Radikal yazıları


Radikal 6.08.2010 

Kimlikçi düşmanlıklar ekonomisi

Anadolu'da Türkiye değil de, Osmanlı ardılı başka kapitalist devlet veya devletler kurulmuş olsaydı, büyük travmalar yine yaşanırdı. Anadolu gibi renkli bir coğrafyanın, kapitalistleşmeye mecburen uymak adına, kültürel bazda homojenleşmek zorunda kalması, kapitalizmin dünyada işlediği en büyük cinayetlerinden biridir


Anadolu'nun sonsuzluğa doğru uzayıp giden binlerce yıllık tarihinde barış ve toleransın esas, zehirli kin ve nefretten beslenen savaş/istikrarsızlık dönemlerinin geçici olduğunu söylemek yanlış olmasa gerek. Son çeyrek yüzyıllık neoliberal kapitalizm dönemine özgü etnik/dini kimlikçilik de, Anadolu'da yaşanan böyle geçici dönemlerinden birine işaret ediyor. 2008’den bu yana, sadece neoliberal ekonomi değil, kimlikçiliğin de krize girdiğine dair işaretler mevcut.
Kapitalizmin birbiriyle rekabet halindeki Batılı liberal versiyonu ve Doğulu kooperatist (sosyalist) versiyonu arasındaki mücadele, 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla birlikte Batı lehine son bulunca, yeni bir dönem başlamıştı. Yeni dönemin özelliği, dünyaya hâkim olan neoliberal kapitalizmin kısaca ekonomi ötesi bir ‘Demokrasi’ ilan edilip kutsanması olmuştur. Yeni düzende ‘asıl sorun’, ulusal sınırlar ötesi para/iş sisteminden ve diasporalardan güç alan yeni etnik/dini ‘kimlikler’in talep ettikleri ‘eşitlik’ haklarıyla ilgiliydi. Türkiye'de de buna uygun olarak uzun süre, mesela işsizlik ve sosyal devletin tasfiyesi konuşulmamıştır. Onun yerine, ‘Türban/laiklik’ ve ‘Kürt sorunu’, asıl gündemi belirlemiştir. Neoliberalizme özgü ‘Kürt’ ve ‘Müslüman’ kimlikçiliği, ekonomi ötesi karakterine uygun olarak, tarihi geriye doğru sonradan üretilmiş etnik/dini kimlikçi açıdan yeniden yazıp değerlendirirken, intikâmcı/rövanşist
bir genel tavır benimsemektedir.

Bariz bir özellik
Ekonomi ötesi neoliberal yaklaşımların en bariz özelliği, kişilerden/gruplardan yola çıkmasıdır. Bu nedenle neoliberalizm, komplo teorilerine inanmaya ve tarihi, komplo teorileriyle açıklamaya yatkındır. Bu anlayışa göre tarih, tek tek kişilerin -dünya konjonktüründen ve ekonomiden bağımsız bir şekilde- iradi kararlarından ve keyfi uygulamalarından ibarettir. Böyle olunca, ‘keyfi kararlar’ aldığına inanılan ‘kötü’ adamlardan ‘gruplardan’ ve ‘partilerden’ nefret etmek kolaylaşmaktadır! Mesela Türkiye Cumhuriyeti, bir gece aniden alınan bir kararın ürünüdür. Belli bir sürecin er ya da geç gerçekleşmesi gereken sonucu değildir! Aynı şekilde halifeliğin kaldırılması, Anadolu ahalisinin Türk ilan edilmesi, milli Türk kültürüne uygun olarak halkın Türkleştirilmesi, Türkçenin dayatılması, sübjektif/öznel kararların ürünüdür. “Başka biri olsaydı, mesela ‘dini bütün’ biri -bunu yapmazdı!”

