Diyalektik, Postmodernizm ve Sol entellektüelin krizi (I)

Çok gerçekli yaşam, Türkiye ve Yeni Gerçekçilik I

Hayata ve Dünyaya bakış, 1990'lı yıllarda dünyaya hakim olan Postmadernizm ile birlikte Türkiye'de de yeniden şekillendi. Dünyayı sadece maddesel temel üzerinden açıklayan Ortodoks Sol'un "Diyalektik Materyalizm"inin yetersizliği ve onun Josef Stalin tarafından Sovyet ideolojisi haline getirilmiş "Diyalektik tarihi materyalizm" halinin çöküşü, Postmodernizme hak etmediği yeni bir hareket alanı açtı. Kapitalist sistemin ilk ciddi krizinin ifadesi olan sosyalist (kooperatist kapitalist) blokun sonu, Diyalektik Materyalizmin kaba rasyonalizmini benimsemiş eski bilim anlayışını da sarsıp değiştirdi. Günlük hayatın merkezini oluşturmaya devam eden ve kapitalizmin temel yapıtaşı olan "Ücretli İş"in, sosyalizm tarafından da -en az kapitalizm tarafından olduğu kadar- kutsanması, terkedilmeye başlanmıştı. Eski sosyalist ülkelerden başlayarak, herkese iş verilmesinin imkansız hale geldiği süreçle el ele yürüyen bu gelişme, eski Sol felsefenin terkedilmesini de beraberinde getirdi.
İnsan, diyalektik materyalist kökten rasyonalist bilimin eskiden dayattığı gibi bir "Atomlar ve moleküller bütünü" değildir. Çünkü insanın Diyalektik Materyalist kuru rasyonalist tarif, hiçkimsenin inkar edemeyeceği hayallerimizi, beklentilerimizi, sevgilerimizi, ıslıkla çaldığımız şarkılarımızı, kısacası bizi asıl biz yapan özelliklerimizi içeremiyor. İnsan, sadece biyo-kimyasal, mekanik ve diğer bilmemnetik özelliklerine indirgenemeyecek ölçüde bir "mana" canlısıdır, yani manevi bir yaratıktır ve bir araya geldiğinde moleküllerinden bahsetmeyip, çocuklarından, sevinçlerinden, öfkelerinden, inançlarından falan bahseder ve insanı insan yapan bu asıl özelliklerinin hiç biri maddi değildir. Arıların bile bir bilincinin olduğunun, hatta rüya gördüklerinin kanıtlandığı bir dünyada, eski usul Diyalektik Materyalizmin yaşamaya devam etmesi mümkün değildi. Kapitalist sistemin anlaşılması, çözümlenmesi ve aşılması yolunda bize en önemli teorik temeli sunan Karl Marx ve yakın dostu Friedrich Engels'in kurduğu Diyalektik Materyalizmin yetersizliği de, onların açtığı yolda ilerlenmesine engel teşkil etmiyor.
Reel Sosyalizmin 1980'lerin sonunda iflas edip, "yeni düzen" arayışındaki modern ideolojilerin çöküşünden sonra, Postmodernizmle tanışmıştık. Hitler ve Musolini tipi totalitarizmlerin çöküşü İkinci Dünya Savaşı ertesinde Dünya'nın kabul ettiği başlıca gerçeklerin başında geliyordu. Postmodernizm, Reel Sosyalizmin de çöküşünün ardından, ideolojilerin birer halisünasyon olduğunu iddia ederek ortaya çıktı. 18'inci yüzyıldan beri, "bir dava için mücadele etmek" diye özetleyebileceğimiz modern yaklaşımı reddediyordu ve bizi, boş hayallerimizin esiri olmaktan kurtarmayı vaad ediyordu. Ama bunu, yeni hayaller sunarak yapmaya kalktı. Postmodernizme göre insanlar eskiden de (hatta "kalübeladan beri") büyük bir kollektif serap yaşıyorlardı ve artık bu hayallerden uyanmalıydılar. Türkiye'de ideolojiler serapından uyanan Solcular ya hedonist (yeni Sağcı) "Liberal" oldular, ya da "daha iyisi yok" denen kapitalizmin yeni kot pantolonlu patronları olmaya soyundular. Bu dönemde kapitalizmin adı "Demokrasi" olarak değiştiren eski Sol entelektüeller, daha iyisini "göremedikleri" bu sisteme eleştiriler yöneltmeyi bıraktılar.

