Çin finans balonu patlamak üzere mi?

ABD'den sonra Çin'de çöküş yaşanabileceğini, beş yıl kadar önce belirtmiştik. Kriz esnasında da, Çin'in kısa bir yükseliş devri yaşayıp, dünya ekonomisinin yeni merkezi olabileceğini ama bunun ardından Çin'le birlikte daha büyük bir çöküşün gelebileceğini yazmıştık. Bunun somut nedenleri, bu iki ekonominin öz itibariyle aynı şey (neoliberal global ekonomi) olduğunda yatmaktaydı ve sanal paranın akış karakteriyle ilgiliydi. Şimdi Çin, ABD'nin 2007 yılı finans krizine benzer bir durumun eşiğinde duruyor. Ben, Çin'in ABD benzeri çöküşünü daha sonra beklerdim ama iki önemli uzman, bu yaz aylarında krizin başlayabileceğini söylüyorlar. Fransanın en büyük ve en eski üç bankasından biri olan Société Générale'in "alternatif" (yani kendilerinden "aykırı" düşünmeleri bekelenen) iki başdanışmanı, İsviçre'nin Tagesanzeiger gazetesiyle bir mülakat yapmışlar (26.5.2011). Daha önceki tahminlerinde de pek yanılmayan Dylan Grice ve Albert Edwards, Çin ekonomisindeki devlet/ÇKP kontrolünün fazla abartıldığını düşünüyorlar. En ürkütücü olanı, bizim de burada değindiğimiz "Çin balonu" değil...
Ürkütücü olan, Çin devletinin -kriz belirtilerine rağmen- ekonomi üzerindeki kontrolü kaybetmiş olması...
Danışmanlar, şu anda yapılan tek şeyin, zaman kazanmaktan ibaret olduklarına dikkat çekiyorlar ve krizin nasıl "etkisizmiş" gibi gösterildiğini anlatıyorlar ve kriz gel-gitlerinin hızlandığını (yani daha büyük sıklıkla krizler beklenmesi gerektiğini) söylüyorlar. Edwards'a göre Çin, asıl büyük balon. Çünkü ortada dolaşan sanal paranın "en güvenli" gördüğü ve aktığı yerlerin başında geliyor. Çin'in döviz rezervleri, ABD'nin yarısını satın alabilecek miktarlarda geziniyor! Ama Dolar kurunu stabilize edebilmek ve öyle tutabilmek için Çin, Dolar alıp istifliyor. Danışmanlar, bu "yığma" olayında önemli bir sorun görüyorlar. Bilindiği üzere Çin, Renminbi (Yuan) kurunu düşük tutuyor. Pek dikkat çekmeyen, ama önemli bir sorunu gizleyen bu duruma göre Çin ekonominin çılgın gidişini kontrol edemiyor ve mesela ürün satış fiyatlarını yükselten firma yöneticilerini hapis cezalarıyla tehdit ediyor. Enflasyon yükseliyor ve Çin yönetimi -Yunanistan'ın yaptığı gibi- ekonomi verilerini/sayılarını manipüle ediyor.
Çin'deki kontrolsüz büyümeyi artık Çin de kontrol edemiyor. Enflasyonun artışı buna bir fren olabilirdi (Çin'de enflasyon oranı yüzde 5.4 dolaylarında). Gıda alanındaki fiat artışları yüzde 11 kadar. Ekonomik büyüme yüzde yirmi civarında... 
Peki bunun anlamı ne?
Şimdi bu kadar çok kazanılan bir kapitalist ekonomide, kapital sahipleri -asla ellerindekiyle yetinmeyeceklerinden- bu parayı değerlendirmek isterler. Nerede? Elbette ilk elde faiz geliri elde ederekç O halde böyle bir neoliberal kapitalist ülkede faizlerin yüksek olmasında "fayda" vardır! Peki Çin'de faiz? Nisan ayında dörtte bir oranında artırıldı. Ne kadar oldu? Yüzde 3.25!..
Peki elinde parası, nereye yatıracağını bilemeyen yeni Çinli zengin "kitle" parasını nereye yatıracak? Tabii ki gayrımenkule...
Burada da ilginç bir durum sözkonusu. Resm Çin haber ajansının Mayıs başındaki haberlerine göre, devletin yeni bir uygulaması sonucu bu yıl inşaat sektöründe borçlar, yüzde kırk küsür daha yüksek oranlarda ödenecek. Gerekçe, inşaat sektörünün "şaha" kalkması. Ama inşaat sektörünün kazancı, bu miktarın altında. Çin bu büyüme odaklı mantıkla bu işi daha ne kadar götürebilecek belli değil. Muhtemelen ABD gibi önce bir çakılacak, sonra da bugünkü modelden vaz geçecek. Ama bunun siyasi bazı sonuçları da olur elbet. Krizle birlikte Çin'de bir Yasemin devrimi mi olur, zambak devrimi mi yoksa marul devrimi mi, hep birlikte göreceğiz.

Kadınların iktidar yürüyüşü ve modern yaşam tarzındaki belirgin işaretleri

2008 sonu-2024 başı arasındaki önamli döneminin üçüncü yılında yaşıyoruz. İvme kazanan gelişmelerden biri de, sosyo-kültürel ve iktisadi alanda kadınların çok daha fazla ve daha önemli roller oynadıklarının iyiden iyiye görünür halege gelmesidir. Bu durumun boyutlarını anlamak zorundayız...
(Bir sürecin yoğunlaşarak geldiği noktadan bahsedeceğiz.)

Bu ilk cümlelerin ardından, Türkiye'de seçimlere giden partilerin daha çok kadın aday gösterdikleri veya göstereceklerini anlatan cümleler kurmakla yetineceğimizi sananlar aldanır! Burada çok daha derin ve görünmeyen bazı konulara dikkat çekmek istiyoruz. Adaylık, politikada görünür olmak, sesi daha çok çıkmak falan gibi konular, "erkeksi/eril" (masculine) bakış tarzıyla izah edilen konulardır -elbette onlar da vardır, önemlidir- ama kadınların toplumdaki sosyal, kültürel, ekonomik etkilerini artırmaları ve "kadınsı/dişi" (feminin) değerleri hakim kılmaları, erkeksi/eril gözlükle pek görünmüyor...

Şimdi o gözlüğü çıkarıp, daha "tarafsız" bir gözlük takalım (ve ataerkil saçmalıklara bir süreliğine ara verelim). Türkiye'de de herkesin dikkatini çekmiş olmalı: Bütün okullarda en başarılı öğrenciler ve yüksek öğrenim konusunda en başarılı olanların çoğu kadın. Kadınlar bu konuda erkekleri geçmişlerdir ve bunun bir sonucu olacaktır. Bugün geldiğimiz noktada -sadece Türkiye'de değil- başta Amerika olmak üzere, iyi eğitimli her erkeğin yanında en az onun kadar iyi eğitilmiş iki kadın durmaktadır. Türkiye'de bu tür dengeler yeni yeni bozuluyor (bir taraftan da kızların okula gönderilmesi için kampanyalar yürütülüyor tabii) ama her pozisyonda kadınlar ağırlık kazandıkça, birçok şey de daha kadınca/feminin olacaktır -ve erkekler bunun ne demek olduğunu öğrenseler iyi olur...
Bu küçük bir giriş notu olsun... 
Asıl notlardan biri mesela şöyle olabilir:
Bugün herkesin çok normal saydığı banyo kültürü, modern mutfak kültürü, tuvalet kültürü, kısacası modern ev hayatı ve hijyenik standartların tüm dünyaya yayılıp kabul edilmesi, tamamen kadınların eseridir. Mesela mutfak... Evin bu bölümüne Türkler, daha doksan yıl öncesine kadar sadece "Ocak" diyorlardı. Evin bu kısmının tüm teori ve pratiğiyle 'Mutfak' olması, kadınlar sayesindedir. Bugünkü anlamını düşünmek şart. Mutfak aletleri ve ilk kuzineler, modern İngiltere'de 19'uncu yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıktılar ve tamamen kadınların dayatmasıyladır. Buradan -şimdi çok moda olan- yemek kültürüne gelelim. Günümüz Avrupa ve Amerikasında mutfak, evin ve ev hayatının neredeyse merkezi gibi birşey olmuştur, hayat kalitesinin önemli bir göstergesi/ifadesi sayılır ve evin diğer oturma birimleriyle birleştirilmiştir (açık mutfak).
Kadınlar, cinsiyetleriyle de ilgili bir durum olarak temizlik fanatiğidirler (-ki iyi ki öyledirler, erkekler de onlardan öğrenmiştir) ve bugün evlerden, otellerden tutun da sokaklara kadar standart bir temizlik/hijyen kültürünün tutması kadınların başarısıdır. Bunları modernizmin otomatik sonucu sananlar aldanır. Kadınlar, son yüz yıldır kendi değerlerini adım adım derinden kabul ettirmişlerdir. Peki günümüzde bundan daha fazlası ve belirleyici olan yenilikler nelerdir?
Toplum haala erkekegemendir (ve ileride de aslen öyle olmayı sürdürecek gibi görünüyor). Ama kadın etkisi artıyor ve bazı nitel değişikliklere doğru evtiliyor. Kadınların gücü, erkeksi/devrimci bir etki değil, derinden giden evrimci bir etkidir ve bu dönemde bazı alanlarda üstünlük kazanmaya başlayacak gibi görünüyor. Gelecekte, çok daha kadınsı bir dünyada yaşanacağını herkes anlamak zorunda...
Çağın en önemli konusuna, ekonomiye kısaca çöyle bir bakalım:
Kadınların ekonomiye katılımı hızlı bir artış gösteriyor, hatta devrimci bir seyir izliyor. Kadınların erkekler gibi çalışmaya başlamasının tarihi çok yenidir. Sistemin büyük krizi sath-ı mahalline girdiğimiz 2008 yılından beri kadınlar iş yerlerini koruyup artırırken, erkekler işten çıkarıldı. Amerika'da ilk kez geçen yıl, 20'li ve 30'lu yaşlardaki kadın çalışanların maddi kazançları erkekleri geçti. Bu bir ilktir ve gerisi gelecektir. "Cık, kadınlar yapamaz" denen tüm erkek mesleklerinde, kadınların boy gösterdiklerini buraya yazalım. (Ben süper bir kadın taksi şöförü tanıyorum mesela -İstanbul'un tozunu atıyor!) Kadın generaller, kadın pilotlar ve diğerleri...
(Teknoloji, kas gücünü önemsizleştirmektedir.)

