Milliyetçilik, tarım toplumlarında neden ortaya çıkmadı

(Milliyetçilik yazıları 3)
Kapitalizm öncesinin toplumlarını en genel anlamda ikiye ayırabiliriz:
Son beşbin yıldır giderek güçlenen ve 13'üncü yüzyıldan sonra tarihin asıl damarını oluşturan “Yazılı/yerleşik toplumlar” ve onların öncesinde yüzbinlerce yıllık “Yazısız/göçebe toplumlar." B
urada kısaca bahsedeceğimiz toplumlar, yazıyı yaygın bir şekilde kullanmaya başlayan yerleşik tarım toplumları. Yani bugünkü “uygar” toplumların ataları. Ve ilk önce Anadolu'da (Urfa bölgesi) ortaya çıktığı malum. Yapılan araştırmalara göre bu adamlar, göçebe hemdaşlarına göre çok daha kırılgan, hastalıklı ve çirkindiler. Zor hayatlarının tek avuntusu, kendi çitlerinin gerisine çekilip orada güvende olduklarına inanmaktı... Hastalıklı, karaktersiz ama “güvenli” bir hayat!..

Kapitalizme has “Para/iş toplumları” öncesinin tarım toplumlarında, milliyetçilik ortaya çıkmamıştır/çıkamamıştır. Bunun nedeni, milliyetçiliğin ne olduğu ve nasıl işlediğini anlamak için de önemli görünüyor. (Önce kesinlik kazandırmamız gereken konu şu: Kapitalist toplumlardan önce -sırf Marx öyle istedi diye- dünyaya “Feodalizm” hakim olmamıştır. Batı orijinli bir laf olan "Feodal toplumlar", Orta ve Batı Avrupa'ya özgüdür ve dünyanın tamamına doğru genelleştirilemezler.)
Y
azılı bir kültür geliştirenler ve yazıya hakim olan insan sayısı, çoğunluğun içinde genellikle istisna veya azınlıktı. Yazılı kültürün yaygınlaşmasıyla birlikte, ilk kez yazı üzerinden ortak kültür kurmak geleneği de başlamıştır. Ama bu, sanıldığı gibi herkesi homojen bir kültür altında toplamak için kullanılmamıştır -hatta tam tersi olmuştur.
K
apitalizm öncesi yazılı kültürünün temel özelliği; homojenliği değil farklılıkları özendirmesiydi. Çeşitli kesimler arasındaki farklılıklar ne kadar fazlaysa, kesimler o ölçüde kendi iç dünyalarına kapanabiliyorlardı, kendilerini daha kolay tanımlıyorlardı. Bu aynı zamanda bir 'kendini diğerlerinden koruma' mekanizması şeklinde de işlemekteydi. Bu, desteklenip özendirilen bir durumdu. Osmanlı sisteminde de, yanyana yaşayan ve birbirinin içine girmeyen sayısız kültürel yapının varolduğunu biliyoruz.
Kültürel bakımdan aynı olması beklenen gruplar bile, çeşitli nedenlerle diğer benzerleriyle aralarına mezhepsel/yerel/lehçe farkları koyuyorlardı. Mesela bugün hepsine toptan Ermeni dediğimiz halkın Anadolu'da hem farklı Hristiyan mezheplerinden olanları, hem de farklı lehçeler konuşanları vardı, tıpkı Rumların ve diğerlerinin de olduğu gibi (Mesela bugün bile Antakyalı Hristiyan Araplar kendilerine Rum derler vb.) Ve bu durum normal sayılıyordu. Aynı köy veya kasabada yaşayan ve aynı dili konuşanların bile, çeşitli nedenlerle diğerleriyle araya bir fark koymak için farklı lehçeleri veya adetleri benimsediği, hatta kendilerini farklı adlandırdıkları falan oluyordu. Kapitalizm öncesinin yazılı kültürü ve devleti, sadece Osmanlı coğrafyasında değil, bütün dünyada bu genel tutumu destekliyordu.

11'inci ve 12'inci yüzyılda dört-beş milyon kadar insanın yaşadığı Anadolu'ya, Selçukluların ilk döneminde bir milyon Oğuz Türkü'nün göçtüğü sanılıyor. Bugünkü anlamda konuşacak olursak, birbirinden ayrı ayrı oturan/yaşayan ve çeşitli dillere/inançlara sahip halkların yaşadığı Anadolu, 12'inci Yüzyıldan itibaren Latince metinlerde "Türkiye" (“Turcia”) diye adlandırılmaya başlanmıştır. Bizans'ın itirazlarına rağmen, bu ismin çok nesnel bir nedeni vardır. Çeşitli halklar, Anadolu'nun belli bölgelerine dağılmışken, Anadolu'nun tamamında görünen tek halk göçmen Türklerdir. Anadolu'nun her köşesini ortak bir paydada de facto bir araya getirmişleridir. Kısa sürede Türkçe, Rumcadan daha yaygın ortak Anadolu dili haline gelmiştir. Ama daha sonraki yüzyıllarda “Türklük”, dilin de ötesinde (elit) bir anlam kazanmıştır... (Mesela 19'uncu yüzyıl Tunus'unun yerel hakim kesimleri, hemen hiç Türkçe bilmedikleri halde kendilerini “Türk” diye adlandırıyorlardı. -1869'da finans krizi sonucu buraya gelen İngiliz-Fransız-İtalyan Avrupalı "maliyecileri" şaşırtmıştır.)