Öyle midir?
Türkiye'nin 13’üncü yüzyıldaki meşru hükümdarlarından Abaka Han, 1277 baharında başkenti Tebriz’de Anadolu'dan gelen ulağın haberini okuyunca öfkeden deliye dönmüş olmalıdır. Anadolu'nun hâkimi Moğol ordusu, 18 Nisan günü, Elbistan’da Sultan Baybars kuvvetleri tarafından yenilip dağıtılmış ve Anadolu'daki Moğol hakimiyetine son verilmiştir. O bahar aylarında Konya sarayında bir çocuk, Sultan III. Keyhüsrev oturmakta, Moğol hakimiyeti adına Selçuklu ülkesinin devlet işlerini de vezir Süleyman yürütmekteydi. Moğollardan kurtulmak için Memluklardan gizlice destek isteyen Süleyman’ın yardımına, güçlü Memluk hükümdarı Sultan Baybars gelir. Baybars, önce Moğolların müttefiki Kilikya Ermenilerine, sonra da Anadolu'daki Moğol ordusuna saldırır. Moğol hakimiyetinin gevşeyeceğini uman iyi niyetli Süleyman, Baybars’ın otağına kadar gidip ona teşekkür eder ve Abaka Han’ı Konya girişinde
karşılamak gafletinde bulunur. Abaka Han vezir Süleyman’ı ihanetle suçlar. Onu önce astırır, sonra da etinden yemek yapılmasını emreder ve adamlarına yedirir. Bu korkunç olay, Anadolu'nun farklılıklara toleranslı barışçıl doğasına tamamen yabancı, ruhsal konteksine tamamen aykırıdır ve belki de o yüzden, tamamen unutulmuştur.
Kin tutarak ruhunu zehirlemek yerine, olanları unutmak ve bağışlayıcı olmak, Anadolu'ya özgü meziyetlerdendir.

‘Turcia’
Bu olayın yaşandığı dönemde Latin kaynaklarında Anadolu, en az 150 yıldır ‘Turcia’ (Türkiye) diye anılmaktaydı. Ve kendine ‘Rum’ demekte ısrar eden Sultanlığın yönetimindeki ülkeye ‘Türkiye’ denmesinin nesnel bir de nedeni vardı. Selçuklu Sultanı Alparslan’dan sonra Anadolu'da kalıcı oldukları kesinleşen bir milyona yakın Türke karşın (bugünün diline uyup birbirine benzeyen göçebe boyların hepsine toptan ‘Türk’ diyoruz), 11’inci ve 12’inci yüzyılda Anadolu'da (en fazla) altı milyon insan yaşamaktaydı. Her Anadolu halkı, kendine seçtiği coğrafi bölgede hayatını sürdürürken, Türkler Anadolu'nun tamamına dağılmışlardı. Türkçe, bu nedenle en çok bilinen ortak Anadolu dili haline gelmiş ve Anadolu'nun adını da belirlemişti.
Kapitalist yaşam biçiminin resmi ideolojisi ulus-devlet milliyetçiliğinin, kendi milli coğrafyası dahilindeki halklara -mecburen- dayattığı ‘Tek dilli homojen milli kültür’ anlayışının, eski tarım toplumlarında doğmamış olmasının önemli bir nedeni vardı. Kapitalizm öncesinin toplumlarında, yazılı kültürünün temel özeliği, farklılıkları özendirmesiydi. Halklar arasındaki kültürel fark ne kadar kesinse, halkların kendi iç dünyalarına kapanabilmeleri o ölçüde kolay oluyordu. Böylece kendilerini daha kesin tanımlayabiliyorlar ve diğer kültürlerin etkileriden daha kolay korunabiliyorlardı. Mümkün olduğunca çok sayıda halkın birbirinden farklı olması ve farklı diller konuşması, hem bu halkların elitlerinin, hem de merkezi devletin özendirdiği bir durumdu. Bu, sadece Anadolu'da değil, dünyanın başka yerlerinde de aşağı-yukarı böyleydi. Mesela bugün adına kısaca Ermeni veya Türk dediğimiz toplulukların her biri, kendi aralarında mezhepsel, yöresel ve lehçeyle ilgili sayısız farklı gruplara bölünmüştü, kendilerini farklı farklı adlandırıyorlardı.
Kapitalizm öncesinin tarım merkezli ekonomilerinde halk ve kültür grupları, ekonomik bakımdan birbirlerinden bağımsız davranabiliyorlardı. Ve bu bağımsızlıklarını kültürel bazda da pekiştirmeye özen gösteriyorlardı. Kapitalizm öncesi, kişiye özel çalışma sistemi buna izin veriyordu. Üretim biçimi, kapitalizmde olduğu kadar karmaşık ve ‘anonim’ değildi.