Kadınlar sadece çalışma/iş üzerinden değil, doğrudan kapital üzerinden de ekonominin çok önemli karar vericileri haline geldiler. Türkiye'de Güler Sabancı ve Ümit Boyner'i sayıp bu işin içinden çıkmıyoruz elbette... Kadınlar erkeklerden daha uzun yaşıyorlar ve ileri yaşlarında mirasla devraldıkları büyük bir kapital ve gayrımenkul portföyüne sahip oluyorlar. Ayrıca erkeklerin kararlarını etkilemek konusunda eskisinden daha başarılılar. Bunlara ek olarak iş hayatındaki ağırlıkları artıyor. Sadece kuru istatistiklerden ibaret olmayan, onlardan çok daha büyük, pek göze batmayan (yani erkek gözüne batmayan!) tayin edici bir güçleri var. Onların güçlendiğini, ekonomideki/piyasadaki ve hayat tarzındaki bazı yeni temel değişikliklerden de anlıyoruz. Mesela diet ürünler fikrinden tutun da biyolojik ürünler fikrine kadar, şekersiz çay içmek alışkanlıklarından sabah duş almak şartına kadar birçok yeni şey kadınların etkisiyle olmaktadır. Kadınların kavga sevmeyen küfür karşıtı genel tavırlarından tutun da kadın düşmanlığına karşı yükselen tepkiye kadar, bundan sonra birçok alanda kadınlar (ve kadınların öncelikli değerleri) çok daha etkili olacaktır ve ekonomi/politika, kadınsı değerlere çok daha büyük bir alan açmak zorunda kalacaktır. 
(Kadınsı değerlerin daha ayrıntılı konuşulacağı bir yazı, daha sonra burada yer alabilir.)
Ekonomi, doğrudan ve dolaylı olarak kadınlara (ve yaşlılara) eskisinden daha fazla yönelmek zorunda kalacaktır. 1997 yılından günümüze Amerikan kozmetik endüstrisi yüzde 162 büyümüş. Avrupa ve Japonya'da durum farklı değil. Yeme-içme ve mutfakla ilgili şeylerden tutun da, giyim-kuşam, kopzmetik, tenizlik ürünlerine ve ev eşyalarına kadar herşey, kadınların zevki esas alınarak üretilmektedir. Türkiye gibi ülkelerde kadınların harcamalarındaki artış daha da fazla. (Sadece Amerikalıların bu yılki kozmetik harcaması 12 milyar Dolardır)
Kadınların erkeklerden daha iyi yapabildikleri şeyler vardır. Bunlardan biri de mesela, aynı anda birçok işle hakkıyla ilgilenebilmektir. Temizlik, kokular, dış görünüm, ruh halleri falan konusunda kadınlar altıncı hislerini devreye sokabilecek kadar incedirler. Günümüz şehir hayatında önemli ayrıntılardır. Kadınlar mesela, kontrol ihtiyacı duyarlar (Ama bunun sadece ihtimaline ihtiyaç duyarlar -mutlaka kontrol ederler demek değildir bu). Erkeklerden bu konudaki farkları, çoklu kontrol ve derinden/ince müdahalecilikleridir. Erkekler devrimci, büyük değişikliklerle ilgilenirler ve ayrıntıya pek takılmazlar. Kadınlar ise ayrıntıya bakarlar. Hatta bazen ayrıntıyı daha çok önemserler.
Erkekler başka tarafa bakarken kadınlar büyük bir -yumuşak- bir güç geliştirdiler ve bu güç artık bir yeni sıçrama noktasına varmıştır. Bundan sonra daha tayin edici olacaktır ve herkes kadınları daha çok hesaba katmak zorunda kalacaktır. Mesela artık kadını uluorta ezmek, cahil bırakmaya kalkmak, hayatını kısıtlamak, siyasi tartışmalarda kadına kabalık etmek ve onu aşağılamak, "dört karı almak" türünden Ortadoğu'nun peygamberler öncesi ataerkil muhafazakarlığına kadınları yamamaya kalkmak, eskisinden çok daha ters tepecektir. Ve kadınların derin tepkisi çok daha fazla acıtacaktır. Türkiye'de kadınlar, güçlerinin yeni yeni farkına varıyorlar. Kadın gibi kadın olmak bilinci hızla güçleniyor. Biz erkekler, onları bu konuda desteklemeli ve cesaretlendirmeliyiz...
(Burada bazılarının korkup, "Niyekine?!" diye sorduğunu duyar gibi oluyorum!..)
Erkeklerin korkmasına gerek yoktur, çünkü kadın gibi kadınlar, adam gibi erkekler isteyecektir yanında ve karşısında. (Kısacası, dört karı almayı "tahayyül eden", ama özgür bir tek kadına bile dayanamayıp dekoltelere "gelen" zayıf errr'kek'ler korkabilirler. Onlara korku serbest!..)
Kadınların nereden nereye geldiğini anlamak için Sibel Üresin'e (onun cüretine) bakmak bile yeterli olabilir! Daha doksan yıl öncesine kadar Halide Edip ve bir-iki hemcinsi dışında hiç bir kadın tek başına ortaya çıkıp millete laf yetiştiremiyordu -izin vermiyorları- bu ülkede... Şimdi Ümit Boyner gibi, Bejan Matur gibi, Ece Temelkuran gibi, Nihal Bengisu Karaca gibi, Sumru Yavrucuk gibi, Nuray Mert gibi sahici kadınlar çok. Ve onlar heryerdeler...
Kadınların seçimlerde gözle görünür bir şekilde siyasette de ortaya çıkmaları çok sağlam bir zemine dayanıyor. Kadınların yükselişi sürecektir... Kadınları çok kolay aşağılayabilen "muhafazakar" politikacılar, önümüzdeki dönemde kadınların özgün gücü altında ezilebilirler ve ezildiklerinin farkına bile varamayabilirler!
(Bazen yaralar sonradan acır ya hani?!..)

Yunan devleti çökmek üzere mi? Sahibinden satılık ülke.

Yunanistan'ın ne kadar kötü durumda olduğunu ve ekonomik krizin etkilerini azaltmaya çalıştığını biliyoruz. Ama artık yeni bir durum kapıda. Yunanistan, devasa borçlarını ödeyemeyip iflas edebilir. Bugün bir arkadaşım, Atina'nın merkezindeki en işlek caddelerdeki lüks dükkanların, otelerin bile kapandığını, insanların şehri terkettiğini, Avrupa'ya kaçak yollardan girmeye çalışan Afrikalıların, Arapların önce Yunanistan'a, oradan da Atina'ya gelip şehrin merkezinde dolaşıp durduklarını ve Yunanlıların da bu adamlara sık sık saldırıp dövdüğünü anlattı. Kaos başlangıcı gibi görünen bu durumlar, Türkiye'de şimdilik pek görülmüyor. Seçim atmosferi buna engel.
Yunanlılar da Türklere benzediklerinden, komploculuğa meraklılar. Tabii ekonomilerinin çöküşünü kendi hatalarında değil, "dış güçlerin" müdahalesinde görüyorlar. Son haberler, "Gizli servis raporları" hakkında. Geçen yılın şubat ayında Yunan gizli servisi, Yunanistan'ı iflasa sürükleyen Gedge Fonlarını ve yöneticilerini tesbit etmeleri için hükümet tarafından görevlendirilmiş. Rapor basına sızmamakla birlikte, başka bir gizli servis belgesi, Yunan gazetelerini heyecanlandırmış görünüyor. Yeni belgeye göre mafya insan kaçakçısı örgütler, Atina'nın merkezini kontrol eder hale gelmişler. Rapora bakılacak olursa, işin boyutları, raporu hazırlayanları da çok şaşırtmış. Çünkü 1980'li yıllarda kurulmuş bir tür 'Sivil Savunma' örgütünün, bu işlerin arkasında olduğu ortaya çıkmış. 2000'li yıllarda Yunanistan'daki dinci aşırıları izlemiş ve ABD aleyhtarlarını dinlemiş ve geçen yıldan beri de hangi Hedge Fonlarının Yunanistan'ın çöküşünden milyarlarca Dolar kazanacağını, Yunan Hükümetine bildirmekteymiş. İsveç gazetesi Expressen alenen yazmıştı: "Satılık Akropolis." (12.5.11) Şaka gibi. Ama Yunanistan'da ciddi...
Hollanda'nın saygın gazetesi De Telegraaf, Yunanistan'a mutlaka yardım edilmesi gerektiğini, yoksa aldığı astronomik kredileri asla ödeyemeyeceğini yazdı (19.5.11).
Yunanistan'ın tamamen özelleştirilmesi, yani satılması tartışılıyor! Afrika'da devletleri tamamen çökmüş ülkeler var. Ama Yunanistan gibi bir AB ülkesinin iflasın eşiğine gelmesi uyarıcı olmalı.
Kriz, IMF Başkanı Dominique Strauss-Kahn'ın görevinden ayrılmasının gündeme geldiği günlerde daha korkunç boyutlar almış görünüyor. Sloven gazetesi Veçer, krizin geçen yıldan daha kötü bir noktada olduğunu düşünüyor (19.5.11). Brüksel Yunanistan'ı kurtarmaya çalışadurdsun, gelişmeler hiç tahmin edilmeyen bir yol izleyebilir. Kriz derinleşiyor ve Yunanistan'ın kurtarılması gerekiyor.

