Laos Halk Partisi ve "Kızıl Prens" Souphanouvong

Sovyetler Birliğinin kurulması ve ardından Çin'deki gelişmeler, Güney-Doğu Asya'da fırtınalar kopardı. O fırtınalardan biri de Çin'e, Kamboçya'ya, Myanmar'a, Tayland'a ve Vietnem'a komşu olan Laos'da koptu.
Pathet Lao, Laos'daki Komünist Hareketin önderliğinde Japonya'ya karşı direnişle birlikte doğdu. Bu grup, zaten 1945'den beri Fransız sömürgeciliğine karşı savaşıyordu. Savaştan zonra galiplerin tarafında yer almış Fransa, Güney-doğu Asya'ya geri dönme hayalinin peşinden gidiyordu.
Gerilla Hareketi "Pathet Lao" (Lao Ulusu), 1954 ile 1973 yılları arasında ülkenin yarısını kontrolü altına almayı başardı, 1975'de ise tüm ülkeyi kontrol eder hale geldiler. Böylece örgüt, ülkeyi tamamaen kontrol eden tek siyasi güç oldu.
Bu arada 1930 yılında Ho Chi Minh "Hindiçini Komünist Partisi"ni kurdu. Parti, Fransız sömürge bölgeleri Kamboçya, Laos ve Vietnamlı genç entelektüelleri derinden etkiledi. Ama parti 1951'de üç yerel örgüte ayrıldı. İşte bu ayrılmada Laos'daki Komünist Parti'nin başına, dünyaca ün kazanan "Kızıl Prens" Prens Souphanouvong geçti (1909-1995). Kızıl Prens, ülkede 1950'lerden 1970'lere kadar kurulan üç koalisyon hükümetinde yer almıştı. Hindiçini Komünist Partisinden ayrılıp "Lao Halk Partisi" adını alan yeni Komünist Partisi, ilk kongresini 22 Mart 1955'de yaptı, kongreye 25 delege katıldı ve 300 üyeyi temsil etti. Partinin tüzüğü, Vietnam Komünistlerinin tüzüğüyle aynıydı.
Lao Halk Partisi 1956'da, "Lao Yurtsever Cephesi"ni kurdu. 1975'de parti, Vietnamlı Komünistlerin de desteğiyle, Laos'da iktidarı devraldı ve Sovyet örneğine yakın bir sistem kurdu. Kızıl Prens, Demokratik Laos Cumhuriyeti'nin Cumhurbaşkanı oldu, ama asıl iktidar gücü, Başbakan ve parti genelsekreteri Kaysone Phomvihan'ın elindeydi.
Kızıl Prens, Ho Chi Minh ile birlikte
Kızıl Prens, Laos'daki Luang Prabang bölgesi kralı Boun Khong'un oğlu. Prens Souphanouvong, Hanoi'de Ho Chi Minh'ile buluştu ve ondan öyle etkilendi ki, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra ülkesine dönünce hemen Fransızlara karşı savaşanlara katıldı. Lao Itsala Hareketinin önderi oldu. Daha sonra direnişçilerin Hükümetinin Dışişleri Bakanı oldu.
Kızıl Prens, 21 Mart 1946'da Thakhek savaşında Mekong üzerinde bir motorla kaçarken, alçaktan uçan bir savaş uçağı tarafından tarandı ve ağır yaralandı. Kızıl Prens, yaralarına rağmen Bangkok'a kaçmayı başardı. Asıl bu olaydan yıllar sonra ünlendi.
1986'da, bir türlü iyileşmeyen hastalığı nedeniyle görevini vekaleten Phoumi Vongvichit devraldı. 14 Ağustos 1991'deki Anayasa değişikliğiyle Kaysone Phomvihane yeni Cumhurbaşkanı seçildi.
Kızıl Prens, bir Vietnamlıyla evliydi. Karısı Nguyen Thi Ky Nam'la on çocukları oldu.
Laos, 40.000 yıllık bir kültür tarihine sahip. Evet bu küçük ülke, ummadığınınız kadar eski. İyi örgütlü toplumsal yapısını M.Ö. 1500'lerde kuran Laos'un bugünkü halkını, M.S. 500'lü yıllardan itibaren Kha Halkları oluşturuyor ve bu halk, Kamboçya'daki Angkor uygarlığının varisi Funan devletine tabiydi. Günümüz Laos'una kadar gelen tarih ise, ülkenin eski bayrağına da şeklini veren "Milyonlarca Filin İmparatorluğu" Lan Xang, 14. Yüzyılda Fa Ngum tarafından kuruldu ve altın devrini 17'inci Yüzyılda yaşadı. 18'inci yüzyılda birbirine düşman üç Hanedanlığa bölündü. Siyam, bu zayıflığı fırsat bilerek ülkeyi topraklarına kattı, ama ilk ayaklanma hemen ardından geldi: 1827'de. Ama 19'uncu Yüzyılda Fransızlar bu bögede hızla güç kazandılar. Bir Laos Ulusu kurmak fikri, 20'inci yüzyıl başında ortaya çıktı ve Komünistler tarafından gerçekleştirildi.