Birbirinden ayrı/farklı olmaya özenen Anadolu halklarının (ve dünyanın diğer yerlerindeki halkların) ortak dil veya kültür benimsemesi, sadece yöneticiler katında bir önem taşıyordu. En yaygın ortak dil Türkçe, zaten 12'inci Yüzyıldan itibaren -halkların yöneticileri bazında- bilinen bir dildi. Fakat aşağıya doğru halkların Türkçe bilmeleri hiç kimsenin ilgilenmediği gereksiz bir konuydu. Ayrıca homojenlik, zamanın mantalitesine ve ekonomik yapısına da uygun değildi. Halk ve kültür gruplarının, kendi ekonomik bağımsızlıklarına önemli ölçüde sahip olduklarını biliyoruz. Devletle ilişkiler, vergi ve askerlik düzeyindeydi -onu da halkların yönetici pozisyondaki kişi ve aileleri hallediyordu. Bu sosyo-ekonomik yapı, tüm Anadolu'nun kültürel homojenleşmesini hem gereksiz hem de imkansız kılıyordu. Durum, dünyanın başka yerlerinde de esasen böyleydi. Vergi toplamak ve güvenliği sağlamak konuları dışında kimin hangi kültürden olduğu veya hangi dili konuştuğu kesinlikle önemsizdi. Sadece devlet görevlilerinin ilişki kuracağı, sözkonusu halkların yöneticisi konumundakilerin Türkçeye hakim olması veya tercümanlarının olması gerekiyordu, o kadar. Türlü-çeşitli Anadolu halkının kendi aralarındaki ilişkiler de sınırlı olduğundan, halkın aşağıya/tabana doğru tamamının ortak bir dil kullanması kesinlikle gereksizdi -hatta kullanmaması daha iyiydi. Ayrıca bu parçalı durum, sadece tek tek halkların değil, merkezi devletin de işine geliyordu ve statükonun devamı için gerekli koşullar, kolayca yeniden üretebiliyordu. Tarım toplumlarının sosyo-ekonomik bakımdan kendi içine kapanıp, kendi içinde kendi ekonomisini döndürebilecek durumda olması, bu yapının, sürtüşme olmadan bir arada yan yana yaşamasına olanak tanıyordu. Toplumların birbirine ekonomi üzerinden karşılıklı muhtaç olması durumunun ya olmadığını ya da sınırlı/önemsiz boyutlarda seyrettiğini biliyoruz. Yani böyle bir kültürel/ekonomik atmosferde, merkezi devletle ilişkili kültürel homojenleşmeye dayanan “Milliyetçilik” gibi bir fikrin (ideolojinin) ortaya çıkması imkansızdı. Bu düzende, kapitalizmle aradaki en önemli fark, ücretli yoğun iş (ve para) sisteminin henüz kurulmamış olmasıdır. Yani yaygın bir iş bölümü, karmaşık ürünler ve o ürünler için gereken hammadde/malzeme çeşitliliği ve bunlar için gerekli yoğun şehirleşme henüz yoktu. Kitle halinde üretim de yoktu. Henüz üretilen ürünler, 'kişiye özel' üretiliyorlardı ve bunlar için usta ve çırakları, tek bir şeyi üretmek amacıyla -genellikle- sipariş üzerine üretmek esasını benimsemişlerdi. Yaygın/girift/karmaşık üretim ilişkileri, kapitalist üretim biçimiyle birlikte ortaya çıkınca, insanların birbirleriyle çok yönlü ilişki içinde olmaları gerekti. Bu yeni durum, yanyana yaşayan izole topluluklarla sürdürülemezdi. Halk arasında ortak dil kullanma gereksinimi, karmaşık üretim işlemlerini kolay anlayabilmeleri için halka okuma-yazma öğretmek ve milli eğitim (“ortak ülkü”) de buradan ortaya çıkmıştır. Aynısı, daha uzun bir süreç içinde Orta Avrupa ve Kuzey Amerika'da yaşanmıştır. Belli kültürel merkezler (ve düşünceler) etrafında kültürel homojenleşmeler bu vesileyle ortaya çıkmıştır. Avrupa'da bu süreç, uzun ve yavaş gerçekleştiği için, mesela Fransa'da, İngiltere'de ve Orta Avrupa'da kendi sınırları dahilindeki farklılıklar iyice törpülenerek, oldukça homojen sayılabilecek ilk uluslar/milletler ortaya çıkmıştır. Bu süreç Anadolu'da hem çok daha geç başlamıştır, hem de farklı ulusdevletler doğmasına müsait siyasi bir yapı olmadığından, çok kanlı bir iç savaşlar ve bölünme/parçalanmalar dönemi yaşanmıştır. Türkiye'de, Avrupa'da olduğu gibi ne yerel prenslikler vardı ne de bir asiller sınıfının oluşmasına izin verilmişti. Kapitalizmin para/iş ilişkilerinin metropollerden başlayarak (İstanbul, Selanik, İzmir) toplumlara hakim olmasıyla birlikte, belli kültürel merkezlerin (genellikle en kapitalitleşmiş çevrelerin) etrafında ortak kültür havzalarının oluşması, yeni milliyetçiliklerin ortaya çıkmasını kolaylaştırmıştır. Fakat Anadolu'daki kadar büyük farklılıkların bir arada yaşadığı bir yerde, görece kısa sürede -Avrupa'daki gibi- tek bir milliyetçiliğin taşıdığı, Anadolu'nun tamamında kültürel homojenleşmenin barışçıl yoldan kurulması imkansızdı. Osmanlı İmparatorluğu'nun ana gövdesinden savaşla önce Yunanistan'ın kopması da çok anlaşılır bir durumdur. Kendi içinde en çok kapitalistleşmiş İmparatorluk halkına mensup Rumların Yunan milliyetçiliğini benimseyip, halka ortak dil, tarih, ülkü aşılamaları, İmparatorluğun tüccarı ve devlet tecrübesine sahip görece homojen kapitalistleşmiş halkının Mora'da ilk milli devleti kurması tesadüf değildir. (Bu tarihten neredeyse yüz yıl sonra bile Osmanlı İmparatorluğu'nun dışişleri bakanının bir Rum olması da tesadüf değildir.) Ama homojenleşme, devam etmiştir. 19o8-1918 dönemini, sadece Osmanlı'nın değil, Anadolu'nun kıyameti sayabiliriz. İmparatorluğun Türkçe merkezi kültürüne kendini yakın/ait hissedenlerin, bu sürede, İmparatorluğun terkettiği yerlerden Anadolu'ya göçtüğünü ve Türkçe merkezi kültüre yakın ahalinin nüfusunun Anadolu'da hızla arttığını biliyoruz. Aynı dönemde savaş bahane edilerek Ermenilerin Anadolu'dan çıkartıldığını, en son Kurtuluş Savaşı sonunda ve büyük mübadele sonucu Rumların Anadolu'dan çıkartıldığını da biliyoruz. Şimdi geriye dönüp baktığımızda, Anadolu'da tek bir ulus-devlet kurulması için bu homojenleşmenin er geç yaşanmak zorunda kalınacağını da görüyoruz. Homojenleşme eğer o zaman olmasaydı, İkinci Dünya Savaşı sırasında -bahaneyle- olabilirdi. (Dünyada Birinci ve İkinci Dünya Savaşları birbirinin devamı ve tamamlayıcısı olmuşlardır.) Bu süreçte merkezi devleti elinde bulunduran ve yeni Türk milliyetçiliğini kuranlar, önce Doğu'da Ermeni milliyetçiliğini, sonra Batı'da Yunan milliyetçiliğini yenmek zorunda kalmışlardır. (Burada masum olan milliyetçilik yoktur...) Türk milliyetçiliği, girdiği savaşları kaybedebilirdi. O zaman Anadolu'da kanlı-bıçaklı, daimi itilaflı birkaç ulus-devlet kurulmuş olurdu ve Birinci'nin bir rövanşı olan İkinci Dünya Savaşı'nda ikinci bir kıyamet yaşanırdı ve Anadolu'da birlik gene sağlanırdı. Kısacası Anadolu, yapı itibarıyla kapitalizmin berbat doğasına en yabancı yerlerden biriydi. Ama tarih boyunca bir güç ve kültür merkezi olması gereğinin/geleneğinin dayatmasıyla, kapitalizme uygun tek/bütün bir ülke olmak zorundaydı. Kapitalizmin dayatmasına uymak zorunda kalmıştır. (Eğer bu süreç Avrupa'daki gibin uzun sürseydi, belki bu kadar büyük travmalar yaratmazdı. Bugünün "Ulus"larına kalan travmalar tonla: Ermenilerde soykırım travması. Rumlarda Anadolu'dan kovulma travması. Türkler'de yenilmişlik ve imparatorluğu parçalanmışlık travması, Avrupa ve Batı karşısında eziklik ve aşağılık kompleksi vs.) Anadolu'da yaşananların diğer nedeni, Avrupa'ya çok yakın olması ve Avrupa'daki kapitalistleşmeden şeklen çok etkilenmesidir, onu taklit etme ihtiyacı duymasıdır. Mesela aynı ölçüde büyük tahribat, Hindistan'da -ülke üçe bölünmesine rağmen- olmamıştır. (Ama Rusya ve Çin'de, Türkiye'dekinden çok daha ağır olmuştur.) Kapitalizmin Anadolu'da neden olduğu kanlı kıyamet asla unutulmayacaktır -ve hesabı sistemden ve onun zebanilerinden sorulacaktır. (En azından Ermenilerin ve Rumların Anadolu'da, Türklerin Balkanlarda/Filistin'de/Anadolu'da yaşadıkları katliamlar, tehcirler adına hesabı sorulacaktır -hem de şimdi inanılamayacak ölçüde "derinlemesine!..")