Giderayak Eski ve Yeni Türkiye dayanışması

1997'de tanıştığım Halit Kıvanç, tanışıp unuttuğu kimbilir kaç kişi gibi benim için de her zaman müstesna bir yere sahiptir. Çok uzun bir süre boyunca, en yozlaştırıcı Türk medyasında yer alıp da yozlaşmadan ve kalitesini bozmadan sürdüren, Türkiye çadırının kültürel gökkubbesini taşıyan -gerçi bu hakkı teslim edilmeyen- gerçek kültür adamlarından biridir. Mütevazidir, asla böbürlenmez, kariyer peşinde koşmaz ve daha nice iyi özelliklere sahip, kamuya mal olmuş bir insandır. Bu yazıda onun rolü, bu ülkede gerçekten de çok çok az kalmış sahiciliği ve kaliteyi hakkıyla teslim etmektir.
Geçen hafta Kayahan'ın ölümünün ardından onunla daha önce yaptığı bir söyleşiyi Ntv-Radyo'da yayınladı. Türkiye'de sahiciliğin ve kalitenin varlığına bir kez daha tanık oldum, çünkü Kayahan sohbet sırasında gerçek sanatçının has bir tarifini yapıverdi ve beni saygıdan yerime mıhladı (Burada konumuz olmadığından, söylediklerinin içeriğine girmeyeceğim). Bu konuyu düşünüp yazmış biri olarak, son kelimesine kadar aynı fikirde olmam bir yana, benim birkaç yazıyla anlatmaya çalıştığım şeyleri biriki cümleye sığdırıverdi. Anton Çehov, içeriğin kalitesini koruyarak kısa ve öz yazmayı, özel bir yetenek sayar, gerçekten de zordur. Müziğini pek dinlemediğim Kayahan'ın sözlerini dinlerken gerçekten çok etkilendim. Türkiye'nin kokusu arş-ı alayı sarmış benzersiz bir bozulma ve dejenerasyon yaşadığı, ama bundan kurtulmaya sahiden de karar vermiş göründüğü günümüzde o söyleşi, bataklıkta lekesiz bir lotus gibi geldi bana. Gerçek bir bataklıktan sözediyorum, çünkü pisliğe karşı güya mücadele edenlerden birçoğunun kumaşı da fena halde defolu. Eğer gene medyadan örnek vereceksek, Ertuğrul Özkök tipik bir örnek. Birkaç aydır, islamcı neofaşistlere "Bak kardeşim" diye ayar veren yazılar yazan eski proleter, yeni burjuva özentisi Özkök, tam bir "Spießbürger" ("Gösteriş budalası, özenti ve sığ Küçük burjuva" anlamında, yeni bir sosyolojik kavram). Bu kavramı yirmi küsür yıldır bilirim, ama yabancı akademiker bir dostum işaret edinceye kadar, Ertuğrul Özkök'e bu kadar cuk oturduğunu hiç düşünmemiştim. Diğer bir örnek de, Roma'da Vespa ile heykeller arasında gezinirken Türkiye'de AKP'lilerin ne deyip ne demediğini düşünen Ahmet Hakan. Ama o en azından mütevazi, trajikomik durumunun bilincinde olmasa da, bu halini kimselerin gözüne sokmuyor ve kırk yıllık yazar Ertuğrul Özkök'e stil açısından örnek bile oluyor.
Türkiye'nin 13 yıldır İslamcılar tarafından jöleli fikirlere tenezzül edilerek yönetiliyor olmak gibi bir onursuzluğa nasıl düştüğü bir yana -artık Türkler eskisinden daha uyanıklar, bu durumu sahiden değiştirmek istiyorlar. Ama İslamcılar gittikten sonra Türkiye entelijansiyası gene sen-ben-bizim-oğlan. Eski Türkiye yenisi. 
Türkler Ertuğrul Özkök görgüsüzlüğüyle kültür, katırkutur Nuray Mert diliyle fikir, balbal tipi Mehmet Aksoy totemleriyle sanat mı öğrenecek? Fransa'da "Yetmez ama Evet" gibi bir kampanyanın has elemanı olup Tayyipland'ın inşasına "nacizane" katkıda bulunan Ahmet İnsel gibi akademikerler Sorbon Üniversitesi'nin kampüsüne, yuhalanmadan ayak basabilirler mi? İslamcılar sepetlendikten sonra, "Türkiye'nin meşrebi kaldırıyor" diye bütün bunların unutulup defolu mallarla geleceğe yürüneceğini düşünenlere de hayret etmemek elde değil. "Eldekilerle yetineceğiz artık" diyenlerin yüzüne, Halit Kıvanç gibi, Kayahan gibi tertemiz insanların adını çarpmak gerekmez mi? Türkiye, İslamcı andavallılardan kurtulup Spießbürger hamlığına mı esir olacak? Dünyada "Entelektüellerin yeri şimdi neresi" diye tartışıladursun, siz etrafınızdaki ülkelerin entelektüellerine bakın. Rusya'da, Bulgaristan'da, hatta İran'da, Lübnan'da, Etyen Mahçupyan gibi yüksek oktanlı acaip bir entelektüel gördünüz mü, ya da çok sayıda ödüle sahip Ahmet Altan gibisini? Böyle adamlar, Bulgaristan'da bile yok. Siz Avrupa ülkelerinden Lüksemburg'da bile, Ertuğrul Özkök gibi ham bir Dandy özentisi gördünüz mü? 