Laos Komünistleri ve Vietnamlı Vietkong ve diğer Hindiçini devrimcileri, Laos kralları soyundan gelen Kızıl Prens'e asla tam güvenmediler. Bu yüzden, Laos Komünistleri içinde de asla bir numara olmadı. 13 Temmuz 2004'de Kızıl Prens'in 95'inci yaş gününü kutlamak amacıyla büyük gösteriler düzenlendiğinde, bu eski çekincenin kalktığı anlaşılıyordu. Gerçi büyük Budist törenler falan yapılmadı ama, Kızıl Prens zaten 9 Ocak 1995'de ölmüştü.

Şehirler ve 'Doğrudan Demokrasi' hakkında...

Gezi Hareketi başladığından bu yana artık daha yüksek sesle, 'Doğrudan Demokrasi'den bahsediyoruz. Doğrudan Demokrasi, şekilselleşip içi boşalan neoliberal sandık postdemokrasisinin iyice yetersiz kaldığı günümüz aşamasında internet üzerinden sosyal medyada doğan ve giderek profil kazanan bir demokratik ifade biçimidir. Parlamenter demokrasinin işlevini iyice yitirdiği günümüz şartlarında, ille de milletvekilleri üzerinden değil, doğrudan/bizzat konuşan demokrasiye 'Doğrudan Demokrasi' diyoruz. Bu haliyle 'Doğrudan Demokrasi', eski Demokrasi kuramcılarının hayallerinin gerçek olduğu bir demokrasi türü. Eskiden belli konularda bu kadar geniş halk katılımıyla bu kadar hızlı tartışmak ve kararlar almak mümkün değildi. Bu, iletişim teknolojilerinin mümkün kıldığı oldukça yeni bir gelişme.
Gezi Hareketinde bir anda karar alıp yürüyüşler ve protesto eylemleri düzenleyen halk, henüz etkili ekonomi eylemleri, belli işlemleri yavaşlatma/durdurma eylemleri gibi daha etkili protestolara başlamadı. Doğrudan Demokrasi, "Gezi Hareketi" adıyla, varlığını ve gücünü ortaya koymuştur ve işlevsiz güdük 'Parlamenter Demokrasi'yi tamamlamak konusunda ilk adımları atmıştır. İşte bu bağlamda, Şehirlerin tartışılmaz önemi ve üstünlüğü de ortaya çıktı.
Eskiden "Köylülük" diye önemli bir faktör vardı. 1970'li yıllardan başlayarak iyice zayıfladı ve şimdi tamamen önemsizleşti. Şimdi şehirler, ve onların nisbeten daha demokratik yönetimleri, STÖ'leri ve tabii hızla örgütlenip aktif olabilen etkili halkı var. Benim takip ettiğim siyasalbilimcilerden Benjamin Barber, yeni kitabı "If Mayors Ruled The World" adlı yeni kitabında (Yale Üniversitesi yayını), şehirlerin, ülkeler ve dünya politikasındaki yerlerinin daha da önem kazanması gerektiğini anlatıyor. Globalleşen dünyada bunu zaten biliyoruz ve hissediyoruz. İstanbul'daki "Duran Adam" eyleminin tüm dünyada nasıl örnek alındığını, Gezi Hareketinin nasıl büyük bir sevgi ve saygı uyandırdığını, İstanbul'u bir anda dünyanın yıldızı haline getirdiğini gördük.
İstanbul'un bir sonraki seçimlerde Gezi Ruhu ile yönetilen bir şehir yönetimine sahip olması, sadece bu açıdan bakınca bile olağanüstü önemde görünüyor.
Şehirler, dünyanın yeniden şekillendirilmesi ve Doğrudan Demokrasinin hakim olduğu yeni bir demokrasinin oluşturulabilmesi hedefi açısından tayin edici önemde. Benjamin Barber, Ulus-Devlet'in, Birleşmiş Milletler'in, Avrupa Birliği'nin, Uluslararası Sivil Toplum Örgütlerinin ve uluslarötesi firmaların gelecek için umut vermediklerini ve bunun baş nedeninin de büyük olmaları olduğunu söylüyor. Ama şehirlerin seçilmiş Belediye Başkanlarının, sanıldığından daha önemli hale geldiklerini anlatıyor ve ilginç örnekler veriyor. Kyoto Protoklü işlemedi. Kopenhag'daki iklim zirvesi tam bir siyasi başarısızlık örneğiydi, ama orada gözden kaçan ilginç bir şey vardı: Kopenhag Belediye Başkanı ve daha sonra AB Çevre Komisyonu başkanlığı yapan Ritt Bjerregaard, o toplantıya yüzlerce dünyadan Belediye Başkanı çağırmıştı ve gerekçesi çok makuldü: Çevreyi kirleten sera gazlarının yüzde 80'i şehirler tarafından üretiliyor. Bu toplantı belki başarısızdı, ama toplantıdan sonra bazı şehirler, Belediye Başkanları üzerinden çevre konusunda önemli adımlar attı. Mesela Los Angeles Belediye Başkanı Antonio Villaraigoso, şehrindeki çevreyi kirleyen gazların yüzde 40'ının şehir limanında yük indirip-bindirmek için bekleyen büyük kamyonların hiç kapanmayan kontakları nedeniyle çıktığını anlayıp 12.000 kamyonu hibrid kamyon haline getirtti. Limandan çıkan atık yüzde elli azaldı. Böyle doğrudan önlemlerin, Başkentlere bağlı karar mekanizmalarınca ne anlaşılıp ne de kararlaştırıldığını söyleyen Barber, Belediye Başkanının bu fikri de Obama'dan değil, Shanghai Belediye Başkanı'ndan aldığını söylüyor. Kısacası, Belediyeler eskisinden önemli hale gelmekle kalmayıp, daha bağımsız hareket eden yapılar haline geliyorlar ve dünyadaki globalleşmenin yeni istikameti bu.