(devam edecek)

Azami Milliyetçilikle Şoven Milliyetçiliğin farkı hakkında

(Milliyetçilik yazıları 2)
Milliyetçiliğin en önemli ortak tanımı, modern ulusların oluşumunun kökeninde milliyetçiliğin yatması ile ilgilidir. Ve Batılı modern/gelişmiş ülke milliyetçiliğin tanımı ile, milliyetçi şovenizmin birbirine karıştırıldığı üzerinde durmalıyız. Konumuzla da ilgili, çünkü birinci milliyetçilik türü, 'Azami Milliyetçilik' demektir. Solumsu aydınların ve Hamasçı "demokratlar"ın kötü bir şey sayıp reddettiği, faşizan bulduğu şeye ise 'Azami Milliyetçilik' değil, "Şoven Milliyetçilik' diyoruz (veya 'Milliyetçi Şovenizm'). Abartılarak milliyetçiliğin bütününe atfedilen bu ikinci tip milliyetçilik, kendini tüm milletlerin üzerinde tutar, diğer milletlere posta koyan baskıcı/tahakkümcü bir milliyetçilik türüdür ve İkinci Dünya Savaşı sonrasında marjinalleşmiştir.

Yani açık konuşacaksak, Türkiye'de bu tip marjinal keskin milliyetçilik örneklerin bugün en yoğun görüldüğü kesim Kürtçü kesimdir. Mesela Kemalist kesimleri bu anlamda, 'Azami Milliyetçiliğin arkaik biçimi' sayabiliriz. Yani İkinci Dünya Savaşı sonrasının gelişmelerinden uzak kalmış, daha önceki dönemin tören meraklısı statükocu tek adamcı şekilciliğinden kendini kurtaramamış bir tür 'Azami Milliyetçililk' hali. Fakat Kemalizm kökenli milliyetçilik, son bir-iki yıldır, bu eski arkaik yanlarını aşmak için hızlı bir değişim göstermiştir (bu değişimi, Ergenekon şoku hızlandırmıştır) Kemalist milliyetçilik, sırf bu arkaik yanları nedeniyle, kolaylıkla 'Şoven Milliyetçi' damgası yiyebilmiş, neoliberal kimlikçiliğin boy hedefi olmuştur. Şimdi bu durumun değişiyor. Neoliberalizm zayıflayıp, arkaik yanlarından kurtulan 'Azami Milliyetçilik' güçleniyor.
'Şoven milliyetçilik' ve kapitalist toplumlardaki 'Azami milliyetçilik' arasındaki belirleyici farkın, 'Yurtseverlik' ile ilgili olduğunu belirtelim. 'Yurtseverlik', diğer milletlere de kendileri için 'Azami Milliyetçi' olma hakkı tanır, yani tahakkümcü değildir.
Buradan, milliyetçiliğin kendi kendini tarif ettiği mantaliteye dalalım...
Milliyetçiliğin temel varsayımı şudur: Ortak dile, ortak kültür ve ortak tarihe sahip topluluklar/halklar, kendi devletlerini kurma hakkına sahiptirler. Bu anlayışa göre insanlık, milli/ulusal karaktere başından beri zaten sahip olan birimlere bölünmüştür ve baştan bölünmüş bu insanlık ailesi, tekamül çerçevesinde gele gele milliyetçiliğe gelmiş ve oradan da milli/ulus devletleri kurmuşlardır!.. Bu yüzden her türlü legitim/meşru iktidar, ancak millet/ulus denen yapıya dayanabilir -yoksa meşru olmaz... Ve gene bu genel düşünceye göre halklar ve yukarıda saydığımız ortak özelliklere sahip topluluklar milli/ulus-devletleri kurar (milliyetçilikler ulusları kurmaz!..)
Tabii bunun tersi geçerlidir:
Ulusları milliyetçilikler kurar ve milliyetçilikleri de kapitalist üretim ilişkileri (özellikle de endüstrileşme) üretir. Ve milliyetçiler birbirinden kopya çeker. Uluslaşma, esasen yukarıdan aşağıya doğru olur. Batı ülkelerinde önce milletlerin oluşup onların milliyetçilikleri yumurtladıkları ve ulus-devletlerin böyle ortaya çıktığı teorisi doğru değildir. İstisnasız tüm uluslar, milliyetçiliklerin ürünüdür. Orta Avrupa'daki uluslaşma, üçyüzyılda ağır ağır savaşlar/mücadeleler içinde gerçekleştiği için, halkın isteğiyle aşağıdan yukarı kurulmuş gibi gösterilmeye müsaittir. Türkiye gibi dünyanın çoğunluğunun uluslaşması ise seksen-yüz yıl içinde çabucak ama yarım yamalak gerçekleşmiştir.
Ulus kuran Milliyetçiliğin, kendi ulus-devletini sahiplenmesi anlayışı, tüm dünyada -uluslararası ilişkilerde- hakim ortak paydadır ve Birleşmiş Milletler gibi kurumlar da bu 'Azami Milliyetçilik' anlayışın üzerine kurulmuştur.