Geleceğin gazeteceliği ve bugünün gazeteciliğinden farkı hakkında


Nedim Şener ve 
Ahmet Şık'a

Gazetecilik, yeni haliyle, geleceğin en önemli mesleklerinden biri olmaya adaydır. Gazetelerin, çeşitlenen modern hayat hakkında bilgilendirici bir rol oynayarak tarih sahnesine çıktıklarına bakınca, bugüne kadar değişmeyen asıl işlevlerinin -güncel anlamda- 'Halkı bilgilendirmek' olduğunu görüyoruz. Geleceğe doğru uzanan tarihlerinde gazetelerin bu özelliğinin değişmeyeceğini söyleyebiliriz. Değişen, gazetelerin ve medyanın verdiği güncel bilginin genişliği, alanı, deriliği ve türüyle ilgili olacaktır.
Ama önce, 'Gazete'nin (ve çeşitli gazete tiplerinin) sistem içindeki yerine değinmeliyiz.
Basının günümüz modern toplumundaki en önemli işlevi, toplumu şekillendirmesidir, hem de bunu ekonomiyi şekillendirerek falan değil, insanların düşünce tarzlarını ve eğilimlerini değiştirerek yapmaktasıdır. Basın, bütün modern kurumların işlemesini sağlayan siyasi formu, yani demokrasiyi hem hergün yeniden üretiyor, hem de o genel kurallar bütününü koruyor.
1.
Basın, demokrasi konusunda tayin edici önemdedir ve günümüzde, eskisinden daha önemlidir. 
Neoliberal dönem öncesinin Libearal dönem gazeteciliği ve gazeteleriyle kıyaslanınca, neoliberal dönemde basındaki temel değişiklikleri daha kolay görebiliriz. Buradaki kolaylık, artık neoliberal dönemin de fikren ve ruhen aşılmış olmasından gelmektedir. Şimdi, basının bedenen yeni döneme uyumu dönemindeyiz ve basındaki tartışmalar, değişiklikler, önümüzdeki dönemde daha büyük anlam ve önem kazanacaktır.
Liberalizm, ulus-devlet ve ulus-devlet sınırları dahilinde işleyen bir milli ekonomi demekti. Yani ekonominin globalleşip, ulusal sınırları aşmadan önceki, milli ekonomilerin esasen kendi sınırları dahilinde işleyip, diğer milli ekonomilerle uluslararası ticaret yaptığı bir dönemin basınıydı... Bugün en iyi Cumhuriyet gazetesinde ifadesini bulan liberal dönem basınının özelliği, liberalizmin ideolojisi olan (makro) milliyetçiliğe yakın veya onun temsilcisi olmasıdır. Bu dönemde Türkiye'de, dünyanın başka yerlerinde de olduğu gibi, makro milliyetçi, yani Kemalist veya ona yakın bir tavır/tutum benimsemişti. Ve demokrasi ile milliyetçilik arasında bir seçim yapması gerektiğinde, genellikle milliyetçiliği tercih etmişti -en azından Türkiye'de böyleydi.
2.
Basın, adeta bir samimiyet ve ahlak sınavı haline gelen neoliberal dönemden geçerek günümüze gelmiştir, çok önemli sorunlarla boğuşmaktadır ve neoliberal iktidarlar basınla çok uğraşmaktadırlar, çünkü gerçek şudur -tekrarlayalım: Gazetecilik eskisinden çok daha önemli bir meslek haline gelmiştir ve giderek daha çok önem kazanacağı kesindir. (Tabii burada gazetecilikten bahsediyoruz yalakalık "bilimi"nden değil!) Önem kazanmasının nedeni, insanların/halkların çok daha fazla okuyan (neredeyse tamamı alfabetize olmuş) ve okuduklarına göre fikirlerini -öyle veya böyle- değiştirebilen varlıklar haline gelmeleridir. Bütün türleriyle gazeteler ve medya, tarihinde asla bu günkü kadar çok ve geniş bir kitleye ulaşmadı. İnternet'in de yardımıyla medya, artık herkese kolayca ulaşmaktadır ve bu lükse, en modern devletlerin politikacıları/kurumları bile sahip değildir. Üstelik medya, sadece kuru politika değil, belli bir yaşam tarzı, felsefesi, geçici eğilimleri ve daha birçok önemli durumu halka verirken, politikacılar gibi kuru ve sıkıcı bir dil kullanmamaktadır. Arap Baharı'nın öndersiz halk hareketlerine bakarak, medyanın gücünü anlamak mümkündür. Politikacıların da gördüğü üzere, politikacı sınıfı zayıflamakta, ama medyanın gücü artmaktadır. Berlusconi'den Erdoğan'a kadar bütün neoliberal politikacıların kendi medyalarını kurma çabaları boşuna değildi -ama artık boşuna...
Liberal dönemde, ekonomik bakımdan bağımsız gazetelerin dışında, sadece devlet radyosu ve devlet televizyonu vardı. Bu durum sosyalist ülkelerde çok daha korkunç bir tekdüzelik arzediyordu. Neoliberal dönemin vahşi piyasa mantığının basına çok büyük zararlarının da olmasına rağmen (aşağıda bunlara değineceğiz), neoliberal dönemin olumlu etkileri de küçümsenemez. Bu önemli yanların başında basının, devlet monopolünden şeklen kurtulması (ama ticari açıdan giderek, devletin dolaylı kontrolü altına girmesi) gelmektedir.
3.
Basın, ilk varolduğundan beri, demokrasinin çeşitli şekillerini hergün üretiyor. Bugünkü özellikleriyle basın, demokrasiyi dönüştürebilecek en büyük en güçlü faktördür ve bu da ona hem büyük bir güç bahşediyor hem de büyük bir sorumluluk yüklüyor. Günümüzde basın üzerinde bu kadar çok baskı kurmaya kalkılması, "oyunlar oynanması" -ki sadece Türkiye'ye özgü değildir, başka ileri" ülkelerde bile başka "ince" sorunlar vardır- basının yeni gücüyle ilgili bir durumdur. Basın, bu yeni gücünün farkına varmak ve üzerinde kurulan baskıları atlatıp, durumu tersine çevirmek zorundadır -ki Türkiye'de şimdi yavaş yavaş bunun yaşandığı görülüyor.
4.
Neoliberal döneme bir bakalım: Özel televizyon, özel/otonom radyo, patronu bin türlü işle, devlet ihaleleriyle uğraşan yeni gazeteler... Türkiye'de Sabah gazetesi, neoliberal gazeteciliğin ilk önemli örneği sayılabilir herhalde. Başta önemli bir renklilik, çeşitlilik, özgürlük anlamına gelen yeni renkli gazeteciliğin özelliği, renkliliğinden geliyor, yani "tüketici vatandaş" yaratma ihtiyacından. Neoliberal dönemde, "Para biriktirmek" kavramının tamaen ortadan kalkıp, yerine "kredi almak" (borçlanmak!) ve "harcamak" kavramının geçtiğini biliyoruz. Devir markalar ve ölçüsüz tüketim devri. Basının, bu temel fikre uygun şekilde yapılandılar. Süpermarket türü, çok farklı fikirlerin temsilcisi gibi görünen (ama neoliberal para/piyasa mantığında uzlaşan!) bol yazarlı gazete anlayışından tutun da promosyon çılgınlığına ve ihale tekipçiliğine kadar birçok "özellik", geçtiğimiz neoliberal dönemle özdeşleşmişti. Fakat bu renklilik içinde, gazeteciliği ilgilendiren tayin edici olay, gazetelerin birer büyük firma gibi algılanmaları, işlemeye başlamaları ve borsaya "açılmaları" durumu, büyük önem arzetmektedir. Şimdi bazıları, "zaten firma onlar, her firma gibi hisse senetleri satılacak elbette" diyebilirler. Basın, sadece "ticaret" adı altında algılanamaz. Bu gerçek, giderek daha iyi anlaşılmaktadır (ve "yandaş" denen uyduruk bülten gazeteciliği de bu yüzden hızla iflas etmektedir ve edecektir).
5.
Yukarıda belirttiğimiz gibi basın, demokrasilerin ruh haritasını kuran, üretip koruyan çok önemli bir görevi yerine getirmektedir. Manevi değeri maddi değerinin çoook üzerindedir. Basının özgür, kaliteli ve çeşitli olması, o ülkenin yükselmesi için baş şart haline gelmektedir. Bunu anlayamayan neoliberal politikacılar, Türkiye'de 'Vasatlaşma' diye adlandırılan bir düşüşe neden olmuşlardır (Aynı durum, başta İtalya'da olmak üzere, dünyanın başka yerlerinde de kolayca görülebilir). Vasatlaşma, artık taşınamaz bir noktaya doğru ilerlemektedir -ve iddialı bir ülke olabilmek için vasatlaşmanın bertaraf edilmesi zorunludur, gelişmelerin istikamatei de bunu zorunlu kılacak görünmektedir. 
Neoliberal kapitalizm döneminde, dinler bile araçsallaştırılıp (bağış toplayan paracıl cemmatçi) dincilikler haline getirildikleri için, dinin değeri de paraya/iktidara endeksleyip iyice düşürülmüştür. Manevi şeylere maddi değer biçmek: Neoliberalizmin kapitalizm dairesinde abartarak işlediği en büyük suçlardandır. Çünkü manevi şeylere biçilen maddi değer, asla gerçeği yansıtmaz. Bu ikisi, elmalarla armutlar gibidirler ve ayrı kriterlerle değerlendirilmeleri gerekir. Gazetelere borsada fiyat biçilmiş ve bu fiat oldukça düşük çıkmıştır! Sonuç? İnanılmaz sayıda gazeteci ve gazete çalışanı işsiz kalmıştır. Bu, neoliberal "değerlendirme"nin Türkiye'de de yaşanan ilk yansımısıydı. Aynı süreç içinde ikinci bozulma çok daha feciydi. İçerik kalitesi, objektiflik ve gazetecilik bozulmuştur. Bu aşamada gazeteciliğin eski ve olumlu yanına sadık kalan gazeteler de olmuştur elbette, ama bu gazeteler, liberal dönemin gazeteciliğine sadık kalanlar olmuştur genellikle ve o nedenle genellikle makro-milliyetçi anlayışı da yansıtan bir yana sahiptiler. Bu özelliklere bakarak, asıl gazeteciliği Kemalistlerin yaptığı gibi bir bakış açısı elbette yanlış olacaktır. Çünkü sahici gazetecilik yapabilmek için mutlaka makro-milliyetçi olmak gerekmez, bundan sonra hiç gerekmez. 
Neoliberal dönemde gazeteciliğe vurulan en büyük darbe, gazeteciliğin ekonomiye kurban edilmesidir.