Uzaydan daha boş İslamcılar, bu ülkede neden bu kadar kolay tutunup neden bu kadar uzun süre iktidar olabildiler sanıyorsunuz? Beden aynıysa, sol el sağ eli yıkar, sağ el de sol eli. Aynı bataklığın aynı seviyesinde "demokrasi mücadelesi" niyetine didiş. Seviye aynı kaldığı müddetçe, eleştirilecek malzeme AKP gider, BKP gelir ve tiyatro aynen devam eder. O nedenle, son kullanma tarihi geçip miyadı dolmuş eski Türkiye yenisi Spießbürger tayfasını da AKP ile birlikte süpürmeden, Yepyeni bir Türkiye kurulamaz.
Peki Yepyeni Türkiye nerede? 
"Bunlar apolitik" derken Gezi'de ortaya çıkıp Dünyaya ders verenler nerede idiyse orada, hiç ummadığınız yerde. Heryerde.

Ortadoğu'da yeni düzen, Amerikan çağının sonu ve Türkiye







Özünde göçebe, yani mecburen asker olan Türklerin, pragmatizmi İranlılardan öğrendiğini düşünmek için mutlaka İran'da da yaşamış olmak gerekmiyor, ama sonradan Anadolu'ya hakim olan Türk elitlerin İranlılarla karıştırılmamak için inatla Sünni kalmalarının nedeni, sadece rafine İran uygarlığından çekinmeleri olmasa gerek. Savaşçı aklı, karmaşık değil basit ve son derece rasyoneldir, yerleşiklerin yalandan bozma pragmatizminden anlamaz. Tabii bu bölgede yaşayıp da İran'dan etkilenmemek imkansızdır. Anadolu'daki derviş geleneği de, toyonist köküne İslam'ı, İran'da eklemiştir ve Hint etkisini bile İran üzerinden almıştır. Türklerle İranlılar, Ruslarla birlikte ön asyanın köklü devlet geleneğine sahip halklarıdır. Tabii şimdi çadır devleti mukallidi ahmak İslamcıların nihilizmine gönül düşüren ve (Osmanlı'nın bir devamı olan) Cumuriyet tecrübesini toptan reddeden çoğunlukçu Türk cinneti nedeniyle İranlılar ile Türkler arasındaki akıl/fikir/güç dengesi İranlılar lehine değişmiştir ve bu tarihi bir olaydır.
İranlılar ABD ile 2015 baharında yaptıkları Lozan anlaşmasını sokaklarda kutlayıp, Dünyaya açılmaya hazırlanırken, kutlu derviş geleneğinin artık suyunun suyunun suyu bile olamayan "Müslüman Türk eliti", Dünyadaki değersiz/onursuz yalnızlığıyla başbaşa, tamamen dışlandığı Ortadoğu'daki oyuna piyon olarak da olsa yeniden dahil olmanın yollarını arıyor, ama köklü göçebe asker geleneğinden gelen rasyonel aklını peynir ekmekle yediğinden, attığı her adım -özellikle hesaplamış gibi!- hep yanlış. Hep rezil oluyor.
Global kapitalist sistemin en merkez ülkesi ABD'nin İran ile anlaşmasının sonuçları, global sistem için son derece mantıklı ve "verimli"dir. İran'ı global sisteme açmak ve İran'a girmek için son kısıtlamaların da kaldırılmasını bekleyen sayısız Dünya firması, İran'ın kapısında bekliyor. İran yeni bir "pazar". Atmosfer, Çin'in kapılarını Dünyaya açtığı 1990'lı yıllara benziyor. İran, para akıtacak yer arayan global firmaların pazarı olurken, Türkiye kendi "islami" seçiminin kurbanı olup, kendi krizine (ve yeniden doğuşuna) doğru koşuyor. Aklını Amerikalılara emanet etmiş beşinci kol mahiyetinde bağımlı "Müslümanlar" düşüyor, bağımsız davranmaya alışkın olanlar, yeni duruma daha kolay intibak ediyor.