Burada 'Azami Milliyetçilik'i hep 'Yurtseverlik' ölçüsüyle ölçüp sınamak gerekiyor. mesela 'Şoven Milliyetçilik', bu tip ölçüleri sadece kendisi için koyup komşularına bu hakkı tanımayan bir genel anlayışın adıdır. 'Azami Milliyetçilik'de esas olan, ülke milliyetçiliğini oluşturan ve uluslararası yapıda tam bir legitimasyona/meşruiyete sahip bu durumu taşıyan tek tek vatandaşların, lendilerini, 'Azami Milliyetçilik'e göre tanımlamaları, etnik/dini/yerel özelliklerini 'Azami milliyetçilik'in üzerine çıkarmamalarıdır.
Esas olan, önem sıralamasıdır. Yani kapitalist bir ulus-devlette asıl belirleyici olan 'Azami Milliyetçilik', çok sonra da etnik/dini/yerel özellikler gelmelidir. İdeal durum budur. 'Azami milliyetçilik'in hüküm sürdüğü ülkelerde, ikinci sırada, etnik/dini/yerel kimliklerden önce başka kimliklerin geldiğini biliyoruz. İkinci sırada ekonomik kimlikler gelmektedir. Bunlar, mesleklerle ve sosyal statü ile ilgili kimliklerdir.
Milliyetçiliğin, bütünü aşırı önemseyen, abartan, 'Entegre edici Milliyetçilik' türü ise, gene İki Dünya Savaşı arasındaki dönemde yaşanmış olan, "Sen hiçbirşeysin Ulus herşey" mantığıdır. Bu zihniyetin çeşitli biçimlerde zuhur etmesi mümkün. Abartılı Milliyetçiliğin tüm ikincil renkleri reddettiği faşizan bir tür.
Türkiye gibi çok kültürlü bir kökenden gelen ve kapitalizmin neoliberal dönemdeki bozulmasıyla birlikte kimlikçiliğin ortaya çıktığı ülkelerde önemli olan, iki uç arasında, bütünü gözeten yurtsever bir 'Azami milliyetçilik' anlayışının tutturulması olsa gerek. Ölçü burada da 'Yurtseverlik'tir, ama bu yeterli değildir. Sosyal yapılar canlı ve değişkendir. Değişebilen, ama özü sarsılmayan iyi bir dengenin kurulabilmesi için, etnik/dini/yerel özelliklerin 'kişisel özgürlükler' bazında yeterince özgür (ama mikro-milliyetçilikler üretmeyecek şekilde bütünden izole edilmemeye dikkat edilen bir şekilde yaşadığı), 'Azami Milliyetçilik'in de bütünü taşıyacak sağlamlığa sahip olup bunu milli eğitimle sürekli yeniden üretebileceği bir ekonomiden bahsetmek zorundayız.
Bu ekonomi; büyük eşitsizlikler üretmekten kaçınan, eşitsizlikleri ve sorunları, etnik/dini kimlikler üzerinden değil, sosyo-ekonomik kimlikler üzerinden konuşan neo-liberal karşıtı bir ekonomi olmak zorundadır.
Zenginliğin ve fakirliğin bölgeleştirilmesi ve bunun etnik dille ifadesi tehlikesine, bilinçli bir şekilde karşı duran sosyal politikalar başarılı olabilirler. Buna uygun başarılı bir siyasi yapının restorasyonu ve sürdürülmesi, neoliberal politikalar/ekonomilerle mümkün olaMAz, çünkü neoliberal ekonomiler, radikal eşitsizlikler üreten ve ortak/kamusal/devlet faktörünü aradan çıkararak insanları cemaatlere/örgütlere/firmalara iten yapılardır. Ortak sosyal yapılar kurmayı zorlaştıran, en temel sosyal gereksinimleri bile özelleştirebilen yapılardır neoliberal yapılar ve toplumların içinde ufalanmalara neden olmaktadırlar. Sosyal devletin yeniden inşası, bu nedenle son derece önemlidir... Çünkü Sosyal devlet, aynı zamanda 'Azami Milliyetçiliği' de üretmekte, ortak paydaları güçlendirmektedir. Bu noktada -hele Türkiye gibi bir yerde-, sadece devletin dilinin kullanıldığı milli eğitimden de taviz verilemez, devletin başka dillerde eğitim olanağı sağlaması düşünülemez. Bu tür konular, 'Diğer kültürlerin araştırılması, öğrenilmesi' bazında üniversite dalları olabilirler, ama milli bir eğitim sisteminin tek dili olmak zorundadır.


(Yazı dizisi devam edecek)

Milliyetçilik hakkında

(Milliyetçilik yazıları 1)
Türkiye'de 'Milliyetçilik' dendiği zaman akla, belli partiler, mesela MHP veya 1980 öncesinin Sağ partileri, veya CHP'nin kemalist milliyetçiliği geliyor. Milliyetçilik sadece "siyasi" bir şey sayılıyor. Bir de kendine milliyetçiliği konduramayanlar var. Mesela Solcular veya o gelenekten gelenler, İslamcılar ve o gelenekten gelen yeni Hamasçı "demokratlar" gibi. Biz burada 'Milliyetçilik' derken, her gelişmiş kapitalist ülkenin sahip olduğu ve o ölçüde artık tartışılmayan Ulus-devlet milliyetçiliğini kasdediyoruz.