"Yandaş Basın" denen üçüncü aşama, neoliberal dönemin sonuna denk gelen bir uygulamadır ve politikacıların, gazetecilerdin gücünü gazetecilerden daha iyi ve net görmelerinden kaynaklanır! Buradaki kıssadan çıkaracağımız hisse, gazetecilerin artık lütfen uyanmaları ve aynada kendilerine bir bakmalarıdır! İşte tam da bu, Nedim Şener ve Ahmet Şık'ın tutuklanmalarından sonra yaşandı. Gazeteciler nihayet uyandı (Bu yazıda 'Gazeteciler' ile 'Bültenciler' iki farklı şeydir. 'Gazeteci' dediğimiz zaman, yalaka basından "arkadaşlar"ın bunu üzerlerine alınmamaları rica olunur!..)
Gazeteciliğin susup paranın konuşmaya başladığı neoliberal ortam, seviyenin yerlerde süründüğü, karaktersizlerin baş olduğu marka dönemi ve sonundaki dipsiz yozlaşmadır.
6.
Şimdi, bu neoliberal bozulmanın 2008'de dibe vurmasından ve bir 'U' çizmesinin ardından 2011 yılına geldik. Gazeteciliğin uyanıp, yeniden yükselişe geçtiği, gazeteciliğin yeniden konuşulmasının zamanı. Neoliberal dönem sonrasının en önemli özelliği, sahicilik ve kalite olacaktır. Yeni dönemin ilk atılımı, gazeteciliğin kendi gücünün ve öneminin farkına varıp, kendine gelmesi olacaktır.
Şunu her zaman tekrarlamalıyız: Basın tarihi ile demokrasi tarihi özdeştir. Örnek alınan bir ülke olmak, şimdi demokrasiyle çok daha fazla alakalıdır. Neoliberal dönemde bu o kadar önemsenmiyordu (bunun somut nedenleri vardır). Basının üzerindeki baskılar ve otosansür yapmak zorunda kalmak, o ülkenin demokrasi kalitesiyle ilgili olmuştur. Neoliberal dönemde ekonomiye kurban edilen "Seçimden ibaret demokrasi" anlayışı hızla terkedilmektedir. Bu eski anlayışın sonucu ve ifadesi Çin, İran, Rusya ve Arap ülkeleriydi. Fakat demokrasinin -değişen ekonomik şartlar da dahil olmak üzere- hayat kalitesi konusunda tayin edici öneme sahip olduğu ve hayat kalitesi denen şeyin sadece paradan ve tüketim özgürlüğünden ibaret olmadığı anlaşıldı. 2008 krizi ve vahşi kapitalizmin kırılganlığı, bu konunun anlaşılmasını kolaylaştırmıştır.
7.
Gazeteciliğin neoliberal dönemde bozulmasının genel çerçevesi, ekonominin de dayatması altında sığınılan 'Kolaycılık' ve dostlar alışverişte görsün mantığıdır. Buna ek olarak, özellikle Batı ülkelerinde yeni bir melankoli ve karamsarlık hakim oldu. Çıkış görmeyen/göstermeyen bu yeni karamsamsarlık dalgası, gene neoliberal döneme hakim olan apolitik "iş" düşkünlüğüyle ilgili bir durumdu. Angaje gazetecilik yapmanın zorlaştığı ve neye karşı mücadele edileceği gibi önemli konuların belirsizleştiği ortamda herkes, gazetelerin yeni ticari çerçevesi içinde kalmaya zorlandı. Gittikçe daralan bu çerçevenin, 'Vasatlaşma' seviyesine kadar gerilemesi, mesela Türkiye'de "Ne oluyoruz?!" soruları eşliğinde bir uyanma ve isyana dönüştü. Basının özelliği, belli sınırlar içinde tutulmamasıdır. Kapitalizm toptan çökmek ve çökerken ortada ne döndüğünü de anlamamak (Almancası: "Dummsterben!.." Yani aptallığına doyamadan ölmek) istiyorsa, basını yandaş 'Vasatizm'e terketmeli ve paşa paşa ölmelidir! Elbette öyle olmadı. Olamazdı. Vasatlaşmanın ve onu savunan neoliberal iktidarlar devrinin sonuna gelinmiştir.
Batıda görülen, Türkiye'ye sinmişlik ve çaresizlik olarak yansıyan, 'Dönyanın onmaz sorunlarına çözümsüzlük ve karamsarlık' terk ediliyor. Terk edilmek zorunda.
8.
Yeni medyaların -özellikle internet medyasının- ortaya çıkması, yazılı basını başta çok korkuttu. Bu korkuya dikkatle bakmak ve nedenlerini iyi anlamak zorundayız.
İlk Bloglar, Bush dönemindr, bütün ABD ve Batı basını Bush'u destekleyip "Yandaş Basın" haline geldiği ortamda ortaya çıktılar. Eleştirel basın 11 Eylül 2001 El kaide saldırılarından ürküp, Bush gibi kalın kafalı Hristiyancı bir faşistin arkasında durdu. Eleştirellik rafa kalktı. En önemlisi, "Embedded Press" diye birşey "doğdu!.." Majestelerinin "gastecisi" gibi birşeydi. Propaganda basını haline geldi...
İşte bu dönemde, Bush ve şürekasına karşı çıkan tüm keskin eleştiriler, bloglarda yer aldı ve İnternet medyası ilk kez sahiden önem kazandı -çünkü Amerikalılar Blogları okumaya başladılar. Basının korkusunun ardında yatan gerçek, besının belli bir somut görevi ve işlevinin olması ve bunu yerine getirmezse boşluğun başkaları tarafından doldurulacağı gerçeği yatmaktadır. Bu gerçeğin ana fikri, Türkiye'deki "yandaş basın" denen şeyin neden ciddiye alınmadığını, neden okunmadığını ve okunmayacağını, ve -hükümetin sessizce desteklediği katakullik müdahaleler dışında- neden etkili olamadığını da açıklar.
Bu nedenlerden ötürü, sahici basının internet medyasından korkmasına gerek yoktur -tam tersine. Alternatif medya ve bloglar, sahici basın için lojistik bir destek olmanın ötesinde, yeni konulara/alanlara açılmak bakımından da öncü/Pioner/pioneer falan olabilirler.
9.
Irak Savaşı sırasında dünya basınının tutumu, basının karşısında -kalitesini ve itibarını ilgilendiren- en önemli sorunların başında manipülasyon, ticari korkular nedeniyle otosansür uygulamak ve sansasyonu gazeteciliğe tercih etmek gelmektedir. Türkiye'deki gazeteciliğin içerik sorunu ise uzunca bir süre, devletin/rejimin borazanı gibi davranmak oldu. Liberal dönemlerden devralınan bu özellik, Türkiye'de neoliberal dönemde de önemli ölçüde sürdürüldü ve yukarıda belirttiğimiz gibi demokrasi ile devlet ideolojisi arasında seçim yapılmak gerektiğinde her zaman milli devlet ideolojisi tercih edilip demokrasiye üstün tutuldu, demokratikleşmenin önemi anlaşılamadı. Ancak, kendinin karikatürü haline gelen makro-milliyetçi basit ideolojiyle (Kemalizm) bu karmaşık dönemde devam edilemeyeceği fark edildiğinde, yandaş medya denen şey çoktan kurulmuş ve yeni bir basit ideolojiyle (light-islamcılık) aynı mantıkla yola devam etmekteydi. Bu karmaşık dönemde onunla da yürüemeyeceği anlaşılınca, evrensel normlara dönüş aşaması başladı -ki yeni dönemin asıl kriteridir. Türkiye gibi capcanlı muazzam bir röportajlar/haberler/söyleşiler ülkesinde okurların haala "Erdoğan Kılıçdaroğlu'na 'Be' dedi, oda ona 'Ce' dedi" türünden akla sakat bir masabaşı gazeteciliğine mahkum olmayı sürdürmesi, bu sakat gazeteciliğin uzatmaları oynadığını gösterir. Okura hergün meram anlatıp politikacılara akıl veren "köşe yazarları"nın yüzde sekseni, estetikten tamamen uzak, birbirinin tekrarı ve neredeyse sadece "politika" lafazanıdırlar. Kendi orijinal fikri bir yana, orijinal bir tek sözü olan bile son derece azdır. Böyle bir basın tayfasıyla, evrensel değerlerin ve seviyenin yakalanamayacağı açıktır.
10.
Basın, kendi devletini korumak adına da olsa -asla- gerçeklerden ödün vermemeli, devletin manipülasyonlarına göz yummamalı ve mutlaka eleştirel olmalıdır. Irak savaşı ve ardından çıkarılan en büyük tecrübe budur. Her ne olursa olsun, kamuoyu, doğrusunu bilmelidir. Devlet de kendini çok korumak istiyorsa adam olmalı ve dışarıya bilgi sızdırmamalıdır! Ama basın, bulduğu haberi halka sunmakla mükelleftir. Bu görevini ihmal edince, devlete de kötülük etmiş olur. Çünkü dandik demokrasilerin bundan sonra yaşamaları zordur ve demokrasiyle ekonominin doğrudan ilişkili olduğunu bilmem söylemeye gerek var mı. (Bunlar dolaylı olarak birbirine bağlıdırlar.)
Bu temel konuların tartışılır olmaktan çıkması, içeriğe konsantre olmak için zorunlu bir temel teşkil etmektedir.
11.
Bundan sonrasının dünyasında 'Güçlü Devlet olmak' demek, özgürlüklerin garanti altına alındığı ve demokrasilerin yaratıcılığa asla sınır koymadığı (tam tersine, teşvik ettiği) ülke olmak anlamına gelecektir. Prestijli bir ülkenin dünyada prestijli vatandaşları olabilmek için, en başta demokrasisi iyi işleyen bir ülkenin vatandaşı olmak gerekiyor. -Neoliberal dönemdeki gibi ekonomi sayılarının kabarık olması yeterli olmuyor. Demokratik, prestijli bir ülkenin vatandaşı olmanın güzelliği eskiden de biliniyordu, ama bu Türklere hayal gibi geliyordu, çünkü demokrasinin asıl garantörü olan basın, kuru/kısır bir taşdevri Kemalizminin klişelerine teslim olmuş, demokrasiyi küçümsemekteydi ve Uğur Mumcu gibi son Mohikanlar da öldürülmüştü. Şimdi Mohikanlar geri dönüyor ve bu, aynı zamanda Türkiye'nin prestijli/demokrat bir ülke olacağının, Türk vatandaşlarının -hangi kökenden olurlarsa olsunlar- kendi ülkeleriyle sahiden övünebileceğinin de işareti oluyor.
12.
"Şimdi gazetecilik, herzamankinden daha önemli" derken, yeni dönemin gazetecileri nasıl olmalı?
Bir kere taraf olmaktan uzak, gazeteci hassasiyetiyle konulara yaklaşmalı ve "Burası Türkiye" saçmalığını/müptezelliğini terketmeli ve tabii evrensel kaliteyi/standartları rehber edinmelidir. bu ilke, geleceğin gazeteciliğine geçiş yapmayı düşünenler için ilk şart...