Batı ve Doğu, çıldırma belirtileri gösterdiğine inanılan ve artık ciddi bir devlet sayılmayan keyfi Türkiye yönetimi yerine, en az üçbin yıllık devlet geleneğine sahip İran'a güveniyor ve bunun mantığı da çok açık: islamcılık batağına bulaşsa da İran, köklü devlet geleneğini koruyup geliştirmeyi başarmış bir ülke olarak Ortadoğu'da istikrarın kurulması için daha güvenilir bir yer. Hırslı bir nüfuz politikası izlese de, Fars aklından doğan islamcılık türleri, Suud aklından doğanlardan daha uygar. Buradaki ehven-i şer meselesi, Suud'un yumurtladığı Taliban, El Kaide ve nihayet IŞİD'in artan dozdaki global barbarizmin yaşanıp görülmesiyle ilgilidir ve Türkiye'deki onursuz İslamcılar da aynı Suud'un beslemesi, şimdi de yedeğidirler. İran, Batı'dan tüm farklılıklarına rağmen ne yapacağı öngörülebilir ciddi/köklü bir ülke sayılıyor, yeni imajında, son dönemde kazandığı üstün diplomatik başarılarının da büyük rolü var elbette ve bu başarıda Türk islamcılarının ahmaklığının katkısı küşümsenemez.
ABD'nin bir taraftan İran'la anlaşırken bir taraftan da Suudların Yemen operasyonunu gönülsüzce desteklemesini Batı basını tartışadursun, asıl konunun bir tür güç boşluğu olduğunu artık herkes kabul ediyor, -ABD'siz bir Ortadoğu'ya alışmak kolay olmayacak. Henüz konuşulmayan ise, 2008'de sistem kriziyle başlayan Postkapitalist paradigmanın en önemli özelliklerinden birinin, tek süper devlet çağının artık sona ermesi gerçeği ve bu sonuca hangi dinamiklerle gelindiğidir kuşkusuz. AKP "ulu"larının panayır opereti tonundaki "BM Güvenlik konseyi genişletilmelidir" tipi, ancak Perinçekgillerin "Bak emperyalizme meydan okudu" diyebileceği amatör çıkışları, aslında yeni çokkutupluluğun hissedilip, buna uygun nasıl hareket edilebileceğinin bilinememesinden, buna ungun bir akla sahip olunmamasından kaynaklanmaktadır. ABD Ortadoğu'dan çekiliyor, zira yakında petrol peşinde koşmaya pek gerek kalmayacak, ayrıca dünyanın güç ve çatışma merkezi Pasifik'e kaymış vaziyette. Sistemin çevre ülkelerinden başlayarak çöktüğü gerçeği de Amerikelılara yabancı değil.
Yeni dönemde çok kutupluluk demek, aynı zamanda özgürlük demek ve hot-zota kimsenin pabuç bırakmaması demek, akıl ve ikna demek, savaşların kimseye bir fayda sağlamadığının iyice anlaşılması demek, yumuşak güç ve kadınsı değerler demek. Böyle bir dönemde, insanların "Ben Osmanlıyım" diyeni kapıdan kovmalarından daha doğal ne olabilir? Nobran ve kibirli, bilgisiz ve sağduyusuz, vivdansız ve kötücül, kültürle işi olmayan, kaba, Osmanlılıkla komşularına sürekli eski tahakkümü hatırlatan bir anlayışın, çok kutuplu bir Dünyada yer bulması mümkün olabilir mi? Olmaz, ve olmuyor da.
Dünyada aklı başında herkesin İlber Hoca (Ortaylı) gibi, "Osmanî Yeni Türkiye" dangalaklığıyla kabaca dalga geçmekten artık imtina etmediği günümüzde, Ortadoğu'da bu ad altında başarı kazanmak bir yana, ciddiye alınmak ve gülmeden anılmak bile mümkün olmayacaktır. Diplomasi, söz ve akıl devrinde, herkesin internet üzerinden fikrini Dünyaya yayabildiği bir çağda, bunların hepsini aşağılayıp yasaklamaya kalkarak bir tek kişinin aklına güvenmek, bir halkın felaketlerden felaket beğenmesi gerektiğini gösterir net bir işarettir.
Yeni Paradigmanın özellikleri alttan alta herşeye nüfuz ederken, İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulmuş bir çok "Doğal"lığın da çözülüp yokolmaya başladığını görüyoruz. Mesela Sağcı muhafazakar ve İslamcılara otomatikman Amerikan desteği alışkanlığı, bizzat Amerikalılar tarafından terkediliyor. Artık herşey konuşulacak ve sistem "desentral" (merkezsiz) olacak. Devrimci gençlere saldırıp, 6. Filoyu kıble edinerek İstanbul'da namaz kılan çivilisopalı ne kadar eski yobaz (yeni "Müslüman") varsa, hayalkırıklığında. Akıl-fikir işlerini Anglosaksonlara bırakmış bu beyinsizler takımı, Osmanlı yıkılırken Milli Kurtuluş hareketine katılanlar için çıkarılan idam fermanlarını yerine getirmek için kurulmuş Yeşil Ordu'nun son kılıç artığı "Türkiyeli" Müslüman Kardeşler olarak, kafası koparılmış tavuklar gibi panikle koşuyor, önüne gelene çarpıp kırıp dökerek hâlâ muktedir olduğunu kendi basınıyla kendine telkin ederek kaçınılmaz sonuna doğru ilerliyor, zira bu bölgede Amerikasız yaşayacak durumda değil. ABD, Müslüman Kardeşler tipi "yumuşak" İslamcılığın, "sert" olanından özde farklı olMAdığını anladığından beri, bölgedeki iki güce güveniyor:
1. Batılı seküler demokrasiden yana olan yeni internet gençliği, sarsılıp değişim geçiren eski seküler elitler, Kürtler gibi seküler demokratik refleksler geliştirmeye başlayan antiislamcı halklar ve
2. İran tabii.