Milliyetçilik, burada inceleyeceğimiz anlamda, her kapitalist ülkenin sahip olduğu homojen bir ortak vatandaşlık bilincidir ve bir sosyo-ekonomik konteksin genel siyasi ifadesidir. İşleyen kapitalist ekonomiye sahip bir ülkede yaşayan her modern birey, isterse anarşist veya punkist/munkist olsun, o milliyetçiliğin içinde yaşıyordur. -Ona tepkili biri de olabilir, o milliyetçiliğin dilini de konuşmayabilir. Ama onun gibiler bütünün içinde kaç kişidir? İstisnadırlar -ve kaideyi bozmazlar. Ancak, kaideyi bozmadıkları ölçüde kabul görürler (yani "demokrasi/memokrasi"nin sınırları vardır bu konuda) O ölçü, bizim de konumuz.
Türkiye'ye has bir soru olacaksa: Türkiye, bildik klasik modern Türk vatandaşı prototipinden farklı bir kültürel bütünlük arzedebilecek, hangi yoğunluktaki kollektif Kürt kültürünü taşıyabilir? Bunun sosyo-ekonomik anlamdaki sınırı nerededir? (Mesela Karadenizli fındık üreticilerinin gelecek yıl Güneydoğu Anadolu'dan Kürt işçi yerine Tokat'tan işsizleri getirmeyi düşündüklerini yüksek sesle ifade etmeleri, o sınıra yaklaşılmış olunduğunu göstermektedir. Bu, aynı zamanda tehlike sınırıdır. Çünkü fakirlerin hem de fakirliklerine isyanlarına etnik bir dil bulmuşken bütünden soyutlanmaları tehlikelidir). Neoliberal dönemlerde arz-ı endam eden "Kürt kimliği" denen şeyin kendi içinde bir bütün arzeden ve milli Türk kültür bütününden farklı olarak gelişmesi halinde -ki öyle olmuştur-, ülkeyi taşıyan Türk/Türkiye milliyetçiliği bunu sosyo-ekonomik bazda hangi ölçüye kadar taşıyabilir? Bunu çok iyi hesap etmek gerekiyor, çünkü Türkiye bir ulus-devletse ve kapitalist bir ekonomiye sahipse, bütün ülkeyi kapsayacak tek bir milli Türk/Türkiye kültürünün hakim olması gerekir. Bunu, bütün "gelişmiş" kapitalist ülkelere bakarak görebilirsiniz. O ülkelerin "gelişmiş kapitalist ülkeler" olmalarının nedenlerinden biri de o milli homojen kültüre sahip olmalarıdır -tabii, bu durumun ekonomiyle alakasını, bu yazı dizisinde göstermeye çalışacağız.
Milliyetçiliği, herşeyden önce, mesela ülke saldırıya uğradığı zaman derinden yaralanan 'Milli Duygu' üzerinden değerlendirmek zorundayız. Ve burada asıl göstermemiz gereken, 'Milli Duygu'nun sosyo-ekonomik temelidir. Giderek daha da önemli bir ülke haline gelecek olan Türkiye'nin bugünden "büyük ekonomilerden biri" sayılması hasebiyle ve gelecekte bu güçlü konumunu -mesela kapitalizm üzerinden- sürdürecekse ve bu gelişmeden, ülke sınırları dahilinde herkes yararlanacaksa, burada sözünü edeceğimiz 'Milliyetçilik' anlamında, ülkenin belli bir sosyo-kültürel homojenliğe sahip olması gerekmektedir. "Bu homojenliğin şimdiye kadarki biçimini beğenmedik, onu önce bozup sonra yeniden kuralım" demek de mümkün değildir. Onun yerine, konunun sosyo-ekonomik sınırlarının bilincinde olarak genişletilmesi mükün olabilir. O halde burada yapılabilecek reformların -ilk elde- sadece, (birey haklarını demokratikleşme anlamında genişleten) bireysel (kamusal değil) reformlar olabileceğini peşinen söyleyelim.
Kapitalist ekonomi ile sosyal hayat birbirinden ayrı iki şey değildir. Tam tersine. Kapitalist ülkelerde bu ikisi neredeyse aynı şeylerdir ve bu yüzden, kapitalizme özgü ülke milliyetçiliğini dikkatle incelemek zorundayız.
Milliyetçilik, bir siyasi legitimasyon teorisidir ve özü şu temel ilkeye dayanır: Etnik sınırlarla siyasi sınırlar birbirini içermelidir. Bir ülkenin kendi içinde etnik/dini sınırlar olmamalıdır. Fakat kapitalizm öncesi dünyada halklar karışık yaşadığından, etno-kültürel homojenleşme için insanlar (kapitalizmin endüstrileşmeye başladığı dönemde) birbirini karşılıklı doğramıştır veya azınlıkta kalanlar asimile edilmişlerdir. (Mesela Türkiye'de doğrama işinde Türkler/Kürtler Ermenilere baskın çıkmışlardır. Ruslar Anadolu'dan çekilmeyip Ermeniler Türkleri daha çok doğrasaydı, orası homojen Ermeni milliyetçiliğinin hüküm sürdüğü, Türklerin de "Türk asıllı Ermeni" oldukları "milli" bir yer olacaktı vs.)
Bu homojenlik zorunluluğu nereden geliyor ve homojenliğin bozulması -bugün kısmen Türkiye'de de olan şey- nereye kadar taşınabilir ve bu bozulma nasıl tersine çevrilebilir veya ileriye doğru dönüştürülerek aşılabilir? Bu sorunun yanıtı, ancak kapitalist sistemin dönüşmesi açısından yanıtlanabilir. -Ki böyle bir dönüşüm yaşanmaktadır: Neoliberal kapitalizm hızla iflas etmekte ve daha milli çizgiler taşıyan bir kapitalizm türüne dönüşmektedir.
Bugün yeryüzünde bir çok potansiyel ulus var. Dünyada 8000 dil konuşulduğu ve sadece 200 kadar ulusdevlet bulunduğu düşünülecek olursa, her ulusdevlet başına 40 tane "devlet kurmak fikrine sahip olabilecek potansiyel ulus" hayaleti düşüyor. Kürtler, onlardan sadece biri. Bütün potansiyel milliyetçiliklerin tatmin edilmesi mümkün değildir -bu (ekonomi açısından da incelemeye çalışacağımız üzere) olanaksız. Şimdi sorun, kapitalizmin sonrasına doğru işleyen bir milliyetçilik türünde buluşmaktır. Bunun ilk anlamı, belli bir homojenlikte buluşmaktır. Türkiye'nin bu konudaki en büyük şansı, milliyetçiliğin bozulmasını hızlandıran ve düşmanlık/kamplaşma üreten etnik/dinci kimlikçiliğin enonomik kökü neoliberalizmin kurumakta olmasıdır.

