezi enerjilerin) önemi hızla azalacaktır. Yani asfalt/beton ihalesinden başka birşey bilmeyenler, bakkalık mesleğine geri dönmek zorunda kalacaklardır.
    Değişimi dayatacak zaman kalitesi çok güçlü olduğundan yıl boyunca değişim baskısının/isteğinin hissedileceğini sanıyorum, insanların katlanmak zorunda kaldıkları daralmalar/yasaklar/sıkıntılar bu yıl fena halde patlayabilir. İnsanları bugünkü cenderede yaşamaya mahkum edenler için 2016 tam bir kabus haline gelebilir. Gezi olayları gibi tayin edici halk hareketleri de yaşanabilir, bizzat devletin içinden, -hatta AKP'nin içinden- beklenmedik hareketler gelebilir, askeri darbe olabilir, veya Türkiye'nin bir bölgesi işgale uğrayıp Hükümet ve Erdoğan iktidardan mecburen uzaklaştırılabilir. Bu ve bunun gibi "hiç beklenmedik" gelişmeler herkesi şaşırtabilir. Ama bu durumların aşılmasını sağlayacak ve ülkeyi kurtaracak olan, tüm kesimlerin değişim isteği olacak gibi görünüyor. Bütün bu zorlayıcı etkilerin ardında yatan anlam da şu: "Değişimi güzellikle yapın, yoksa ite kaka yaptırırlar, canınız yanar." Karar bu ülkenin vatandaşlarına aittir. Ama sonuç değişmez: "Ya olacak, ya olacak."

(2016'da yaşanabilecek başka etkilerden de bahsedebiliriz, onları da başka bir yazıya bırakıyoruz)