İran'ın Şiilerinden, IŞİD gibi bir barbarlık türleri çıkmadı, El Kaide gibi ABD'ye karşı terör saldırısında bulunmadılar, Taliban gibi katı bir kadın düşmanlığı sergilemediler.
ABD ve global sistemin çıkarı, internet çağının yeni global firmalarının da çıkarına ve belli bir istikrarı zorunlu kılıyor. Ayrıca internet çağında sınır yok, kadın erkek ayrımı yok, herkese ihtiyaç var, erişilebilir olmak şart. İnternetten alışveriş edilebilmesi ve internette belirginleşen yeni nezaket kurallarına ve evrensel değerlere uyulması gerek. IŞİD kafasını destekleyenlerin ve aynı ideolojinin malı olanların, yeni paradigmaya özgü yeni değerlere uymadığı açık. Kartlar yeniden karılıyor ve sistem, Ortadoğudaki bu bok çukuruyla daha fazla meşgul olmak istemiyor. Bunun "getirisi", götürüsünden pek de fazla değil. Sadece olan biteni iyi izliyor ve müzakerelerle, bilgi akışıyla yönlendirmeye çalışıyor. Dijitalleşen sistem, insansızlaşma yolunda da hızlı adımlar atıyor, mesela posta hizmetlerini insansız hava araçlarıyla yapmaya hazırlanan firmalar var. Şoförsüz otomobiller ve şoförsüz trafik, şimdiden internet üzerinden global taşımacılık yapan firmaların hedefi. Petrol yerine elektrik enerjisinin kullanılması yolunda müthiş gelişmeler yolda. Avrupa'da Güneş enerjisinden yararlananlar, hiç olmadığı ölçüde artıyor. Şimdi yeni bir dönemdeyiz ve Sistemin bu final döneminde, kendi halkının düşünce özgürlüğünü kısıtlamak, intiharla eşdeğer. Suudların kapı dibi Yemen'de Şii destekli ayaklanmaya askeri tepkisi de biraz bu özgürlük korkusundan. Ama Suudi Arabistan'da yazılan makalelerin bile Türkiye'de yazılanlardan çok daha fazla olduğunu ve akademik seviyenin Türkiye'de "vasat altı" seviyesine düştüğünü da konuyla ilgilenen Türk akademisyenlerin açıklamalarından bildiğimize göre Türkiye'nin terkedilme nedenleri çok daha iyi anlaşılabilir. Seviye yerlerde ve düzeltmeye yeltelenen de yok.
Artık tüm firmalar global perspektifli olmaya teşne. Mikroelektronik devrimin üzerinden yirmi yıl geçmeden, Google, Facebook, Apple, Airnb gibi yeni global aktörlerin üslendiği Slicon Valley'deki 30 firmanın borsalardaki payı 2.6 trilyon Dolar civarlarında ve bu olay, Ortodoks dandik Sol'un "proleterya-burjuvazi, eziliyoruz-büzülüyoruz" mantığının çok ötesinde. Sistemin para ve iş krizi, giderek daha büyük ekonomi alanlarının eski usul "kontrol" altında tutulamamasını gündeme getiriyor ve bu kontrolsüz alanların, yerel güçlerin siyasi kontrolü altına alınması mücadeleleri başlıyor. Panayır çadırı tipi "Yeni Osmanlı"nın, olayı sadece "Toprak genişletmek için boş arsa" olarak anlaması bir yana, Türkiye'de cinnet tipi islamcı iktidara laf yetiştirmekten su içmeye vakit bulamayan muhalefetin de yeni döneme ayak uydurmak konusunda herhangi bir perspektifi bulunmuyor. Birbirini yiyen Türklerin birbirlerinden vakit bulup etraflarına bakacak "boş" zamanı yok.