(Yazı dizisi devam edecek)

Bizans parası 'Solidus'un düşüşü

Bizans'ta para ilk kez, şehri kuran imparator Konstantin tarafından bastırılmış. Adina 'Solidus' denen ilk Roma para birimi İstanbul'da da kullanılmış ve Bizans imparatorluğun mali temelini teşkil etmiş. Kısacası Bizans para birimi, Roma'dan İstanbul'a getirilen ve burada kullanılmaya devam edilen para birimi. 'Solidus', M.Ö. 5'inci yüzyıldan, M.S. 700 yıllarına kadar bin küsür yıl boyunca kullanılmış. (Sayıyla da yazalım ki iyi anlaşılsın: 1000 küsür yıl!..) 'Solidus' altın sikke idi ve altın başka maddelerle karıştırılmadığından, değerini korumasını bilmiş. Altın sikkelerin yanında gümüş sikkeler de kullanılıyormuş, zamanla önemini yitirmiş olmalarına rağmen, bronz sikkelerle birlikte uzun süre kullanılmışlar.
Para, Bizans'ta çok önemsenen bir şeymiş. Ekonominin her alanında, kamusal işlerde ve yurt dışı ile ticarette para kullanılıyormuş.
Bizans parası, Anadolu üzerindeki hakimiyetin yitirilmesi ve özellikle korsanların talanı nedeniyle hızla önem kaybetmiş. Fakat 'Solidus'un, Türklerin Anadolu'ya gelişinden önce çöktüğü ve onun yerine 700'lü yıllardan itibaren yeni para 'Dinar'ın kullanılmaya başladığı biliniyor. Türklerin gelmesiyle birlikte, Dinar'ın iyice önemsizleştiği anlaşılıyor.
İslam Dünyasında 7'inci yüzyıldan itibaren 12'inci yüzyıla kadar hızlı bir para trafiği gözleniyor. Kullandıkları başarılı para biriminin adı da 'Dinar'. Bizanslıların kendi paralarına da bu adı vermesinin nedeni buradan geliyor olmalı. İlginç olan, Roma devrinin kapanıp İslam devrinin açıldığını, para trafiğinden de izleyebilmek. Tabii o dönemde kullanılan para cinslerini, bugünkü para sistemi ile karıştırmamak gerekiyor. İkisi arasında, “ayrıntıda gizli” büyük fark var!.. 17'inci yüzyıl başında yaygın kağıt para kullanımı sonucu ilk kez 1817'de İngiltere tarafından altın standardının konduğunu, Alman-Fransız savaşından çıkan Prusya'nın, 1871'de altın standardını kabul ettiğini, onlara ABD'nin de 1900 yılında katıldığını söyleyelim. Böylece, kapitalizmin merkez ülkelerini de saymış olduk!.. Bunun anlamı şu. Yirminci yüzyılın ilk yılının öncesine kadar dünyada, herkesin uyduğu/kabullendiği, standart tek bir altın para birimi bile yokmuş!..
Yani altın para birimleri arasında bile bir konvertibilite bulunmamaktaymış!..
Bu son derece önemli... Çünkü daha sonra konvertibilite ile birlikte dünya çapında hızlı bir tektipleşme başladı... Ama bu başka bir hikaye!..

Doğanköy...


Dev bir çanağın ortasında küçük bir tepe. Askeri üs bölgesi...

Siirt'ten bu köye askerlerin gitmesi -tam teçhizat- bir tam gün sürebilir...

Mevsim baharsa ve karlar yeni erimekteyse, bölük bölük askerin buraya gelmesi hiç kolay değildir, çünkü yollar bir yerden sonra toprak ve engebelidir, arazi araçlarının ilerlemesine bile elverişli değildir... Kar suyu, her yıl yolları bozar. Yapmak da kolay olmasa gerek, çünkü buralar tekin değil. Köyü, yakın zamana kadar sadece profesyonel haritalarda görebilirdiniz. Sıradan haritalarda yoktu. Şimdi Google Maps'den bakabilirsiniz. Çıkmaz bir yoldadır orada da. Doğanköy'den sonra yol yoktur.

Doğanköy'ün neresinde bin küsür insanın yaşadığını asla bilemezsiniz. Görünürde ev/mev yoktur -vardır da birkaç tanesi dışında pek görünmez. Hepsi geniş bir alana dağılmış, doğaya entegre taş, kerpiç veya beton takviyeli tek katlı evlerdir bunlardır. Bazıları mağrayı bile andırır ama hepsinin içi mis gibi sabun ve temizlik kokar. Burada gündüz erkekler yoktur. Hepsi gün ağırırken dağlarda nöbete gider, nöbet değişimi dışında da pek görünmezler. Bütün işleri kadınlar yapar. Erkekleri arada, at üzerinde puşileriyle, omuzlarına astıkları 'Keleş'lerle görürsünüz ve Yılmaz Güney'in Yol filminin karelerini canlı canlı yaşarsınız. Sürekli silahla yaşadıklarından çok iyi silah kullanırlar.

Burada 1995 yılında, ortadaki o küçük tepede, sadece çadırlardan ve tek bir kerpiç evden ibaret karakolda, etrafdaki tepelere karşı nöbet tutan askerlerin konuştuğu baş konu, bu insanların neden orada oturduklarıydı. Yani oturmasalar, askerler de orada olmaz, mesela kurşun yemezlerdi! Ve kimin kimi koruduğu da pek belli değildi aslında. Asker mi oradaki Kürtleri koruyordu yoksa Kürtler mi askeri... Ortada onca kan ve ölü de olmasa, durumun absürdlüğü ve anlamsızlığı, bu kadar dikkat çekmezdi. Hayatı silah başında geçen erkekler ve yalnız kadınlar. Şimdiye kadar PKK saldırılarına -dile kolay- yetmiş şehit vermiş bir köy burası. Lanet Besta vadisine yakın, Kuzey Irak'tan gelen Kürtçü gerillanın geçiş bölgesinin üzerinde bir yer... Ve ısrarla orada oturan, hayatını aynen sürdüren, bunun için gereğinde ölen ama asla Kürtçü olmayan bir yer Doğanköy... Ve kadınların Türkçe konuşamamasına rağmen, köyün kot pantolon giyen tek kızının PKK'ya kaçtığı söylentisi çıkınca, askerler ve korucuların birlikte arayıp bulup, hır-gür çıkmadan kızı babasına teslim ettiği, olayın kapandığı, buna rağmen Kürtçülüğün mesele edilmediği bir yer.

Kışın bu köyde yaşamak, eski çağlarda insanların doğanın sert koşullarında ölmeden nasıl hayatta kaldığını, üstelik bunun tadını da çıkarttıklarını anlamak için en ideal yerdir. Mesela elektrik bazen var bazen yoktur. Telefon bağlantısı da öyle. Radyo dinleyebilmek için, karşı tepelerden birine çıkacaksınız ve kurşun yeme riskini de göze alacaksınız. Yoksa Türkçe birşey dinleyemezsiniz. (90'lı yılların ortasında böyleydi). Askerler, hangi tepeden hangi radyo istasyonların iyi çıktığını bilirler. Kışın, evlerin arazi içindeki yerlerini bulabilmek için çanak antenleri takip etmek gerekir. Yoksa bembeyaz deryada hiçbirşey görünmez. Tek eğlence olan televizyon için ölümün bile göze alınabildiği bir yerdir. Ama PKK'lılar kışın gelemez. Bu imkansıza yakındır. Kapıdan dışarıya çıkmanın bile olanaksız hale geldiği, karın genellikle bir adam boyunu geçtiği ve siyahlı beyazlı odun dumanının gri göğe yükseldiği demir gibi soğuk kış günlerinde/gecelerinde, İstanbul'daki magazin haberlerinin veya ağlamaklı Türk filmlerinin seyredildiği bir yerdir Doğanköy. Televizyondaki aynı programları ve aynı filmleri, çadırdaki askerler de istirahatleri sırasında seyrederler.