2004 Yılında "United Citis and Local Governments" diye bir örgüt kuruldu. Şimdi üçbine yakın üyesi olan bu örgüt her yıl konferanslar düzenliyor. Şehirlerin kendi aralarında işbirliği ile projeler başlatmasını destekleyen birçok büyük kurum da var, ve bunların başında AB geliyor.
Trendin görünür siyasi kısmı ise herkesin gözü önünde yaşanıyor. Şehirler, dünya politikasının merkezine oturuyor. Gezi Hareketi, bir İstanbul Hareketi olarak ortaya çıktı ve bir şehirler hareketi olarak dünya tarihindeki yerini aldı -hatta şehirlerin de sembol meydanlarını kullanarak. Mısır'da Kahire'nin ve Tahrir Meydanı'nın sembolleşmesi gibi, İstanbul'un ve Taksim Meydanı'nın sembolleşmesi, tüm dünyanın heyecanla karşılayıp kabullendiği ve hatta örnek aldığı bir siyasi olaydı.
Şehirler, bu anlamda Doğrudan Demokrasi'nin global odakları olarak ön plana çıkıyorlar ve bu durum daha da yaygınlaşacak, profil kazanacak gibi görünüyor.
Şehirlerin laf ötesi yeni bir sosyo-ekonomik demokrasi kurabileceklerinin örneği de gene şehirlerden geliyor ve sosyal medya üzerinden şehirlerin en ücra ve en yoksul kesimleri bile konuşabiliyor, toplumun daha varsıl kesimleriyle diyalog geliştirebiliyor. Bu, özellikle bir ekonomik çöküş tehlikesi aşamasında son derece önemli. Şehirler, sosyo-ekonomik gelişmelere ve daha birçok duruma çok daha çabuk ve doğrudan müdahale edebiliyorlar.
Barber, fakirlikle mücadelede şehirlerin etkin girişimlerine New York'u örnek veriyor ve şehirlerin siyasetin belirlenmesinde daha etkili olmaları halinde mesela vergi sistemlerinin oldukça adil ve şeffaf hale getirilebileceğini anlatıyor. Doğrudan Demokrasinin giderek daha çok benimsenmesi, ona uygun yapıların oluşturulması için itici bir kuvvet olacaktır. Artık işlemeyen ve tek adam diktatörlüklerine dönüşen Neoliberal Postdemokrasiyi aşmak ve yeni demokrasiyi sağlamlaştırmak, kuşkusuz şehirlerin siyasette önem kazanmasıyla birlikte yükselen bir trend olmayı sürdürecek görünüyor. Gezi Ruhu'nun aynen yaşaması ve göndem belirlemeye devam etmesi, bunun Türkiye için en somut ifadesi.

Gizli servislerin iflası mı?

Bu konuya James Bond ile giriş yapmak isterdim. Ne de olsa bu serinin tüm filmlerini seyretmiş biri olarak, "ajan/casus" dendi mi aklımda gezinip duran "Bond" sahnelerinin haddi hesabı yok. Ama Hayır. Galiba bu tarife özellikle Soğuk Savaş dönemi için en uygun düşenler, John Le Carre'nin kurguladığı tiplerle girmek gerekir. Onlar bence çok daha gerçekçidir. Yazının girişinde, yazarın "Soğuktan Gelen Adam" adlı romanından uyarılmış filmden bir kare görüyorsunuz. Richard Burton bu rollerde, serseri/snob Bond'dan çok daha ciddi ve inandırıcıdır.
Ben şahsen hiç ajan/casus görmedim, ama bazı tiplere bakıp, "Acaba?" dediğim de olmuştur.