Amerikan ordusunun askeri gücüyle uzaktan yakından rekabet edebilecek herhangi bir konvensiyonel milli ordu bulunmadığı ve Dünyada askeri harcamaların yüzde 34'ü tek başına ABD tarafından yapıldığı halde, bunu finanse etmek artık mümkün görünmüyor. ABD, dünyanın her yerinden çekiliyor ve ordusunun maliyetini azaltmaya çalışıyor. Askeri giderler, sofistike silahların yüksek kalitesi ve dünyaya yayılmış organize konuşlanmaları, Amerikan ordusunun müdahale kabiliyeti ve vurucu gücünü etkinleştiren özellikleri. Ama daha, II.Irak savaşının ilk yılında 2004'de büyük harflerle ifade ettiğim gibi: Amerikan Ordusunun finansmanı ve Amerikan ekonomisinin sistem krizi ile çalkalanması, Amerikan ordusunun en zayıf noktasıdır. O günlerde, paradigmayı değiştiren 2008 krizi henüz başlamamıştı. Aynen şöyle yazmıştım: "Amerikan askeri (yurdu dışında) maaşını alamadı mı savaşmaz, ama mesela Türk askeri savaşa devam eder". Bu faktör, Amerikan ekonomisinin kırılganlaşması ile birlikte devreye girdi ve Amerikan Ordusunun -Irak dahil- dünyanın bir çok yerinden çekilmesinde ifade buldu. ABD ardında bir boşluk bırakıyor. Amerikan askerinin Ortadoğu'dan çekilip yerel müttefiklerine teknik ve siyasi destek ile yetineceği görüntüsü, beklendiği gibi bir güç mücadelesini de gündeme getirdi. IŞİD'in ortaya çıkıp bu kadar başarılı olabilmesi de bu güç boşluğu ile ilgili.
Amerikalılardan kalan boşluğu Ortadoğu'da doldurmaya soyunan, Suudi Arabistan etrafında şekillenen İsrail destekli bir "Sünni Blok" oluşuyor. Bahreyn'deki özgürlük isteğini daha tohumken ezen Suud, Yemen'deki Şii destekli seküler demokrasi talebine de silahla yanıt verdi. Ama yerel Suud nüfuz savaşının piyonu olmaya bile fit Türk İslamcılığının, bölgedeki güç boşluğunu doldurmak adına Suud ile birlikte Suriye'ye askeri operasyon yapma söylentileri, ABD'siz Ortadoğunun yenilenlerinin kim olacağını şimdiden göstermektedir: IŞİD, El Kaide ve Taliban'ın mucidi seksist/cinsiyetçi Vahabi tipi Sünni faşizmi.
Tekrarlamak gerekirse: Bu devirde savaşla değil konuşarak, diplomasiyle kazanılıyor. IŞİD'in yaptığı gibi halklara karşı soykırımcı bir savaşın ne kazanılması mümkün, ne de sürdürülmesi. Bilgi alışverişi için kendi uydularını planlayan global firmaların kurulduğu bir devirde yaşıyoruz. Galiba Microsoft, parasız interneti Avrupa'dan başlatmaya soyunmuş durumda. Suudi tipi faşist bir "aklın" Ortadoğu'da kontrolü eline geçirmesi demek, bu bölgenin, birbirini yiyen, Dünyadan kopuk bir taşdevrine dönüşmesi demek olur -ki bunu şimdi isteyenler de yakında kesinlikle istemeyecektir, zira insan doğasına aykırıdır. Ama diğer tarafta, Dünyaya yeniden açılan bir İran var ve İran, Rusya ve Çin desteğinde (hatta belki ABD desteğini de alarak) Suriye'ye giren Türkiye ile savaşacaktır. Tabii böyle bir "olağanüstü" durumda seçimler falan da olmaz, itiraz eden "hain" diye kurşuna dizilir. Böyle bir durumun nasıl bir felaket olacağını bir an gözlerinizi kapayıp düşünün. Bu sadece Türkiye'nin değil, aynı zamanda Ortadoğu'nun ve Dünyanın felaketi olur. Amerikasız Ortadoğu'daki güç boşluğunu silah-külahla doldurmaya kalkmak, hem dönemin ruhunun hiç anlaşılmadığını gösterir, hem de silah çekenin kesin yenilgisinin nedenlerini ve derin dinamiğini kavramak kapasitesine sahip olmadığını.