Bu eşikten geçenler için, yeni dönemin gazetecilik kriterlerini konuşabiliriz. Bunların başında, "Çoklukla başa çıkmak" mevzuu geliyor! Hem zor hem zevkli olabilen bu kriter, insanların çok yoğun bir bilgi bombardımanına maruz kaldıkları günümüz dünyasının şartlarıyla ilgilidir. İnsanlar bu bilgileri ne değerlendirebiliyor, ne tasnif edebiliyor, ne de sınıflandırabiliyor. Bunun sonucu, dünyayı okuyamamak ve kendi çöplüğünün vasat politika diline mahkum olmak oluyor. Yeni gazeteci, herşeyden önce bu devasa bilgi denizinde yüzebilen kişi olmak zorundadır. Gazeteci hem meraklı biri olmalıdır, hem de okuruna bu bilgi denizinden en iyi balıkları tutmalı, karışık konuları anlayıp, basit bir dille okura anlatabilmeli, sadece uzmanlaşmakla da yetinmeyip, bilgileri sınıflandırabilmelidir. Herşeyin birbiriyle ilintili olduğu bir dünyada gazeteci, birçok konudan anlamak ve onun ötesinde bazı konularda da uzmanlaşmak zorundadır. Bu elbette zordur (-kolay olduğunu kim söyledi?) Ama nasıl önemli bir rol oynayacağı düşünülecek olursa, zorluğunun bir karşılığı olduğu da anlaşılacaktır.
13.
Gazetecinin bu temel özellik üzerine kuracağı ve 'Kalite' diye nitelenebilecek yanı, bu temel özelliklerinin yardımıyla yol gösterici biri olmasıdır. Burada, sahici köşe yazarı ve elbette reporter devreye girer. Gelecekte bu ikisinin -yani yazar ve reporterin- bir tek kişide birleşmesi zorunlu bir hal alabilir. Yeni gazeteci, çok geniş bir alandan damıttığını, yönlendirici bir şekilde kullanacaktır ve bu konuda kabul görmesi de, sınanacaktır. Şimdiki gibi otuz kere yanılan ve otuz yıl aynı şeyi yazmış olan biri, sırf "duayen" diye ayak altında gezinemeyecektir. Yeni gazeteci, herkesin kavrayıp değerlendiremeyeceği (buna vaktinin olmadığı) bilgi ve izlenimlerin özünü okura hakkıyla aktarırken, konuları önem ve farklılık derecesine göre sınıflandırabilecek biri olacaktır ve asıl görevini asla unutmayacaktır: Aydınlatmak ve bilgilendirmek. Bunun ötesinde kendi kanaatini de işin içine katacaktır ve bunu belli estetik sınırlar dahilinde yapacaktır.
14.
Yeni dönem gazetecisinin gazeteci olabilmesinin asıl şartı, güvenilir olmasındadır. Nasıl güvenilir olunur? 
A. Omurgalı adam/kadın güvenilirdir.
B. Çeşitli ön ve de ard niyetlerle bugün öyle yarın böyle tipi, rüygara göre bir o yana bir buyana yatan her devrin adamlarının pek güvenilir olmayacağı açıktır.
C. Mesleğini maddi gelir/gidere kurban eden, güvenilir değildir. İyi yaşamak kuşkusuz önemlidir. Bu işi hakkıyla yapanlar da iyi yaşayacaklardır elbette. Ama o kadar...
Ama "Çok aşırı iyi!" yaşayanlar, (daha yaşayamadan!) göze batacaklardır.
Bu konu önemlidir. Niye önemlidir? Çünkü gazetecilik gelecekte, önemli manevi bir güç olacaktır (maddi gücünün ötesinde) ve bunu sadece maddi güce tahvil etmekle meşgul olanlar, bu işin özünü anlamadıklarını bu şekilde pratikte göstermiş olacaklardır. Vasatlıklarına işaret eden bir durumdur ve fazla aşırıya kaçamadan zaten şutlanırlar. Özünde önemli manevi bir iş yapanın aşırı derecede maddi düşkünlüğünün olması, manevi tarafının düşüklüğüne işaret eder ki, böyleleri genel konteks içinde otomatikman elenir.
D. Yukarıda da değindiğimiz gibi, gazeteciler zaman içinde sınanacaklardır ve hangi tahminlerinde yanılıp yanılmadıkları, işaret ettikleri yönlerin ne derece doğru veya yanlış olduğu, kendilerine mi halka mı hizmet ettikleri anlaşılacaktır. -Ve inanın, yanılanın yerine geçmek için arkada bekleyen çok sayıda başka gazeteci veya lojistik destekçi mutlaka olacaktır. Gazetecilik en çok rağbet edilen mesleklerden biri olmaya adaydır
15.
Gazetecinin bir tür popüler yeni entelektüel olarak ortaya çıkışı, ne zamandır zaten bir olgudur. Ama gazeteci, o pozisyonunun içini bir türlü dolduramamış, bir türlü entelektüel olamamış, bir türlü dünyayı hakkıyla takip edebilir hale gelememiştir. Bu aşamada, sahici entelektüellerin, basına daha yakın -hatta içinde- olmaları artık kaçınılmazdır, çünkü yeni dijital medya da bunu son derece kolay hale getirmektedir. Ben, gazetecinin entelektüelin yerini almasına dalga geçip gülerek yaklaşan biriyim. Ama önümüzdeki dönemde, gazeteciye çok önemli görevler düşecek gibi görünmektedir ve halkların mental dünyasını şekillendirmek konusunda en birinci şahıslar olarak entelektüel seviyelerini önemli ölçüde yükseltmeleri gerekecektir. Gazetecinin artan önemi ile birlikte, pop-star tipi sit-com gazetecilerin de artması beklenebilir, bu normaldir de.  Tabii burada karakterin devreye gireceği ve düşük karakterlilerin (yani paraya pula karşı zayıf) neoliberal dönemdeki gibi "hoşgörü"yle karşılanmayacakları kesindir. Yeni dönemde abartısız olmak önem kazanacaktır (Bu, en az 2024'e kadar sürecek zaman kalitesiyle ilgili bir durumdur ve ayrı bir yazı konusudur).
16.
Neoliberal dönemin günümüze kadar sarkan en berbat yanlarından biri de, Bush odununun dünyaya "kabul" ettirdiği, "güvenlik" gerekçesiyle, devletin ve birimlerinin, gazetecilerin notlarına/kaynaklarına/basılmamışkitaplarına balıklama dalma "özgürlüğü"dür.
Bu yolla gazetecinin bilgi kaynaklarını koruma ve gizli tutma özgürlüğü alenen çiğnenmektedir. Mesela Mustafa Balbay'ın, Soner Yalçın'ın, Ahmet Şık'ın ve Nedim Şener'in tutuklanmaları, aynı kafanın ürünüdür ve bu kafa, aslında intihar ettiğinin farkına varamayacak kadar da salaktır. Devlet -her kimse-, WikiLeaks gibi gruplar ve kişiler tarafından tekmelene tekmelene gazeteciye saygı duymayı öğrenecektir. Devletler, basın özgürlüğünü küçümsemeye devam ediyorlar, -firmalar da. Daha berbat olanı, basın da basın özgürlüğünü küçümsüyor. Önce hızlandırılmış bir kursla, basın özgürlüğünün laf olmadığını, somut birçok karşılığının olduğunu (gazeteciler dahil) herkes öğrenmelidir -tabii önce devlet!..
17.
Gazeteler ve gazetecilik gelecekte, sadece ticari kaygılarla yapılan bir şey olmaktan çıkacaktır. Çıkmak zorundadır -yoksa tempoya ve kaliteye ulaşması imkansızdır. Gazete sahibi olanlar da, bunu anlamak zorunda kalacaklardır, çünkü bu işlerin mecraı önemli ölçüde değişebilecektir. Mesela devlete yaranmak için kendi iç bünyesinde ayarlamalara giden gazeteler, yazarlarını Başbakan'ın sabah keyfine göre itip kakan gazeteler, önümüzdeki yıllarda etkilerini yitirdiğini ve onlar gibi olmayanların -hiç ummadıkları gazetelerin- popülerleştiklerini yaşayıp göreceklerdir. Bu gelişmenin Türkiye'deki en somut işareti, Sözcü gazetesi oldu. Ben bu gazeteyi okumuyorum, ama dik durup dikine gidişi ve gazete olmanın ana fikrine sadık kalıp sert muhalefet yapması karşılığını bulmuştur. 
18.
Gazeteciliği yeniden düşünürken, belli yerli örnekler üzerinden konuşmak ve onları örnek göstermek, çok yapıcı olabilir. Benim burada hemen sayacağım örnekler şunlar. 
Reportaj yazarı: Yaşar Kemal, Yılmaz Çetiner.
Fıkra Yazarı: Aziz Nesin.
Araştırmacı siyasi haber-yorum yazarı: Uğur Mumcu.
Araştırmacı yazar: Nedim Şener, Ahmet Şık. 
Fotomuhabir: Ara Güler. 
Dış Politika yorumcusu: Kadri Gürsel.
Yaratıcı genel yayın yönetmeni: Ertuğrul Özkök, Mehmet Y. Yılmaz.
Edebiyat eleştirmeni: Semih Gümüş, Ömer Türkeş.
Gazete band çizeri: (hiç tartışmasız) Piyale Madra. 
Baş sayfa siyasi karikatüristi: Vadat Kamer.
Magazin yazarı: Şevket Rado.
Tabii bunlar, ilk aklıma gelen ve sonradan eklemeler yaptığım örnekler. 
19.
Gelecekte internet medyası, bugünden daha büyük önem kazanacak gibi görünüyor.. 
(-tabii elektrikler kesilmezse!..)
Fakat belli bir kaliteyi ve genişliği tutturabilmek için kurumsallaşmak ve organize olmak şart. Buna rağmen, şahıs blogları veya küçük grupların hazırladıkları bloglar/siteler, tartışma platformları vs. yukarıda saydığımız temel gazetecilik mantalitesine ve şartlarınaa uydukları ölçüde önemli olacaklardır ve yazılı basınla rekabet edeceklerdir. (-Ama asla yazılı basının önüne geçemeyeceklerdir.)
20.
Basının kendini, sadece para kazanmayı düşünen bir şirket olarak görmemesi gerektiğini (bundan sonra zaten göremeyeceğini) söyledik. Bu durumda, kitlelerin yükselecek kalite taleplerini ve yeni gazetecileri fiananse etmek zorlaşacaktır. Herşeyden önce gazete patronluğu, daha az karla yetinmeyi gerektirecektir. İşte burada, postkapitalist dönemin ilk yaratıcı örnekleri de devreye girebilir: Gazetecilerin sahibi olduğu gazateler ve gazete vakıfları. Gazeteler vakıflaşarak, devamlılıklarını garanti altına alabilirler.
Önümüzdeki dönemde bu konu elbette daha uzun süre tartışılacaktır ve kuşkusuz iyi sonuçlata varacaktır...