Ajanlık işi, Batı'da ve Doğu'da farklı algılanır -ki Türkiye kesinlikle Batıya sayılır (Bunu Çin'de bir süre kaldıktan sonra artık daha net söyleyebilirim. İslamcı Türkler bile, kendilerini Doğulu sanan Batılılardır). Evet Batı'da, bir tür "Şerefsiz meslek" olarak anlaşılır casusluk. Mesela 18'uncu Yüzyılda yaşayıp hükmetmiş Alman İmparatoru Büyük Friedrich (Frederik), "Casuslar" ile "Hainler"i aynı kategoride değerlendirir ve onlara, "İhtiyaç duyulan, ama değer verilmeyen kişiler" der.
Asya'da casusluk/ajanlık şerefli bir meslektir ve bu haliyle uzunca bir tarihe de sahiptir. Bugün "Savaş" dendi mi irili ufaklı herkesin aklına Sun Zhi gelir. Büyük Friedrich okumuş mudur bilmiyorum -zira ilk kez onun döneminde Cizvit papazı Joseph Amiot tarafından Fransızcaya çevrilmiştir- ama Sun Zhi'nin "Savaş Sanatı" adıyla Türkçeye ancak 20'inci Yüzyıl sonlarında aktarılan kitap, savaştan daha çok casusluk/ajanlık malzemesidir. Bu kitapta asıl olay, günümüz Çin'inin de başarıyla uyguladığı gibi, savaşa girmeden savaş kazanmaktır. Kitabı okursanız mutlaka görürsünüz, "şimdi herşey tamam, haydi savaşa" anlamında tek satır yoktur ve savaş, her türlü önlem alındıktan sonra, mecburen girişilen bir iştir. M.Ö. 400-320 yılları arasında yaşamış olan bu adamın da vurguladığı, "Savaşın özü kandırmacadır (desinformasyondur)" ve bu haliyle esasen casusluk/ajanlıktan bahsettiği anlaşılır.
Casusluk/ajanlık, edindiği bilginin doğru olduğundan kuşkusuz emin olmak ister, ama "kullandığı" bilginin doğru veya yanlış olması değil, etkili olup olmadığı önemlidir. Hikayeler düşlemeyi seven, ama gerçeği çok önemseyen biri olarak, bu "meslek" erbabının bir tür "yalan uzmanı" olduğunu düşünüyorum. Suriye Savaşı başladığından bu yana doğru ile yalan-yanlış haber arasındaki farkı kısmen farketmekte nasıl zorlandığınızı hatırlayın. "Kimyasal silahı kim kullandı?" sorusunun/cevabının daha dün, dünyayı bir büyük global savaşın eşiğine nasıl egtirdiğini bir düşünün. Bu yazının burada yer alma nedeni de bu zaten...
Suriye olayı üzerinden bakıldığında, -bence- "Suriye'deki İslamcıların yaptığı iğrenç katliam" üzerinden yaşanan enformasyon savaşı, savaşın giriş holündeki asıl savaştı ve ben de o bilgi denizi içinde yön tayin etmeye çalışanlardan biriydim. Şimdi baktığımda, olayın kim tarafından yapıldığı konusunda pro ve contra enformasyonlardan hangisinin doğru olduğunun aslında kesinlikle önemsiz olduğunu anlıyorum ve bu beni hem şaşırtıyor hem de öfkelendiriyor.
Gizli Servis elemanı elbette ne Bond gibidir ne de Soğuktan Gelen Adam'daki gibidir. O, siyasi iradelerin -yani Hükümetlerin bir aracıdır. Kullanılan kişidir. İşi, bilgiyi Hükümetinin istediği istikamette kullanmaktadır. Ve sonuçta da siyasi düelleyu -yani Sun Zi'nin deyimiyle "savaş öncesindeki asıl (gizli) savaşı" kazanan son sözü söyler. Nitekim ABD, Suriye'de savaşa girerek kendi çıkarlarına/prestijine büyük zarar verebileceğini anlamış, bu kez Irak'daki gibi "Saddam'ın pis silahları var" lafazanlığı iş yapmamıştır. Irak savaşında Saddam'ı suçlayan "Gizliservis raporları"na kimse ses çıkarmamış, aleyhindeki haberlere/yorumlara "rağbet eden" pek çıkmamıştı. O zaman ABD dünyanın hala tek efesiydi, artık bunun değiştiği anlaşılıyor.
Gizli Servisler hakkında tipik bir Batılı yaklaşımını benimsediğimden, konunun uzmanlarından Michael Herman'ın "İstihbarat, düşmanlık bilimidir" tanımına aynen katılıyorum. Birine düşmansınız ve onlara kulp takıp iftira atarak karalamak ve saf dışı bırakmak için (sahte) bilgiyi tepe tepe kullanıyorsunuz... İşte bu anlayış, modern istihbarat anlayışıdır, Sun Zi'nin temel savaş teorisiyle uyumludur. "Planların gece gibi karanlık ve görünmez olsun" der Sun Zi ve bu temel yalan mantığı gelip gerçeğe toslar...