2012 yılında bu blogda yazılmış yazılarda, Türkiye'nin 2013-2017 döneminde bölgedeki büyük bir savaşta kesinlikle taraf olMAması gerektiğini yazmıştım. O zaman Suriye'deki içsavaş daha yeni başlamıştı. Bölgedeki yerel çatışmalar ve IŞİD'in ortaya çıkışı, nisbeten kontrolün tamamen kaybedilmediği bir durum. Ama işin içine TSK piyadesi ile Suud ve Katar hava kuvvetlerinin girdiği bir işgal savaşına dönüşürse, durum çok çabuk tamamen kontrolden çıkar ve tam bir felaket olur, çünkü buna ABD/Batı, Rusya ve Çin müdahale etmek zorunda kalırlar. Suriye'nin işgalinin kunuşulması ve bunun Huffington Post'a haber olması bile vahim bir olaydır ve bu olayın sorumluluğu, işgale piyade olmayı kabul eden TSK'ya komuta eden siyasi erke ve onu ısrarla seçenlere aittir. Hitler'i ısrarla seçen Alman halkı nasıl bunun bedelini ödemiş, ülkesi SSCB, ABD, İngiltere ve Fransa tarafından işgal edilmiş ülke ikiye bölünmüşse, Türkler de bir bedel öderler. Akla-fikre sakat iç politikanın kanun/kural tanımayan bataklığında debelenen Türk politikacıları, el ele verip, Türklerin seçtiği birtakım ihtiraslı çapsızın Türkiye'yi mahva sürükleyen amok koşusuna son vermek zorundadırlar. Bunu sadece Türklere ve kendilerine değil, Dünyaya ve insanlığa da borçludurlar.

Dünyada ve Türkiye'de mecburi istikamet neden Sol?

Bir yıl öncesinden renk verip 2008 Yılında başlayan sistem krizi, Dünyada Neoliberal Paradigmayı sonlandırıp yeni bir paradigmayı başlattı. Bu yazıda nedenini kısaca anlatacağım üzere yeni paradigmayı, Postkapitalist Paradigma diye adlandırıyorum, çünkü 1970'lerden beri ertelenen, sistemin son/final krizine girmiş bulunuyoruz ve bu aşamadan sonra artık kapitalist sistemin değişmesi sözkonusu. Sistem 1970'li, 1980'li ve 1990'lı yıllarda kendini bir ölçüde yenileyerek çöküşü önlemeyi başardı, ama bu artık mümkün görünmüyor. Libya'dan Suriye'ye, Kolombiye'dan Meksika ve Ukrayna'ya uzanan çöküş, sistemin çevre ülkelerinde, ulusdevletlerin çöküşü olarak başladı ve sistemin merkezine uzanan etkileri de hissediliyor. Türkiye'de entelektüeller bir türlü telaffuz edemese de, global sistemin adı "Kapitalizm"dir ve onun DNA'sını çözen kişinin adı da Karl Marx'dır. Türkiye'yi bilmem ama Dünya'nın diğer yerlerinde ekonomistlerden CEO'lara kadar harıl harıl Marx okuyorlar. Zira o ve benzeri düşünürlere ve onunla başlayan Sol geleneğe dayanmadan sistemi ve krizini ve o krizin sistem ötesine doğru aşılması rotasını anlamanın imkanı yoktur. Kısacası, üniversitelerin ekonomi bölümlerinden türeme bildik ekonomistler günümüz itibariyle hükümsüzdür.
Vietkong'un ABD'yi yenişinin ardından, savaşı finanse edebilmek için daha fazla para basmak zorunda kalan Richard Nixon Hükümeti, altın karşılığı olmadığı halde fazladan para bastı ve altın endeksi böylece ortadan kalkmış oldu. Kapitalist sistemin iyice belirginleşen sistem krizini ertelemek için karşılıksız para basma işlemi başladı. Sistem böylece enflasyon pahasına "herkese iş" ilkesine bağlı kalmış oldu. Ama bu suni bir durum olduğundan ve özünde "mal/hizmet üreten ücretli iş"in krizini çözmediğinden, ertelenen kriz 1980'lerde yeniden başgösterdi. Neoliberal politikaların gündeme geldiği Thatcher ve Reagan'ın devletleri/kamuyu yağmalama (özelleştirme) ve devlet borçlanmaları devri, mecburiyetten başladı. Türkiye'de IMF ile al takke ver küllah devri olarak da tanıdığımız bu dönemde sistem krizi bir kez daha ertelenmiş/ötelenmiş oldu.
1990'lardan itibaren, özelleştirmelerin ve diğer neoliberal uygulamaların çare olamadığı sistem krizinin yeni semptomları görülmeye başlandı. 1980'lerde devletler borçlanırdı, şimdi firmalar ve kişiler borçlanmaya başladı. Devlet eğitim giderleri, sağlık giderleri gibi konulardan kısmen çekildiğinden, bu alanların finansmanı ve riskini firmalar/kişiler üslendiler. Neoliberal dönem, aynı zamanda "reel ekonomi" de dediğimiz endüstriyel üretimin güdükleşerek, "finans endüstrisi"nin tamamen yedeğine düştüğü dönemdi. Bu döneme, "paranın hükümdarlığı" devri de diyebiliriz.