Arap baharının anti-islamcı nedenleri ve Türkiye'deki benzerlikleri üzerine

Arap dünyasında 1975 yılında kadın başına düşen çocuk sayısının 7.5 olduğunu biliyor muydunuz? 2005 yılındaki veriler, bu sayının 3.5 çocuğa düştüğünü gösterdi. Tunus'da bu sayı, Fransa ile aynı. işin artık kesinleşen yanı şu: "Üç çocuk yapın" telkinlerinin bir karşılığı var. Biatkar halkların ve onların tek adamlarının bir formülü var. Bu formül, artık Arap ülkelerinde bile tutmuyor. Neden ve nasıl tutmuyor? İşte bu, sadece Türkiye'de değil, Arap ülkelerinde bile İslamcılığın neden işlemeyeceğini ve bu hareketin neden yakında tarihe gömüleceğinin de yanıtı...

(Yazı hazırlık aşamasında)

Dominique Strauss-Kahn olayında medyanın rolü ve bir komplo teorisi


IMF Şefi Dominique Strauss-Kahn'ın otel odasında hizmetçi kadına tecavüze teşebbüsle suçlanması olayı, giderek daha karmaşık ama enteresan bir hal almaya başladı. Konu, medya etiğini, hukuğun araçsallaştırılmasını ve bir siyasi komplo ihtimalini de ilgilendiren yanlara sahip olduğundan, ilgi alanımıza giriyor.
Dün akşam İstanbul'daki bir balık lokantasının şefi bile, olayla ilgili sorularıyla beni esir alacak kadar konuyla ilgiliydi. O, Dominique Strauss-Kahn'a karşı bir komplo kurulduğunu düşünüyordu. Konu Türkiye'de de konuşuluyor -hele Kemal Derviş'in IMF'nin başına getirilebileceği haberi alelacele dünyayı tutmuş ve iflasları oynayan Yunanistan'ın medyası, "Başımıza Türk Paşası istemezük" diye ayaklanmışken! 
Bu sabah (19.5.11) Akşam gazetesinde Oray Eğin de, Fransızların yüzde 60'ının olayın komplo olduğuna inandığını yazdı (tıklayınız). Gerçekten de Dominique Strauss-Kahn, Sarkozy'ye karşı çok önemli bir alternatifti ve Avrupa'da yükselen sol eğilimler için önemli bir örnekti. Daha önemlisi, miyadını dolduran neoliberalizmin tekerine Avrupa'da taş koyan bir dizi önemli gelişmeden biriydi Dominique Strauss-Kahn'ın yükselişi.
Nitekim popüler Fransız düşünürlerinden Jacques Attali de, olaydaki bit yenikleri üzerinde duruyor (tıklayınız). Mesela madyanın, Dominique Strauss-Kahn'ı suçlayan (ve aşağılayan) kendi "fikirleri"ni (yani önyargılarını) kamuoyuna nasıl dayattığına dikkat çekiyor Jacques Attali. Artık iyice anlaşılmış olduğu üzere, "Yeni Dünya Düzeni"ni ilan eden Bush'ların Amerika'dan Türkiye'ye kadar bütün yeni-muhafazakar müttefikleri iniştedir ve her türlü manipülasyonu, iftira atma metodunu vicdansızca uygulamaktadırlar. 
Neoliberal yeni muhafazakarlar, komplo teorilerine inanır ve dünyanın komplolarla yönetildiğini düşünürler, bu nedenle komplolardan medet umuyor olabilirler. Fakat bilmedikleri şu:
Komplolar mutlaka ortaya çıkar. 
(Olaylar asla Dan Brown'ın veya Umberto Eco'nun heyecanlı romanlarındaki gibi gelişmez!)
Büyük Britanya'nın muhafazakar gazetesi The Times da, yüksek sesle, Dominique Strauss-Kahn'a bir komplo kurulmuş olabileceğini yazdı (tıklayınız). Fransız Cumhurbaşkanlığına en yakın adayın ortadan kaldırılması sonucunu doğuran bu olayı yorumlayan The Times yazarı Anatole Kaletsky, Dominique Strauss-Kahn'ın henüz yargılanmadığını ve dava sonuçlanıncaya kadar suçsuz sayılması gerektiğini söyleyip, yargısız infaza gidilmemesi konusunda uyarılarda bulunuyor. Amerikan hukuk sisteminde bu temel hukuk kuralının sık sık ihlal edildiğini söylüyor.
(Bunlar size birşey hatırlatıyor mu? Ben bu filmi Türkiye'de de gördüm gibi!)
Kaletsky yazısında, asıl önemli olanın, siyasi açıdan bu kadar önemli bir davada bu aceleciliğin "sadece Fransa'da değil, bütün dünyada demokrasiler üzerinde tehlikeli sonuçları" olabilieceği uyarısında bulunuyor. Bu tehlikeyi de şöyle tarif ediyor: "Hukuk ve (hukuk sistemine sızmış) bazı karanlık tipler, hukukun uygulanması aşamasında seçilmişlerle seçmenler arasına girebilirler." 
Dominique Strauss-Kahn olayı, önemli bir hukuk ve demokrasi sınavı olmaya doğru ilerliyor. Dünyanın önemli gazeteleri, daha ciddi ve tarafsız davranıyorlar -Bush'lar döneminin linç mantığı ve gözü kapalı neolibaralizm desteği yok artık. O yüzden, neoliberal düzenin Fransa bayii Sarkozy'yi koltuğundan süpürecek adamın bir iftiraya mı kurban gittiği araştırılıyor. Yeni Dünya Düzeni'nin soysuz yeni-muhafazakarları, iftira atma şampiyonu malum. Vicdansız ve ruhsuz oldukları iyice anlaşıldığından, kimse dikkati elden bırakmıyor. Sarkozy'nin de Berlusconi'nin de, Erdoğan'ın da işi zor. Bir devir sona eriyor. Katakullilerle zamanı geriye çevirmek mümkün değil.
Dominique Strauss-Kahn olayının doğru veya yanlış olması sonucu değiştirmez.
Şimdi, IMF'nin başına kimin geçeceğine ve Fransa'daki siyasi gelişmelere daha yakından bakmak gerekiyor.

Türkiye'nin kendini aşması yolunda geçeceği yeni zaman eşiği: Mayıs 2011-Ocak 2013