İstihbarat, günümüzde bu "klasik" işlevini yerine getirebiliyor mu? Veya şöyle soralım: Kullandığı bilgiye inandırabiliyor mu? Benim burada kocaman bir şüphe sahibi olduğumu ekleyeyim. İstihbarat'ın en babası ve an pahalısı son Suriye olayında kullanıldığı hali ise, bu işin yavaş yavaş tatil edilip, Bondların emekliye sevkedilmesi vaktinin geldiği söylenebilir. Mesela RedHack, bu bayların şahından daha iyi iş çıkarabiliyor. Başbakan ve adamlarının Arjantin "Olimpiyatlar çekilişi"ne giderken 900 küsür bin TL ödenek aldıklarının belgesini dünya aleme gösterebilen bir grupçuk, ve bahse girerim sıradan Laptoplarla işliyorlardır, yani maliyetleri CIA'ın gizli operasyonlara ayırdığı 80 milyar Dolardan da mutlaka çok daha azdır.
Doğru ve Gerçek'in giderek herkese açık bir veri haline geldiği dünyada, asıl önemli olan, verileri yorumlamak konusu haline geliyor. Veri çarpıtmak olağanüztü zorlaşıyor. Söylenen yalanlar, hazırlanan sahte veriler, desenformasyon, eskiden olduğu gibi yarım yüzyıl gizli kalmıyor, mutlaka piyasaya dökülüyor. Bilginin stratejik anlamda kullanılması devam ediyor, edecek de, ama gizli servis ajanının başat görevi "Çarpıtmak" konusu uzatmaları oynuyor gibi.
Gizli servis hikayelerini bir dönem severdim. Hatta Ian Fleming'in Mayk Hammer "tadında"ki James Bond romanlarından da okumuşluğum vardır. Bu kitapların havaalanlarında satılan türlerine dadanmış yabancı bir dostum vardı. Robert Ludlum tipi kitapları -ki hepsi 300 sayfanın üzerinde, tuğla kalınlığında şeylerdir- uçakta okumaya başlar ve dönüş uçağına binerken bitirmiş olurdu. Ben bu kitapların daha iyilerini de keşfettim, mesela uzak doğu atmosferini de kullananlar bugün de favorimdir,  ama nedense bu konular açılınca aklıma "Hotel Lux" gelir (Bertelsmann Yayınları, Münih 1978). Ruth von Mayenburg'un yazdığı sarı-kahverengi kapaklı kitapta, 1911 Moskova'da inşa edilip Birinci Enternasyonal'in tüm dünyadan gelen Komünistlerine tesis edilen ünlü otel anlatılır. İkinci Dünya Savaşı öncesi Otel Lux'un sakinleri arasında Dimitrof, Ho Çi Minh, Tito, Çu Enlay, Herbert Wehner (Alman SPD'si) falan vardır. Oteli ajan konusuyla ilgili olarak aklıma getiren olay, 1936-1938 döneminde bu otelde kalan ve o zamanın en ünlü Komünistlerinden bir çoğu, Stalin'in gizli servisi NKWD tarafından usulüyle "sorgulanıp" çoğu infaz edilmiş veya Gulag'lara gönderilmiştir. Kitapta gergin atmosfer çok güzel anlatılır. Orada şöyle birşey görürsünüz: NKWD tırpanına denk gelmemiş veya ondan kurtulmuş olan tüm otel sakinleri daha sonra ülkesinin Başbakanı, Dışişleri Bakanı, Önderi, Lideri falan olmuştur. NKWD'nin o yıllarda Moskova Hotel Lux'ta "Bunlar ajan mı la?" sorusuyla başladığı kıyım olmasaydı, 1945'den 1991'e kadar süren savaş sonrası Sosyalist yönetimleri hiyerarşilerinin tamamı, bildiğimizden tamamen farklı olabilirdi. Bir gizli servisin insanların/ülkelerin kaderini etkilemesi bakımından bu olay bana nedense çok çarpıcı gelir -kitap doğrudan tanık olunmuş sonderece çarpıcı gerçek olaylarla doludur. Şimdi başka bir dönemde yaşıyoruz ve bilginin herkese açık olduğu, gerçeği çarpıtmanın zor olduğu bir çağda yaşıyoruz. Ne Hotel Lux gibi ünlü siyasetçiler otelleri var, ne de James Bond'un Hong Kong'un merkezinde batık gemi içinde toplantı yaptığı MI6 merkezleri. Kullanmasını bilen biri için bir Laptop, Bay Q'nun tüm sofistike araç-gereçlerinden daha etkili; 16 yaşındaki internet delisi gençler, Bond'lardan daha önemli. İnsan son Suriye olayına bakınca, eski usul gizli servislerin müzelerdeki yerlerini çoktan aldıklarını düşünmeden edemiyor.

Rafik Schami / Özgürlüğe layık olmak

Suriye kökenli ünlü yazardan, kamuoyuna açık mektup...

Suskunluğumu açıklamak, okurlarıma karşı görevim ve buna ihtiyaç duyuyorum. Basının benimle Suriye hakkında yapmak istediği her konuşmayı reddediyorum, çünkü üzüntümü ve hayal kırıklığımla sadece bu şekilde başaçıkabiliyorum. Bu ülkedeki (Almanya) basının bu aptallaşturma oyununu protesto etmek ve onun bir parşası olmamak, benim hakkım.