Karlar eriyip savaş mevsimi açılınca -her yaz, daha önceki saldırılar konuşulur ve çatışmalarda kimin öldüğü, kaç “kelle” alındığı, nelerin yaşandığı, bir tür söylence olur anlatılır... Saldırı yaşayanlar pek konuşmazlar. (Yaşamayanlar çok konuşur)

Temmuz başında, işte öyle bir saldırı gene oldu Doğanköy'e. Gene iki asker ve üç korucu öldü. Ölenler gene ilk ateşte öldüler. Bu sürpriz saldırı ateşi her zaman can yakar. Sonrasında askerler kendilerini korumasını bilirler ve kolay kolay vurulmazlar, ama ilk ateşte düşerler. Kürtçü gerilla, siperlere kadar yaklaşmış... Termal kameralara görünmemek için saç levhaların arkasına saklanmışlar, ıslak elbiselerle gelmişler. Ve bir Üsteğmanle bir uzman çavuşu, Doğanköylü üç korucuyu vurmuşlar...

Sonra helikopterler devreye girmiş, saldıranlardan onikisi öldürülmüş... Kaç yaralıyı kaçarken beraberlerinde götürdükleri de meçhul... Zor savaş...

Şimdi bazıları “onlar da bizim canımız” falan diyecek, üzülecektir. Elbette canımız. Onların da anneleri-babaları var, arkalarından ağlamışlardır. Nasıl ağlamazlar, nasıl üzülmezler... Ama saldırılan o siperlerden birinde silah sesi veya kurşun vızıltısı duyunca, “kurşunu sıkanlar da bizim canımız” demek kimsenin aklına gelmez! O atmosferde askerlere bu lafı diyebilecek “babayiğitlikte” televizyon lalesi bir aydın/maydın da pek düşünemiyorum doğrusu. Çarpışan askerin birinden en azından sağlam bir dipçik veya tekme yiyebilirsiniz! Askerin karşısındaki, karanlıkta göremediği Kürtçü gerillaya sorusu şudur: Dağda işin ne kardeşim?!.. (Hiçbir ülke, kendi güvenlik kuvvetleri dışında, dağlarında silahlı adamların gezmesine izin vermez.) Asker kendi arasında şöyle der: Eskiden şakiler varmış, şimdi gene şakiler var, ama bu seferkiler siyasi ve çok konuşuyorlar...

Televizyonlarda, “Orda bir köy var uzakta” şarkısını icra ederek konuşmak/tartışmak kolay. Böylelerine Doğanköy'e -en azından- gitmelerini öneririm. Gitmek kolay! Siirt'te havaalanı var. İstanbuldan, Ankara'dan hergün uçak kalkıyor. Siirt'ten bir cip kiralayın ve yolda asker veya PKK tarafından durdurulmazsanız, mayına falan da denk gelmezseniz köye kadar sallana sallana gidin (E yol çok engebeli). Gidin, görün! Dağdan saldırı gelince, askerlere, “Saldıranlar da bu ülkenin vatandaşı” deyin!..

Doğanköy, böyle inatçı ve savaşçı bir Kürt köyüdür (Kürtçü Köyü değildir) ve Türkiye'nin kaderini de belirleyen bir köydür...

Bu laf, sembol, alegori, metafor, cart-curt falan değil, gerçek...

3 kasım 2002 seçimlerinde Tayyip Erdoğan siyasi yasaklı olduğundan seçilememiş, Başbakan olamamıştı. Abdullah Gül 58'inci Hükümeti kurdu. Ama Doğanköy'de sandık kurulları oluşturulamamış olduğundan, bir sandık kırıldığından ve üç sandıkta oy kullanan 706 seçmen de, köye hizmet götürülmemesi nedeniyle seçimi boykot ettiğinden, Doğanköy'de seçim, AKP'nin itirazı haklı bulunarak iptal edildi. Bu arada CHP'nin desteğiyle Erdoğan'ın siyasi yasağı kaldırıldı ve Erdoğan Siirt'ten aday olup seçildi, Türkiye'nin Başbakanı oldu. Şimdi de, Kemal Kılıçdaroğlu'nun saldırıdan bir gün sonra gittiği yerdir Doğanköy. Aslında 11 Askerin öldürüldüğü Gediktepe'ye gidecekken, baskının gerçekleşmesi, Doğanköy'e gelmesi de başka bir 'tesadüf'tür.

Doğanköy'de öyle derin bir sessizlik hüküm sürer ki, gürültülü İstanbul'da yaşayan saksı tipi ev aydınlarının hafzalasının almayacağı derinliktedir -tartışma malzemesi anarkosendikalizm veya endoplazmik retikulum gibi konularından daha derindir sessizlik! Kilometrelerce ötedeki Besta'da, hatta belki Irak'ta atılan silahın sesini duyarsınız. Onun için silah sesi en normal sestir, devamlı biryerlerden duyulur ve kimse irkilmez, dönüp bakmaz. Zaten kaç kilometre ötede, hangi marka silahın atıldığını da o an bilirler. Tabii buna rağmen gece kimse açıkta sigara içmez. Nefes çektikçe sinyal lambası gibi yanıp sönen sigara, en has dürbünlü tüfek hedefidir. Askeri birliğin tareti (bir tür uçaksavar) çalışmaya ve dağları dövmeye başladı mı, saldırı var demektir ve o korkunç sesin o derin sessizlikte Ankara'dan, hatta Amerika'dan bile duyulduğu söylenebilir!..

Buraya helikopterle gelen bir sandık domatesten bir dilim yiyebilen her asker, bu dünyada yaşamanın sahici değerini ve sivil hayatta hiç ciddiye almadığı, dönüp de bakmadığı bir tek domatesin aslında ne kadar lezzetli bir şey, Allah'ın has bir lutfu olduğunu, yeniden öğrenir. Mütevaziliğin temel dersidir!.. Doğanköylüler bu sırrı bilirler ama kimseye anlatmazlar. Neden orayı terketmediklerinin, köyü neden tehlikesiz bir yere taşımadıklarının en masum nedeni de bu sırdır. Onlar, hayatın ne kadar zevkli, muazzam bir macera olduğunu, dünyanın ne kadar güzel bir yer olduğunu, sürekli ölüm tehlikesi altında yaşarken, derinlemesine yeniden keşfetmişlerdir... Köylerinin ne havasından, ne suyundan, ne yerinden ne de dilinden vaz geçerler. Orada Kürtler, ama bu ülkeye bağlı insanlar olarak yaşarken, hem hayat dersi verirler, hem de askerleri korurlar (-askerler de onları)... Şaka değil. Gencecik Mehmetler onlara emanet...