Meta/mal
Kapitalizm öncesinin toplumlarında ürünler esasen sipariş/gereksinim üzerine tek tek kişilere özel, ustalar ve çırakları tarafından üretiliyordu. Ürünlerin bir karakteri vardı, birbirinin kopyası/klonu, anonim değildiler. Çalışanlar, karakterli ürün yapıldıktan sonra, çalışmaya son veriyorlardı. Bugünkü gibi durmadan sekiz saat -sadece ücret/kâr için- ‘anonim herhangi birşey’ üretilmiyordu. Sadece para için üretilen ‘’anonim herhangi birşey’i Marx, ‘Meta/mal’ (Ware) diye adlandırmıştır ve bu anlamda ‘Meta/mal’, eski çağların ‘Kişiye özel üretilen nesne’sinden tamamen farklıdır. Eski üretim biçimi,
farklı kültürlerin/dillerin, kompartımanlar halinde yanyana yaşamalarına uygundur.
Ama kapitalizmde muazzam çeşitlilikteki mal/hizmet/hammaddenin aynı anda hızlı değiş-yokuşu, işlenmesi, alınıp satılması ve bu işlemin nihayet paraya tahvili söz konusudur. Sistemin motoru, para kullanımı üzerinden işleyen kâr dürtüsüdür. Tarihte sadece kapitalizme özgü olan, bu muazzam yoğunlukta ve hızdaki özgün para/iş sisteminin çalışabilmesi için, çalışan tüm halkın sadece ortak bir dile değil, ortak bir kültüre de sahip olması gerekir. Çünkü karmaşık sistemin içinde birçok ortak kavram, komplike sembol ve benzeri şeyler oluşur. İş toplumunda bunların herkes tarafından anlaşılabilmesi ve tüm topluma malolması gerekir. Kapitalist ekonominin komplike bir bütün olarak işleyebilmesi buna bağlıdır. Ortak kültürün temel ilkelerinin kurulmasını, milli eğitim sistemi üslenir. Kapitalistleşmenin (para/iş ilişkilerinin) yaygınlaşıp yoğunlaştığı her yerde toplumlar, mecburen, kültürel homojenleşme dürtüsüne uymak zorunda kalmışlardır.
Kültürel homojenleşmelerin taşıyıcı ideolojileri de milliyetçilikler olmuştur.
1980’li yılların ortalarından başlayarak 2008 ekonomik krizine kadar süren Neoliberal döneme has etnik ve dini kimlikçiliğin ürettiği derin düşmanlıkların ve kamplaşmaların en önemli kaynağı, globalleşmiş neoliberal ekonomidir. İlk kez, milli ekonomilerin sınırları ve kontrolü haricine taşan, global ekonomiden ve diasporalardan beslenen, bu nedenle ulus-devletlerin kontrolü dışına çıkıp onlara meydan okuyabilen yapılanmalar ortaya çıkmıştır. Global kapitalizmin yeni ürünü bu siyasi gruplar, ilk kapitalistleşme döneminden kalma eski hesapları kendilerine şiar edinmişlerdir. Özünde sadece dönemsel/konjonktürel görüngülerdir.