2008 yılına geldiğimizde, 1970'li yıllardan beri ertelenerek günümüze gelmiş olan ve tabii kartopu gibi büyüyüp katmerlenen krizle yeniden karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz. Şimdi mesele, çöken iş/çalışma sistemi (kalıcı işsizlik) ve endüstriyel üretimin krizi değil sadece, kriz aynı zamanda paranın da krizi. Jürgen Habermas'ın Marx'la kıyasladığı Wolfgang Streeck bu duruma, "Üç misli kriz" diyor. O üçlüyü de şöyle sayıyor: "Real ekonominin krizi, devlet giderleri krizi ve bankalar krizi." Streeck de bu durumun ötelenecek bir yerinin kalmadığını düşünüyor, ben 2007'de yazdığım bir yazıda son/final krizin başlamak üzere olduğundan bahsetmiştim. Krizin nasıl bir şey olduğu konusunda Dünya'da hızlı bir uyanış yaşanıyor.
Şimdi yapılacak tek şey, çöküşün yumuşak bir iniş halinde gerçekleşmesini sağlamak ve bu arada sosyal yaşamı tamamen yeniden düşünerek, "sekiz saatlik ücretli iş/çalışma sistemi"nden tutun da, "durduğu yerde çoğalan kapitalist para türü"ne kadar bir dizi temel konuda global ölçekte reformlara hazır olmaktır.
2007 ve 2008'de yaşanan krizler de dahil olmak koşuluyla, sistemin kriz tarihini ve kendini yenileyerek krizi öteleme biçimini açıklayarak, krizler başlamadan tahminlerde bulunabilenler, sadece (post-) Marksistler olmuştur. "Bilim" denen şey, malumunuz olduğu üzere belli verilere dayanarak belli sonuçlar çıkarmak demektir, mesela Fizik, belli hesaplar yapar ve bu sayede uzaya gönderilen araçların Ay'ın neresine ineceği önceden bilinir. Ama Dünyada sadece bir elin parmakları kadar ekonomist bile, bu ölçekte bir krizi öngörememiştir (tabii Marksist kökenli entelektüelleri saymıyoruz, onlar krizin nasıl gelip nasıl gelişeceğini bile önceden tahmin etmişlerdir). Oysa "Bilim insanı" demek, verilere dayanarak belli öngörülerde bulunabilen, en azından bu ölçekte bir kırılmayı önceden hesaplayıp görebilen kişi demektir. Bu nedenle, "Ekonomi bilimi" denen şey naylondur ve bunu -yanılmıyorsam- 2004 yılında Radikal gazetesinde ilan etmiştim. O yazının ardından aldığım tek "tepki", üç ünlü ekonomi yazarının bir sahil kahvesinde beni birbirlerine gösterip fısıldaşmaları oldu. Yani koskoca "ekonomi bilimine" siktir çekmek bile, "ökönomi" ahalisinin üzerindeki ölü toprağını silkelemesine yetmedi. Şimdi olayın üzerinden on küsür yıl geçtikten sonra, tekrarlıyorum: Sistemin seyrini ve kriz dinamiğini aşmak bir yana, anlamak bile ancak Marksist kökenli bir bakış açısıyla mümkündür. Adam Smith türevi (zaten "Ekonomi Bilimi" lafını yumurtlayan da bu zattır) telvizyon papağanlarıyla kriz döneminde mesafe almayı denemek, altın tabancayla obüslere karşı savaşmaya kalkmak gibi tehlikeli bir lükstür.
Sistemin çöküşünü frenlemek/yumuşatmak yolunda atılacak adımların başında, ilke olarak özellikle bir konunun kabulü gerekli: Devletlerin gelirlerini artırmak. Ve bunu halkın sırtına yeni vergiler yükleyerek değil, üreten kamu kuruluşlarını güçlendirip sayısını artırarak yapmak. Devletlerin giderek artan giderlerini bu tip gelirlerle karşılamak. Öneri Streeck'den.
Olay giderek daha karmaşıklaşacak ve çoklu karmaşık sorunları çözmek için toplumun her kesimiyle konuşabilen bir pragmatizm ve Marksist kökenli bir bakış gerekecek. On yıl önce "entel muhabbeti" dairesinde değerlendirilen böyle konular, yumurta kapıya geldiğinde ülkelere büyük zarar verebilecektir, ve tabii bunu şimdiden görüp Sol'un önünü açan ülkeler bu hengameden daha az zararla çıkacaklardır. Bugünü ve yarını yönetmek ve insanların mümkün olduğunca daha az zararla yeni döneme hazırlanmalarını sadece ve sadece Sol sağlayabilir -Sol'un da çenebaz sekter milliyetçi kesimi değil, topluma bir bütün olarak ayrım yapmadan yaklaşabilen liberter/anarşist yeni Sol. O Sol'un ruh halini Gezi'de görmüştük.