Para ve güven krizine doğru mu?

Avrupa'da paranın ne olduğu tartışılmaya başlandı...
2008 yılından beri ekonomik krizle yatıp kalkan dünyada, tüm korkulara ve kötü beklentilere rağmen ekonominin bir şekilde yürümesi, bazı önemli konuların sorgulanmasını geciktirmiyor. Tam tersine, herşey işlerken bazı önemli bozuklukların iyice anlaşılıp sorgulanması ve çökmeden önlemler alınarak değiştirilmesi, herkes için en doğru ve tehlikesiz yol. Bu bağlamda tartışılan 'Ekonomik Kriz'de varılan yeni nokta oldukça önemli.
Şimdi giderek sorgulanan konu, Türkiye'de henüz kimsenin aklından geçirmediği ama geçirmek zorunda kalacağı konu: Para nedir?!..

Ekonomik krizle birlikte önce bankalar acımasızca eleştirildi Avrupa'da ve Amerika'da.
Türkiye'deki bankalar 11 Eylül 2001 öncesi kriziyle güçlendirilmiş olduklarından, tartışma Türkiye'de asla bankaları sorgulamak noktasına gelmedi.
Batı'da tek tek bankaların politikaları değil bankalar sistemi ve bir kurum olarak 'Banka' sorgulandı.
Krizin ikinci aşamasında bankaların borçları devletler tarafından devralınınca, bankaların para basma olayı sorgulandı. Böyle konular Türkiye'de asla cidden tartışılmadığından kısaca hatırlatalım:
Mesela Avrupa Merkez Bankası (AMB) bir milli bankaya bir Avroluk maddi para desteği sağlasa (yani menşeyi AMB olan, devletler tarafından resmen basılmış para), banka, bu paraya dayanarak 50 Avroluk kredi çıkarabiliyor. Bunun anlamı şu: Banka kendi işkembesinden, bilgisayar ekranında para yaratıyor... bu yumurtlanmış paranın özelliği, başka bir hesaptan alınMAmış olması. Yani bu para, başka birilerinin veya bankanın hesabından eksilmiş olmuyor, havadan üretilmiş oluyor... Bu önemli konu, birkaç aydır -nihayet!- büyük Avrupa basınında falan da konuşuluyor. Sonuçta para, -bugünkü haliyle- psikolojik bir "nesne" ve değeri de, esasen güven ile ilgili bir şey.
Şimdi Avrupa'da (ve Türkiye'de de kimbilir ne zaman) gündeme gelen/tartışılan konu, bütün bunlara bakarak, bu "Para" denen şeyin ne olduğu konusu!..
Para hakkında elbette eskiden de makaleler, kitaplar yazılmıştı. Ama para asla şimdiki boyutuyla konuşulmamıştı.
"Hiçlikten gelip, varolan birşey ortaya çıkarabilen para"nın "bir inanç meselesi" olduğu bile tartışılıyor artık... Terakki var!..
Konu bu boyutta tartışılmaya başlanınca ve tartışma gazetelere kadar düşünce, elbette entelektüeller arasından çıkıp halka daha kolay maloluyor ve yankı buluyor...
Şu anda Avrupa'da çoğunluğun derdi, "Paramız güvende mi?!" mecraında ilerliyor. ("Madem para havadan geliyormuş. E öyleyse bu işin işleyişini iyice düşünüp taşınalım herkese para basalım dertten kurtaralım veya neyse o yapalım" mecraında ilerlemiyor henüz!..)
Konuşulan önlemler, "biraz" ters istikamette. Mesela: "Şu merkez bankalarını nasıl devreden çıkarırız?!.." etrafında dönüyor.
Eğer merkez bankaları devreden çıkarılırsa, para devletten "özgür" olacak (-ki şimdi önemli ölçüde "özgür" zaten!..) Ama bunun çözüm olduğunu düşünen yok. Sadece geçici bir duygusallık meselesi. Yani bankalar "özgür" olurlarsa, bizzat para basacaklar!.. Burada tek güvence de "Sebest Piyasa" olacak... Olabilir mi?! Buna inananlar da az -ama paracıl aklın erdiği yer bu kadar. Bir arpa boyu!..
Bankalar para basma işini devletlerden ve Merkez Bankalarından devralabilirler mi... Neden olmasın?!.. O zaman sistem 20 yılda değil iki yılda çöker. Halbuki amaç sistemin hiç çökMEmesi ve bilinçli bir şekilde olumlu istikamette değiştirilmesidir -ki savaş/mavaş olmasın, insanlar birden korunmasız/güvencesiz/aç/açıkta kalmasın. Ve bu değişim büyük bir insani tecrübe olarak öğrenilsin, insanların DNA'larına kadar işlesin.
Şimdi paranın politika/devlet kontrolünden çıkarılması elbette olmayacak. En azından siyasi yapılar buna direneceklerdir ve kendi söz haklarını korumaya çalışacaklardır. Devletler bu büyük sistem resminin küçük bir parçası olmakla birlikte, ellerinde henüz yitirmedikleri önemli legitim yaptırım güçleri bulunmakta. Ve para denen şeyin ne olduğu konusu basın aracılığıyla açık bir şekilde konuşulur ve halkın arasına kadar inerse, bu, devletlerin olumlu değiştirici gücüne katkıda bulunacaktır. Çünkü asıl sorunların temelinde, bu bozuk "Paraya inanç" zihniyeti yatmaktadır ve insanlar hazır bulup içine doğdukları bu sistemin farkına varmıyor -tıpkı balıkların suyun ne olduğunu anlamaması gibi. Ama balık kıyıya yaklaşınca veya karaya vurunca suyun ne olduğunu öğrenmeye başlıyor ve şimdi öyle bir karaya vurma durumu yaşanmakta. Paranın nasıl bir şey olduğu konusu, entelektüel çevrelerden halka doğru iniyor ve bu çok iyi bir gelişme. Çünkü paranın esiri olmaktan kurtulup, parayı yeniden bir araç haline getirmek ve onu bugünkü haliyle hayatta tutan sosyo-psikolojik bozuklukları düzeltmek mümkün olabilecektir. Refah yaratan bu inançsal mekanizmayı, aradan parayı çıkararak veya paranın yapısını değiştirerek işletmeyi öğrenmek gerekiyor. O zaman, gene refah olabilir -hem de bu kez savaşsız/krizsiz ve gelecek korkusuz bir refah.