Türkiye, seçim sath-ı mahallinde tüm çirkinleşmelere ve akıl almaz seçim seviyesizliklerine rağmen önemli bir zaman diliminde ilerliyor. Türkiye'de 2008'den beri etkisini giderek artıran 'Değişim/ Dönüşüm' döneminin etkileri, yeni bir kaliteye doğru evriliyor. Özellikle bu yılın ilk aylarından başlayarak yaşanan birçok çöküş ve yükseliş, gelişmenin istikameti konusunda bazı fikirler edinmeye yardımcı oldu. Bu gelişmelerden ilki, ideolojik Türk dış politikasının iflas etmesidir. O halde ideolojik dış politika modellereinin pek geleceğinin olmadığı da anlaşılmaktadır. Diğer gelişme, Kılıçdaroğlu yönetimindeki, üzerine ölü toprağı serpilmiş CHP'nin canlanması ve Güneydoğu Anadolı Bölgesinde bile milletvekili çıkarma ihtimali ve BDP'nin 'özerklik' taleplerine tek somut alternatifi sunması, Sezgin Tanrıkulu gibi Diyarbakır'ın akıl sembolü bir adamı bu konularda en yetkili makamına oturtmasıdır. Meclis'te MHP'nin bile BDP milletvekillerine yaptığı jestler, şimdi bu sürecin devamı konusunda fikir veriyor.
Bence Türkiye, asıl yoğunluğu seçimler ertesinde belirginleşecek -iyi anlamda- çok önemli bir süreçte ilerliyor ve seçim sonuçları, bu sürecin devamını getirecek. Yalnız bazı olası kalite farklarından bahsetmeliyiz.
Türkiye, kurulduğu günden bu güne kadar etkisini sürdüren bazı sosyo-psikolojik konuların verdiği rahatsızlıkla yaşıyor. Ben bu konuların en başında, bugün 'Kürt Sorunu' diye adlandırılan sorunu görüyorum. Bu sorun çerçevesinde ifade edilen, 'Ulus devlet olma aşamasında yaşanan sosyo-kültürel homojenleşme acıları' sadece Kürtleri değil, en başta Ermenileri, Tunceli'deki Alevileri, tabii Rumları ve daha birçoğunu vurmuştur.
Bu yaraların haala acımasının asıl nedeni, bunlara makul bir anlam verilememesidir ve buradan bir güşmanlık, husumet, rövanşizm vs. devşirilmesidir. Sonuç, birbirine karşı kanlı-bıçaklı cephelerin oluşması olmuştur. Ulus-devletleşmeyi ve kapitalistleşmeyi bir türlü anlayamama ve sindirememe, şahsen benim gözümde iyi birşeydir -tabii kapitalizmin normlarıyla düşünülmediği takdirde!
Şimdiye kadar, 1911-1922 Anadolu Kıyameti'ni kabul etmek istemeyenlere sonuna kadar katılırım. Fakat kimlikçi bir dille, bu Kürt yarasını ve diğer yaraları makul bir sonuca bağlamak mümkün değildir.
İşte şimdi içine girilen dönemin, bu yaraların deşilip, aslında ne yarası olduğunun ve özünde nasıl yaralar olduğunun anlaşılacağı bir dönem olacağı görünüyor. Eski dilin revize edilmesi, cepheleşmenin anlamsızlığını da giderek daha iyi ortaya koyacaktır.
Dönemin diğer konusu, Türkiye'nin (özellikle Avrupa ve Batı karşısındaki) aşağılık kompleksidir. İktidar, bunu aştığını iddia ediyor, ama doğru değil. "Van Minüt" çıkışları bir gösterge değil. Artık, bu konunun da sağlıklı bir şekilde aşılması ihtimali var. Türklerin kendilerine karşı da dürüst olacakları bir dönem...
Tabii bu konuların samimi bir şekilde konuşulması, bazı çevrelerde, önce oldukça acıtıcı olabilir. O nedenle konuların -kamplaşmalar ötesi- bir yerden yürütülebileceği konusunda daha fazla umudum var. Hafta sonu gazeteci Mehmet Ali Bidand'la Akşam gazetesinin yaptığı bir söyleşide Birand, elli küsür yıllık meslek erbabı olarak, Türklerin kendi aralarındaki "çatışma kültürü"nden bahsediyordu. Erbab da olsa, o elli yıl, işte bu yaraların tam anlamıyla yaşandığı elli yıldır ve asla bugünkü kadar keskin ve belşden aşağı olmamıştır. Şimdi Türkiye, Birand'ın sözlerinde ifadesini bulan, işte böyle çok önemli bir önyargıyı da aşmak yönünde ilerlemektedir. O kamplaşmaların ve uzlaşmaz düşmanlıkların nasıl ortaya çıktıkları, aslında ne oldukları, anlamsızlıkları daha iyi anlaşılacaktır ve bu kamplaşmalardan geçinen politika/yazı/çizi erbabı zayıflayacaktır.
Bence bu dönemde bazı önemli konular, gizli yollardan, mutlaka uzman desteğinde, çok yönlü danışarak (tüm siyasi kesimlerin angajmanıyla) ve alabildiğine dürüst bir şekilde ele alınırsa, hem daha az acı verecektir, hem de -sonrasında- daha iyi ve kalıcı çözümlere yol açacaktır. Ama asıl konular mutlaka tartışılmak ve eski dilin tahakkümünden kurtulmak gerekmektedir.

Bu dönemin ardından "Kürt Sorunu" elbette çözülmüş olmayacaktır. Sorunu "Kürt/Türk/Alevi/Hutu/vs." üzerinden tartışmayı devam ettirmek isteyenler gene varolacaktır, ama artık özü belirleyici olamayacaklardır ve bu konuda neoliberal kimlikçi anlayış ile gelecekteki yeni anlayışın ilk önemli nüveleri arasında bir kırılma yaşanacaktır. Bunlar tabii birer tahminden öte değil...

Çin'de yasemin yasağı ve devrim korkusu

Evet yanlış duymadınız. Çin, Tunus'ta başlayan 'Yasemin devriminden o kadar korkmuş ki, "halkın"ÇKP devleti, muhaliflere karşı sert önlemler almanın yanı sıra, şimdi de ülkede yasemin çiçeklerinin yerinden sökülmesini emretmiş. Şaka gibi bu olay bir ilk değil. Çin'de -özellikle- "Kültür Devrimi" sırasında yaşanan absürdlüklerin haddi hesabı yoktur. Şimdi benzeri bir durum yaşanması, ÇKP iktidarının aslında sanıldığından çok daha zayıf -halkın internetten anında örgütlenebilen gücünün de sanıldığından çok daha büyük olduğunu gösteriyor. 
Çin, yasemin çiçeği ticaretini de yasakladı.
Ama yasemin çayı, Çinlilerin severek içtiği bir çay türü, Halk geleneklerinin bir parçası. Yasemin aynı zamanda, "Refah" ve "İstikrarı" (Uyumu) sembolize ediyor. İtalyan gazetesi La Republica'nın (12.5.2011) haberine göre Çinli polisler, Mart ayından beri yasemin tüccarlarını zaten "uyarıyorlarmuş". Demek ki bu tehditler yetmemiş, sonunda yasaklamışlar. Ekili yaseminleri kökünden sökecek kadar korkmuşlar! Şimdilik halkı korkutmayı başarmış görünüyorlar, çünkü yasemin, karaborsada bile bulunmuyormuş.
"Bu büyük korku nereden geliyor?" diye sormaya gerek yok. Arap devriminin sembolü bu çiçek, Çin rejimine, kendi sonunu hatırlatıyor olmalı. 
Bin Laden öldürüldüğünden beri herkes, "ABD'nin yeni düşmanı kim olacak?" diye soruyor. Ama kimse, "'Doğu Demokrasisi'nin düşmanı kim olacak?" diye sormuyor. Bu konuları Türkiye'de "komplo teorileri"ne indirgeyip açıklamaya çalışan -ama her zaman olduğu gibi açıklayamayan- bir kitle var. Konu o kadar basit değil malesef.
2012'ye yaklaştıkça, (esasen önümüzdeki yılın ardından) tüm hızıyla yaşanacak olan değişim/dönüşüm'ün, 'eskinin sonu' anlamına geleceğini daha önce söylemiştik. Burada tayin edici soru, 'Eski' denen şeyin ne olduğudur. Mübarek ÇKP iktidarı, liberalizme alternatif kooperatist (sosyalist) ekonominn en barbar türünü uygularken, dünyadaki değişime ayak uydurup neoliberalleşerek hayatta kalabildi. ABD de neoliberalizmin eski merkezi. ABD'nin ne kadar kötü durumda olduğu ve bıçak sırtında yaşadığı malum. Ama ABD ve Batı'da işleyen demokrasiler, toplumları kapitalizmin ötesine/ertesine taşıyabilme ihtimaline sahipler. Demokrasinin kapitalizm dairesinde kurulmuş, sadece bir "Ehven-i Şer" olduğunu düşünen biri olarak, bu yarışta şekilsel Doğu Demokrasileri'nin yarı yolda kalacağını düşünüyorum. Sadece seçim yaparak demokrasi olduğunu iddia etme devri sona eriyor. Bunun çok somut da bir nedeni var: Devletler halkı kontrol edemiyor artık. Delet gücünün belli bir sınırı olduğu anlaşıldı. Günümüzde halkın elinin altındaki teknoloji ve her türlü beceri, devletin kontrolünden kolayca sıyrılabiliryor ve bunu geriye döndürmek mümkün değil. Artık insanların ikna edilmesi ve evrensel insani değerler ön plana çıkıyor, onlar son sözü söylüyor -kuşkusuz olumlu bir gelişmedir. "Halkın İktidarı" olduğu yalanını söyleyen bütün totaliter ahbap/çavuş/parti rejimleri tehdit altında. ÇKP korkmakta haklı. O halde değişim/dönüşüm, sadece ekonomisi çok bozuk yerlerle sınırlı olmayacak demektir, tıpkı Türkiye'de de olduğu gibi. Burada da yeni tesis edilmiş ama tam oturmamış bir tek-adam rejimi hüküm sürüyor ama kurulur kurulmaz sallanmaya başladı. Bu olgu, Türklerin demokrasi anlayışının sanıldığından daha sağlam olduğunu ve Ortadoğu özentisi tek adamcı totaliter tek parti iktidarlarını sarsıp değiştirecek güce sahip olduğunu gösteriyor. 
Eskiden Türkiye'de de "Halk Devrimleri"nden çok bahsedilirdi, ama buna asla inanılmazdı. Sol hareketler de özünde -küçük burjuvazinin- entelektüel hareketleriydi. Bütün Komünist Partileri gibi ÇKP de bir entelektüel kulüp olarak kuruldu. Ama şimdi ilk kez halk, hem de öndere falan ihtiyaç duymadan ayaklanabiliyor ve iktidarları değiştirebiliyor. Türkiye'de ne olur?
Türkiye'de bir 'Yasemin Devrimi' olursa, baş rol oyuncusu herhalde Kürtler ve öğrenciler olacaktır. Çin'deki 'Yasemin Devrimi' ise batı eyaletlerinden ve büyük şehirlerdeki gençlerden gelebilir gibi görünüyor.