Talkshow'lara, söyleşilere, televizyondaki tartışmalara katılmam için davetler, Başkan Obama'nın Esad-Rejimine saldırmaya karar vermesinden sonra yağmadı.
Küçük, canlı ve yüksek bir kültüre sahip bir halka karşı, iki buçuk yıldır, tüm dünyanın gözleri önünde savaş yürütülüyor, yokediliyor. Bizim Avrupalı komşularımızdan yardım beklemek ütopik olur, nötr kalmalarını beklemek gerçekçi olur, ama Batılı Hükümetlerin hepsi, bu gün de bu suça ortak oluyor. Piyasa normuna uygun önderlerinin hepsi için silah ihraç etmek, suçsuz insanların hayatından daha önemli. Bu ahlak mı? Hayır. Burada mesele, özgürlüğe ve demokrasiye ihanettir. Batıdaki insanların, barış içinde yaşayan insanların nasıl yokedildiğini birşey yapmadan seyretmeye zorlanarak haysiyetsizleştirilmesidir. Yahudi bir entelektüel bu aptallaştırılmayı, Avrupa'nın ortasında altı m,lyon Yahudinin öldürülmesine kayıtsızlıkla kıyasladı.
Suriye halkı sadece özgürce nefes almak, korkusuzca yaşamak istedi. Esad aşireti bu ülkeyi kırk yıl boyunca esareti altında tuttu ve soydu. Batı, sadece seyirci olmakla kalmayıp, aynen böyle kalması için teknik ve askeri malzeme yardımı yaptı. Zehirli gaz, internettekniği, sofistike aletler, roketler ve en modern silahlar; Rusya, Çin ve Batı olmadan asla eline geçemezdi.
Göstericilere açılan ilk ateşin üzerinden ikibuçuk yıl geçti. Bu arada devrim, bir iç savaşa dönüştü. Devrimler birden dünyaya gelir, ama yavaş ölürler. İnsanlar önce altı ay boyunca barışçı bir şekilde isyan ettiler, sonra askerler Suriye Ordusundan koptu ve göstericileri korudular, sonra İslamcıların çeşitli grupları oraya aktı, bu fırsatı değerlendirmek için. En büyük gruba da rejim önayak oldu. Tutsak İslamcılar serbest bırakıldı ve karışıklık yaratmaları için, bölünme ve kaosa neden olmaları için gizli servis üzerinden silahlandırıldılar.
Kaos durumlarında diktatörlük, en iyi örgütlü güçtür. Sadece Almanya değil, Batı, son güne kadar rejimle en iyi ilişkilere sahipti. Obama, Merkel, Hollande, Putin'den hiç de daha iyi değiller. Kamuoyu önünde klişe vaazlarını kustuncaya kadar tekrarladılar: "Esad lütfen çekilsin." Ve kapının hemen arkasında onu satılacak silahlarla ve elektronik donanımlarıyla ağırladılar. Şimdi aşıldığı söylenen bir "kırmızı çizgi"den bahsediyorlar ve daha öncesinde rejim tarafından öldürülen 100.000 suçsuz insanın kanını görmüyorlar. Özgürlükten bahsediyorlar, ama hapisteki 250.000 tutuklunun kaderini, ne olduklarını sormuyorlar.
Ve son ana kadar, zehirli gazın kullanılmasına dek rejime bazen açık bazen gizli, silah ve bilgi sağladılar, katil Suriye gizli servisini "Terörizme karşı savaşta, ortağımız" diye değerlendiren Alman gizli servis şefi Schindler'in ziyaretinin gösterdiği gibi, sanki kendi şehirlerine Scud-roketleriyle saldırmaktan, kadınlara tecavüz etmekten ve çocukları öldürmekten daha büyük terör olurmuş gibi. Batı kararlı bir şekilde istemeseydi, sanki Rusya ve İran, rejime destek olabilirdi.
Sahte argüman da, islamcılar güçlenmesin diye devrimcilere yiyecek ve ilaç yardımı bile yapılmak istenmemesi. Evet. Hatta Amerikalılar, tüm yardımları durdurmaları için bölgedeki ülkelere gözdağı bile verdiler. Aynı Batı, Suudi Arabistan'da en berbat İslamcılarla elele. Ve Batı'nın en yakın müttefikleri, yani Katar ve Suudi Arabistan, bu köktendincilere silah, yiyecek ve Dolar hediye ediyor.
Peki gazeteciler neredeydiler? Medya, bu ülkenin insanlarını aydınlatmak görevlerini nasıl idrak etti?
Basın, özgürlük ve demokrasi anlayışına göre, devletin dördüncü gücü olmalıydı. Böylece onların anladığı anlamda kontrol etmeli ve aydınlatmalı. Gazeteciliğimiz devletimizi şaibe altında bırakıyor. Gazeteciliğimiz, çok az dikkate alınan birkaç cesur gazeteci dışında, iktidar gücünün gölgesi haline geldi. Sadece (Nazi) NSU ve NSA cürmü konusunda değil, asıl Suriye konusunda karaya oturdu. Büyük başarısızlığın adı Suriye.