Kıyamet dönemi: 1908-1922
‘Anadolu’nun Kıyameti’ sayabileceğimiz 1908-1922 döneminde, İmparatorluğun terketmek zorunda kaldığı Balkanlardan, Filistin'den, Kafkaslardan Anadolu’ya göç eden ve kendini İstanbul’daki merkezi yönetimin kültürüne yakın hissedenler ‘Türk’ ilan edilmişlerdir ve daha sonra Türkiye'nin yeni iş toplumunu oluşturmuşlardır. Homojen bir ‘Türk toplumu’ kurmak, tek tek politikacıların bir seçimi olmanın ötesinde, sistemin dayattığı bir zorunluluktu. Aynı ideaya Ermeni milliyetçileri de Yunan milliyetçileri de sahipti. Doğu ve batı Anadolu'daki savaşları onlardan biri veya ikisi kazansaydı, Anadolu'da -milliyetçiliğin doğasına uygun olarak- birbirine düşman birkaç ulus-devlet kurulmuş olabilirdi. İkinci Dünya Savaşı sırasında eski defterler mutlaka açılır, Anadolu'nun birliği için ikinci bir Kıyamet yeniden yaşanabilirdi.
Anadolu'dan Ermenilerin silinip Rumların kovulmasının rövanşını, Kürtlerin Türkleştirilip halifeliğin kaldırılmasının rövanşını, Osmanlı İmparatorluğu’nun sona erdirilmesinin rövanşını eski cumhuriyetçi elitlerden almaya çalışmak, bu nedenle düşmanlık üretmek, iki nedenle temelsizdir ve başarısızlığa mahkumdur: Burada asıl konu, global ekonomiden beslenen etnik/dini kimlikçi neoliberalizmin, milliyetçi ulus-devlet liberalizmine meydan okumasıdır. İkisi arasında bir tür güç mücadelesi söz konusudur. Çeşitli biçimlerde dünyanın her yerinde yaşanmaktadır ve bu haliyle neoliberalizmin, ulus-devletleri tehlikeli ölçülerde zayıflattığı bilinmektedir. Bu çatışma, 2008 kriziyle birlikte artık neoliberalizmin aleyhine işlemektedir. Yani global vahşi piyasalara has finans aksiyonları, sıcak para, ve döneme özgü yaygın kriminal finans uygulamaları (kaçakçılık, para aklama, zimmet vs.) eskisinden daha sıkı denetlenmektedir. Neoliberal kimlikçiliklerin kaleleri olan diasporaların güç kaybetmesi de buna dahildir. Ekonomik kriz, neoliberal hareketleri çok boyutlu bir şekilde olumsuz etkilemektedir. İkinci neden, kapitalistleşme/homojenleşme için kişilerin ve partilerin sorumlu tutulamayacağıyla ilgilidir. Anadolu'da kapitalistleşmenin yoğunluğu ölçüsünde kültürel homojenleşme kaçınılmazdı. Bunu kimin yaptığı son tahlilde önemsizdir. Nitekim kapitalist sistemin en gelişmiş merkez ülkeleri, (ABD’den Japonya'ya kadar bir avuç ülkedir) halkları kültürel bakımdan homojenleşmiş ülkelerdir. Sonradan kapitalistleşmiş tüm ülkeler, milliyetçiliklerin yardımıyla kültürel bakımdan homojenleşmeyi hedeflemişlerdir.
Giderek İngilizce’nin temel iletişim dili haline gelmekte olduğu dünyada, ulusal homojenleşmeden öte, bir de global homojenleşmeden söz etmek zorundayız. Böyle bir dünyada kültürel farklılıklar, eskisinden çok daha küçüktür. Bu durum, yerel kültürlerin gelişmesine -bireysel bazda- büyük bir alan açmakta, ama (global ekonominin ulus-devlet/milli ekonomileri lehine giderek daha sıkı kontrolü nedeniyle) neoliberal siyasallaşmaları giderek zorlaştırmaktadır. Her köşesi birbirine benzeyen, aynı düşünce kalıplarıyla düşünüp aynı tip giyinen, aynı hamburgercilere gidip aynı filmleri seyreden ve bu homojen dünyada yaşamaktan memnun görünen modern vatandaşların, kapitalizmi en ufak bir şekilde sorgulamadan, farklılıkları düşmanlık boyutunda abartmaları, trajikomik bir durum.
Anadolu'da Türkiye değil de, Osmanlı ardılı başka kapitalist devlet veya devletler kurulmuş olsaydı, büyük travmalar mecburen yine yaşanırdı. Soykırım travması, Anadolu'dan kovulmuşluk travması, yenilmişlik ve bir imparatorluk kaybetmişlik travması vd. Büyük bir ihtimalle yine olacaktı. Sadece, hangi travmayı kimin yaşadığı farklı olabilirdi. Anadolu gibi renkli bir coğrafyanın, dünyadaki kapitalistleşmeye mecburen uymak adına, kültürel bazda homojenleşmek zorunda kalması, kapitalizmin dünyada işlediği en büyük cinayetlerinden biridir.
Anadolu unutkan ve bağışlayıcıdır. Bu sayede ruhunun kin ve nefretle zehirlenmesine izin vermez. Bugün Anadolu'da ne Abaka Han, ne de onun mağrur Moğollarından birinin adı bilinir. Tarihe bakarak, neoliberalizmin düşmanlık ve kamplaşma üreten kimlikçi tahribatının da elbette aşılıp unutulacağını söyleyebiliriz. Bunun için önce sağduyuya, sonra zamana ihtiyaç var gibi.

Selçuk Salih Caydı: Araştırmacı, yazar


Radikal Gazetesi'ndeki diğer yazılar için tıklayınız