Türk devletine Başbakan olan müstakbel Bizans İmparatoru ve Kahramanlık

Şu "Kahramanlık" meselesi eskiden hep taraflıydı. Kahramanlık üzerinden çifte standardın somutlaştığı yerler, Ortaçağ'ın kale surları değil, modern zamanların milliyetçi lise tarih kitaplarıdır. İstanbul surlarına ilk Türk bayrağını diktiği rivayet edilen ve muhtemelen efsaneden ibaret olan Ulubatlı Hasan da, atını denize süren 21 yaşındaki Sultan Mehmet de, Türklere göre kahramandırlar. "Fatih'in İstanbul'u fethettiği yaştasın" diye şiir ezberletilen çocuklar, İstanbul'u savunurken ölen son Bizans İmparatoru XI. Constantinus'u bilmezler, yüzbinlerce kişilik Osmanlı ordusuna karşı birkaçbin kişi ile ne kadar uzun süre dayandığını ve bunun gerçek bir kahramanlık olduğundan bahsetmezler. 1176 yılında, Rum Selçuk Sultanı II. Kılıçaslan, sayıca çok üstün Bizans ordusunu Miryokefalon savaşında yenince kahraman olur, ama bu olaydan 15 yıl önce İstanbul'da 80 gün kalıp, Selçuklu sarayının düşmanlarına karşı İmparatoru kazanmak için nasıl yalvardığı da bilinmez, bu kahramanlık değildir çünkü.
    Yunanistan'da olaylar, buradakine göre tersten anlatılır. Kahraman orada Fatih ve Ulubatlı falan değil, bir avuç adamıyla Türk ordusuna aylarca direnen XI. Constantinus Palaologus'dur. Peki gerçek kahraman kim?
    Bu işlerde "Kahraman" gerçek değil...
    Milli tarihlere göre, tarafa ve bakan kişiye göre değişen bir kavram "Kahramanlık".
    Eski çağlarda da herkesin kahramanı kendineymiş elbette, zafer kazanan daha haşmetli bir Hükümdar oluyormuş, talan ve yağmadan gelen "refah" da cabası. Bu adamların bahşettiği kahramanlıklardan ziyade, "Halk kahramanları" daha sahici bugün.
    Bizans köyü yağmalayan Akıncı "Gazavat" fikri yeni değil, daha önce de Bizans İmparatorları komşularına karşı uyguluyormuş. "Uç Beyi" de yeni değil, Bizanslıların da var. Ama Ortaçağ'da birçok diyarda uygulanan şeyleri ve kazanılan zaferleri sadece Türkler kazandı sanmak yeni...
    İstanbul alınmış, "mümkün olduğunca" yağmalanmamış, herkes ölmemiş elbette. Bizans İmparatoru askerlerinin arasında onlarla birlikte savaşırken vurulup öldü diye tüm Bizans soyu tükenmemiş. Seçuklu soyu bugün yaşıyorsa, Bizans'ın imparatorluk soyu Palaologus neden tükensin. I. Murad'ın savaş meydanından bir Sırp soylu tarafından sinsice öldürülmesi üzerine Sırp soyluların ele geçen hepsini öldüren Yeniçeri, Sultan Mehmet'in emrini dinlemiş ve soylulara ilişilmemiş.
    Bu dünyada her insanın bir görevi vardır, onu yerine getirdi mi gider, 1071'de Malazgirt savaşını kazanan Alpaslan'ın zaferinin üzerinden bir yıl geçer geçmez ölmesi gibi, son Bizans İmparatoru da çabucak ölmüş ama Fatih'in devri 1481'e kadar sürdü ve bu süre zarfında şu kahramanlık işleri de biraz karmaşık bir hal aldı, asıl mesele güç ve iktidar olunca fakir-fukaranın "kahraman" avuntusu da elinden alınabiliyor. 
    Savaşarak ölen son Bizans İmparatorunun çocuğu yoktu. O ölünce yerine, ağabeyinin üç oğlundan biri imparator olacaktı, ama İstanbul alındığında henüz çocuk olan bu üç genci daha sonra Türk adlarıyla tanıyoruz, hem de Osmanlı Sarayı'nın en müstesna kişilerinden olarak. Palaologus soyundan olduklarını asla unutmayan, aileleri ve yakınları Ortodoks Hristiyan kalan bu kişilerden biri, muhtemelen Gedik Ahmet Paşadır ve 1473'de Topkapı Sarayı'ndan Sadrazam -yani Başbakan- olarak çıkmıştır. Kardeşi Has Murad Paşa, 1473'de Fatih'in Ordusunun bir kanadıyla Uzun Hasan'ın ordusuna saldırıp, İmparator amcası gibi kahramanca ölmüştür. O sırada Rumeli Beylerbeyi idi, yani Avrupa'daki Osmanlı (Eski Bizans) topraklarının genel valisiydi. Üç kardeşin küçüğü Mesih Paşa, Fatih'in oğlu II. Bayezid tarafından 1482'de Sadrazam/Başbakan yapılmış ve 12 yıl görevde kalmıştır. Bu adamın ilginç yanı, tüm sülalesi Ortodoks Hristiyan olmayı sürdürdüğü halde Sultanın gözüne girmek için Hacca gitmesidir. Hacca gitmiş ilk Osmanlı Sadrazamıdır. Ondan önce ve sonra Sadrazamlar Hacca gitmediklerine göre bu adamın "herkesten daha Müslüman" olduğunu göstermek için çok sarfettiği çabanın, bir yağcılık meselesi olduğu açıktır. Hristiyanlara karşı da çok gaddar davrandığı söyleniyor. İçinizden ne geçiyor bilmem ama, "kahramanlığı" böyle bir adamın yakasına dikseniz durmaz. Demek ki kahramanlığın "taraflar ötesi" kriterleri de var. Var elbette. 
    Kahramanlık, en başta, karşılıksız yüksek insani fedakarlık demektir. Bugünkü anlamına, taraflar ötesi bir yerden yaklaşıyoruz. Dünyadaki iklimlerin çökmesini engellemek için mücadele etmek, dünya barışının sağlanması için fedekarlıklar sonucu erişilen başarılar, günümüzün kahramanlık tanımına dahildir. Kendi hükümdarlığı saltanatı sürsün diye askerlerini kırdırarak zafer kazanmış birtakım "mühim" tarihi zevatı bugün kahraman saymıyoruz, milli tarihler zaten yeterince sayıyor! 
    İsmail Hakkı Uzunçarşılı'nın verdiği bilgilere göre 1453 ile 1600 yılı arasında ülkeyi yönetmiş 34 Sadrazamın dört Türk kökenli haricinde tamamı, eski Bizans ve Balkan asilzadeleridir. Bu adamların ihtida edip etmedikleri, devşirme olup olmadıkları da kesin değildir. Sultanların annelerinin aralarında da Müslüman olmayıp Hristiyan kalan olduğuna göre, bir çok tarihçinin iddia ettiği gibi Bizans İmparatorluğu'nun  Osmanlı adı altında devam ettiğini söyleyebiliriz, yoksa Trabzon Pontus kralı direnmeden teslim olmazdı. Karadenizliler inatçı ve savaşçıdır. Kral, Osmanlı ordusunun başındaki komutan kendi akrabası Rum olmasaydı, Fatih'e değil, feriştahına bile teslim olmazdı.
    İstanbul'un ilk ve son İmparatorlarının adı Konstantin'dir ve bu adamları, İstanbul şehrinde anıtlaştırmak da gene komplekssiz Türklerin görevidir. Senini benimi kalmamış, kahramanlar aynı şehir için yaşayıp ölmüşlerken, onları hâlâ birbiriyle savaştırmanın anlamı yok.