Şimdi Obama Esad'a saldıracağını açıkça ilan ettiğinden beri, (söyleşi panel vs. için) davetler yağmur gibi. Ve bu arada herkes, Esad'ı düşürme vaktinin geldiğinden emin.
Ben her zaman, dışarıdan yapılacak askeri bir saldırıya karşıydım karşıyım ve karşı olacağım. Ama acı çekip taraftar olan hiçbir Suriyeliye de kızmıyorum ve onları iyi anlıyorum. Ben (saldırıya) karşıyım, çünkü o zaman devrim mezara taşınacaktır. Amerikan planına göre Suriye ikinci bir Afganistan olmalı, bu kez Suriye'deki İranlılar ve yardakçıları Hizbullah zayıflatılmalı.
Esad devrilecek, ama yerini, CIA ve diğer Batılı gizli servisler tarafından kurulmuş askeri bir kurul alacak ve Suriye'nin ikinci bir Irak olmasını sağlayacak.
Benim bu aptalaştırmaya karşı protestom, umarım gazeteciliğin kötü rolü hakkında bir tartışmanın açılmasına önayak olur. Gerçekten de daha iyisini hakediyoruz. Bir Avrupalı, Suriyeliye, "Size nasıl yardım edebiliriz?" diye soruyor. "Siz, sizin oralarda yaptığınız şeyi yapın, yani bizim burada özgürlük ve demokrasi için yaptığımızı yapın."

Güzelliği ölçmek...

Sözün aslı, "Zevkler ve renkler tartışılmaz"dır aslında, tabii belli bir güzellik kategorisi dahilinde...
Ben Albrecht Dürer severim, sen Caspar David Friedrich. (Ben onu da severim)
Burada zevkler ve renkler elbette tartışılmaz, çünkü belli bir güzellik kategorisi dahilinde yapılan bir seçimdir sözkonusu olan. Ama "Ben amcamın oğlunun lisedeyken yaptığı natürmortları" severim dersen, o zaman orada zevkler ve renkler tartışılır.
Güzellik, hayatımızda önemli bir yer teşkil ediyor, bazen dünyamızdaki güzelliklerin kaybolduğundan, asfalt ve betonla kaplandığından falan bahsediyoruz. Güzellik duygusu, insan soyunun kendini sürdürmesi için elzem olan yaşamsal bir şey. İnsanların etraflarındaki dünyalarını kurmak için kullandıkları ve bu ölçüde reeldir, evrenseldir Güzellik. Temel normları belki kısmen göreceli, ama esasen insan aklıyla ve ruhuyla da ilgili bir konudan bahsediyoruz.
Sadece sanatın değil, doğanın da güzelliğinden bahsederiz. Yoksa ağaçlar sökülecek diye Gezi Parkı eylemcileri neden o kadar büyük kazanları kaldırsın? "O olay sadece ağaç için değildi" denir ama önce ağaç içindi, yani doğal güzelliğin yeryüzündeki en önemli anıtlarından biri içindi.
Güzel şarkılar, güzel türküler vardır. Güzel sözler, güzel renkler, güzel havalar, güzel huylar, güzel hikayeler, güzel kediler, güzel hayvanlar, hatta güzel yılanlar bile vardır. Onu geçtim, güzel yaşamların yanında güzel ölümler de vardır.
Birbirinden bu kadar farklı şeye ortak payda olabilecek bir şeydir Güzellik.
"Güzellik", bir metafor değil. Bu kavram, eski Yunan felsefesinden Hristiyanlığa geçen ve günümüze kadar gelen bir kavram. Plotin'in tarif ettiği şekliyle, sadece O (güzel) olduğu için istediğimiz şeydir "Güzel". Yararsız birşey olabilir, hatta zararlı bile olabilir, ama onu isteriz. İşte "Güzel" böyledir. Ve bu da insan ruhuyla ilgilidir, çünkü insan ruhunun kendini konumlandırdığı sabit köşetaşlarından biridir.
"İyi olanın yanında olmak istemiyoruz" demezsiniz. Belki hemen oracıkta bunun nedenini açıklayamasanız da, "İyi", sizin kendinizi iyi hissettiren şeydir, çünkü evrensel harmoniyle ilgilidir. O harmoni, evrenin tamamına hakimdir ve ona uymayanlar da bir gün gelip ona uymak zorunda kalırlar. Bu blogda yazdığım ve Yi Ching'in "Bo" adlı işaretini anlatırkan göstermeye çalıştığım konudur. İyi'inin tamamen yok edilmesi mümkün değildir. Kötü, iyiyi yokedeceği son aşamada kendini de yok eder ve geriye iyinin tohumu kalır. Orada konu "Yalan fenomeni"ydi. "Doğru olana inanmak istemiyorum" da diyemezsiniz. Çünkü "Doğru" da evrensel harmoninin bileşenlerinden biridir. Yalan, genel harmoniye/matrise ters olduğundan çökücüdür. Aynı şey "Güzel" için de geçerlidir. İyiyi, doğruyu, güzeli sevmeyen, hem doğaya, hem Tanrı'ya hem de kendine karşı hareket ediyor demektir. Çünkü acımasızca orman kesen, şehrini biteviye çirkin klon binalarla donatan, kafa sallayarak yalan düzeninde yaşayan bir ruh, düşüyor/bozuluyor demektir. Dini/mini bırakalın, bu faktörlerin iyi işlemediği bir yerde, ruh sağlığına sahip akıllı bir varlık olarak kalmak bile mümkün değildir, -çünkü akıl sadece sayısal bir sistemden ibaret değildir. İnsanın akıllı/eşref bir varlık olması -ve en önemlisi- bu haliyle hayatından memnun ve mutlu olması, (bunu toplum için de daim kılabilmesi) ancak evrensel harmoniye uymasıyla mümkündür. Çinliler bu konunun mistik yanını da neredeyse sayısal bir kesinlikle sistemleştirmişlerdir. Daha sonra Batı'da da "Altın Oran" gibi ölçüler hesaplanmıştır, ama bunların hepsinden önemlisi, insanlardaki güzellik duygusudur, zira hiç kimse birinin güzel olduğunu anlamak için elinde ölçü pergeli ille de biryerlerini ölçmez. Güzellik duygusu içten gelir ve evrensel harmoniye uyumla ilgili olduğundan (yapay güzellik) sanat, insanın insan olması ve insan kalması için çok önemlidir.
Güzelliğin açık net yol-yordam bulmamıza yardımcı olduğunu da unutmayalım. Mesela güzellik bize hoş bir duygu verir, ve etrafındakilerden bu anlamda farklıdır. Objektif/Nesnel dediğimiz ve tartışmasız doğruyu oluşturan hayati köşe taşlarından biri de "Güzel"dir. Bu yüzden seçimlerimizde çok önemlidir. Duruşumuzu bilerek veya bilmeyerek onu da göz önüne alarak belirleriz/değiştiririz, her zaman güzele yöneliriz, tercih ederiz. Böylece bir yargıya da varmış oluruz. Ya da şöyle: Birisi birşeyin güzel olduğu yargısına varmış olabilir, bunu size de anlatabilir, ama onun -sizce- güzel olup olmadığını anlamak için bizzat görmeniz, dinlemeniz, tadmanız vs. gerekir. Güzellik, kişinin doğrudan algılamasını gerektirir.
Bazen birşeyi, bir resmi, sırf amcanızın oğlu yaptı diye beğenebilirsiniz. Ama güzelliğin ölçütü, onun başka bir şey/kişi ile ilişkilendirilmeden de güzel bulunmasıyla ilgilidir. Güzel, evrensel bir ölçüye uymalıdır. İşlevsellikle güzelliğin biraraya getirilmesi girişimlerini yaşadığımız günümüzde, güzelliğin de dejenere olduğunu görüyoruz. Popüler kültürde en çok "Dizayn"da ifadesini bulan bu anlayış, günlük hayatta kullanılan her türlü şeyin bin türlü versiyonun imal edip "onları güzel göstermek" diye bir derde sahiptir ve güzelliğin en önemli ilkesiyle ters düşen bir "Güzellik" anlayışı olduğundan, "bozulan güzellik"ten bahsediyoruz. Güzellik aslen ille de işlevsel değildir. Kırdaki çiçekler ne işe yarar? Onların mutlaka bir işe yaramaları gerektiğini düşünmek hasta bir durumdur (tipik bir insan bozulması işareti sayılabilir). Herşeyi meta haline getiren kapitalist sistemin de bu nedenle, özünde güzellikle sorunlu olduğunu söyleyebiliriz. Güzellik sadece güzel olduğu için istenir, arzulanır.
Kant, güzelliğin bizi felsefi ve düşünsel anlamda kafa yormadan kavrayan/tutsakeden bir yanı olduğunu söyler ve güzelliği onunla ölçer. Eski filozofların/düşünürlerin bir de sorunu vardır: Platon'dan Kant'a, Güzelliği sadece görmek ve duymak duyusu üzerinden tanımlarlar. Ya tenimize değenler, taddıklarımız, kokladıklarımız? Bunlarla ilgilenmemişlerdir. Çikolatanın hangi türü daha güzel? İpeğin tene değen hangisi daha hoştur? Hangi koku daha güzeldir? Güzellik, evrensel harmoni içinde yer alırken yaratıcılığa yaklaştıkça daha çekici olur. Güzelliğin cinsellikle/doğurganlıkla da ilgili bir şey olduğunu daha önce bu blogda yazmıştık.
Bir de güzel düşünceler, güzel espriler, güzel goller falan vardır tabi. Onlardan da başka bir zaman bahsetmek üzere, yazıyı burada noktalıyoruz...