Kişinin kaderinin olası "gizli kodu" ve kişisel kodun hesaplanabilirliği hakkında

Doğruluğunu kanıtlamanın pek mümkün olmadığı konularda yazmak, hem kolay hem de zor. Bu da öyle bir konu.
Kaderin varlığına inanmak, birçok dinde şarttır -İslam dininde de inancın şartlarından biridir. 
Kader sözcüğü günümüzde, genellikle kötü olaylarla bağlantılı olarak, yaşanan kötü olayları anlatmak için kullanılıyor. Ama Kader'e inanılacaksa, bir de 'İyi Kader' denen birşey olmalıdır. Vardır elbette.
İşte kadın bir gazetecinin önüne, kaderle ilgili böyle bir olay gelmiş. Ona ulaşan trend uzmanı bir adam, kaderin bazı kodlarını çözdüğünü ve bunu insanlara anlatmak istediğini söylemiş. Gazeteci de, her sahici gazeteci gibi önce olaya kuşkucu/sorgulayıcı yaklaşmış. Günümüzde -ve eskiden- böyle şeylerle insanları aldatanlar çok olduğundan, adamı ve iddialarını sınamak istemişler tabii...
(Michael Koroll, Birgit Lechtermann, "Der Schicksals-Code" 2009)
Adam, bazı test kişilerinin hayatının bir kısmında olan olaylara bakarak, daha sonra bu insanların benzeri kalitede olayları (ani başarı, büyük tesadüf vs.) ne zaman yaşadıklatını -veya yaşayacaklarını- doğru tahmin etmiş.
Konunun özü şudur:
Nasıl geceyi gündüz, gündüzü gece izlerse, insan hayatı da inişli-çıkışlı bir yolculuktur. Her başarının ardından başarısızlık, başarısızlığın ardından da başarı gelir. (Lao Dsı'nin "Dao Te Ching" kitabı, insanın kendini, hayatın bu iniş-çıkışlarının etkisinden nasıl bağımsız kılacağını anlatan en iyi teorik malzemelerden biridir)
Hayattaki iniş-çıkışlar, yetişkin herkesin malumudur. Bunlar kişiye özgü kaliteler içerirler.
Buradaki soru şu:
Peki bu iniş çıkışların hangi periyotla yaşandığı, her kişiye özel hesaplanabilir mi?
Kitabın yanıtı: Evet. Hesaplanabilirler -hem de yalnız yılına değil, ayına varıncaya kadar önceden hesaplanabilirler.
Kaderin varlığı konusunda bir tür kanıt sunmaya çalışan kitapta, insanın geçmişte yaşadığı -onun için- önemli olayları önce tasnif edip, yani "iyi olaylar", "kötü olaylar", "mesleğimle ilgili olaylar", "aşk ve ailemle ilgili olaylar", "sağlığımla ilgili olaylar" vs. gibi sınıflandırıp, bunların iniş veya çıkışlarının yıllarını sıralarsa, benzeri olayların belli periyotlarla farklı şekillerde tekrarlandıklarını bulabilirmiş. Kitapta çeşitli tanınmış ve tanınmamış insanların hayatlarından, bu teoriyi desteklenen örnekler veriliyor. Sonuçta bazı insanlar mesela yedi yılda bir işinde yükselmiş, veya onbir yılda bir taşınmış, ev veya ülke değiştirmiş. Bu durumların benzerleri (benzeri kalitelerde) tekrarlanmış.
Kitabın asıl ilginç yanı, insanın kendisi için hesaplayabileceği bu kodların yardımıyla, geleceğe doğru tahminlerde bulunabileceğini iddia etmesi. Adına 'Kod' dediği bu periyodik durumu çeşitli ayrıntılarıyla gazeteci Birgit Lechtermann'a anlatıp onu bir kitap yazmaya ikna eden Michael Koroll, bir astrolog veya kahin falan değil, bir trend ve marka danışmanı. Firmalara, markalarının piyasada nasıl bir satış grafiği çizebileceğini falan tahmin ediyor, moda trendlerinin geleceğiyle ilgili tahminlerde bulunuyor. Kaderle ilgili bu düzenli inişli-çıkışlı grafiği keşfedince, bunu daha da araştırmış ve bazı ünlülerin bilinen biyografilerini de bu bakış açısıyla incelemiş ve onların hayatlarında da "kesin" bazı iniş-çıkışlar keşfetmiş.
İnsanların en çok ilgi gösterdikleri konuların başında, geleceklerini öğrenmek gelir elbette. Ama kader tam anlamıyla asla bilinemez. Tabii sözkonusu kitaptaki gibi bazı konular tahmin edilebilir, ama bunlar kısıtlıdır. Kitapta da böyle deniyor zaten. Buradan, dinlerdeki 'Kadere İnanmak' ilkesinin de nedenlerinden birine gelebiliriz herhalde. Kadere inanmanın bir sonucu da şudur: Gecenin en karanlık anı, Güneşin doğmaya hatırlandığı andır. 
Umutsuzluğa yer yok...
Hatta böyle karanlık dönemlerin, yeni bir yol, yeni bir yön tutturmaya vesile olmak gibi iyi bir özelliği vardır. 'Kriz' sözcüğünün kökeni, Eski Helence, 'Krisis' sözüdür ve eski anlamı, 'Tayin edici dönüşüm' demektir... 
(Diğer anlamları: 'Yeni bir rota tutturmak', 'Karar vermek')

Alman savaş pilotu 'Kızıl Baron'un Osmanlı Harp Madalyası ve düşmanı tarafından onurlandırılmak

Bu adamın ateş kırmızısı uçağı Fokker Dr. 1 küçücük birşeydir. Birbirine pararlel üç kanadı vardır (Dreidecker/triplane) ve Birinci Dünya Savaşında İngilizlerin ve Fransızların korkulu rüyasıdır. Bu uçağı gören pilotlar tepeden tırnağa ürperirler. Çünkü bu küçük uçağın pilotu Manfred Alfred Freiherr von Richthofen, tam 80 düşman uçağı düşürmüştür ve düşürdüğü uçakların pilotlarından otuzüçü ölmüş, onaltısı da kaybolmuştur. Ama bu pilot, gökyüzünün şovalyesidir aynı zamanda ve bazı ilkeleri vardır. O asla, pilotları öldürmek için ateş etmez. Onun amacı her zaman uçakları düşürmektır; hatta düşen uçağın pilotunun yanına inip onu esir almaktır ama onu öldürmemektir. Birinci Dünya Savaşı boyunca, gerçek savaşçılara özgü birçok kuralı, savaş pilotları uyguladılar. Bu kurallar işlemiştir, çünkü savaş pilotları gökyüzünde birbirlerini düşürmeye çalışırken gerçek bir düello yaşanıyordu. İşte bu savaşçıların en ünlüsü, Kızıl Baron'dur. 
Kabına sığmayan bu genç adam, çocukluğundan beri ava meraklıdır, iyi at biner ve Alman soylusudur ama öyle yüksek bir titre sahip bir soylu değildir, sadece bir 'Freiherr'dir. Kutsal Roma-Cermen imparatorluğu zamanlarından kalma bu çok eski asalet titri, asillerin en alt seviyesidir ama benzeri başka Avrupa ülkelerinde olmadığından 'Freiherr', diğer Avrupa dillerine genellikle 'Baron' diye çevrilmiştir ve Fransızların çok canını yaktığından bu adı Richthofen'e onlar takmıştır. Manfred von Richthofen bu adı benimseyip, kendi anılarını yazdığı incecik kitabına da bu isimden esinlenerek "Kızıl Savaş Pilotu" adını koymuştur. Kitabının ikinci yarısında, ilk kez gerçek savaşla nasıl "tanıştığını" anlatıyor.
 

Orduya daha 18 yaşında 1911'de katılınca onu hemen Ulanların birliğine veriyorlar. Mızraklı süvari birliği 'Ulanlar' bu adlarını, 'Oğlanlar' sözünden alıyor yani Türklerden. Bu süvari birliği formatı, gene aynı ad altında, o dönemde sadece Prusya'da değil, başta Polonya olmak üzere Almanya, İngiltere, Fransa'da da var. Manfred von Richthofen, hayatında savaşla ilk nasıl tanıştığını, bir solukta okuduğum ince anı kitabında anlatır (Manfred von Richthofen "Der rote Kampfflieger", The Echo Library 2008).

Richthofen Güney Belçika'da Virton'da, kocaman bir ormanın önünde durmuş düşünmektedir. 1914 yılının 21 Ağustos sabahı, arkasında dokuz Ulanıyla birlikte, ormanın bu bölümünü güvenli hale getirmek gibi absürd bir görevi vardır. Çekine çekine ormana girer ve girer girmez de silah sesi duyar, tabii kurşunların vızıltısını da! İlk kez o zaman, artık savaşı sadece kitaplardan okumayıp gerçekten yaşayacaklarını anlar. Ulanlardan birinin atı vurulmuş, bir Ulan da elinden yaralanmıştır. Küçük bir evden ateş edilmektedir. Hemen içeri dalar ve orada onun deyimiyle "düşmanca bakan dört-beş kişi" bulur. Kitabı, bir kahraman olduktan sonra yazmasına rağmen, öyle atıp tutmuyor, kahramanlık taslamıyor ve şöyle diyor: "O zamana kadar hiç insan öldürmemiştim." Ve öldüremiyor da. Evi arayıp, onlara ateş edilen tüfeği buluyor, adamlara bağırıp çağırıyor, elindeki tabancayı sallayıp duruyor, o kadar. Bunun üzerine adamlar, nasıl oluyorsa, dokuz Ulan'a rağmen, evin arka kapısından kaçıyorlar. Sadece bağırmakla ve tehdit etmekle yetinen genç bir çaylağın, onları vuramayacağını anlamış olmalılar. Richthofen, arkalarından ateş ediyor, tabii her atışı karavana! İyi yürekli savaşçımız, yaralı askeriyle üssüne dönüyor. Bu onun ilk savaşı ve ilk zaferi (insan yanının zaferi tabii)
1915'de cephedeki pasif görevinden bıkıp hava kuvvetlerine tayinin istediğinde daha 22 yaşında. Hava kuvvetlerinde, kendisi gibi zıpkın biriyle tanışıyor: Ernst Udet. Bu adam, uçmayı çok seven bir tür cambaz. Uçağına binip fizik kanunlarıyla dalga geçen biri. Tek "kusuru", düşman uçaklarına ateş edememesi, insan öldürememesi! Kendi uçağını düşürmek pahasına, düşmana ateş edemeden, 1916'da pilotluğu bırakmanın eşiğine geliyor, bir sinir krizi geçiriyor...
Ateş etmektense kusan ve uçağını düşüren Ernst Udet'in bir süreliğine başka birliğe gönderildiği yıl, bir başka pilota daha uçuş yasağı konmuş. Ama bu adama uçuş yasağı konmasının nedeni çok farklı. Oswald Boelke çok önemli biri, uçağıyla düşüp ölmemesi gerekiyor! Havada kardeşiyle beraber uçan ve her seferinde onunla kavga eden Oswald Boelke, bilinen ilk 'Hava savaşı' teorilerini geliştiren kişi sayılıyor. Onun kuralları, it dalaşı yapan bugünün pilotları tarafından bile öğrenilip uygulanıyor ve bu temel savaş kuralları bugün 'Dicta Boelke' adıyla biliniyor.
Manfred von Richthofen'i keşfeden, Oswald Boelke oldukça enteresan biri. Rütbesi düşük olmasına rağmen, devrin bütün ünlülerini tanıyor. Mesela Enver Paşa'yla dost oluyorlar. (Aşağıdaki fotorafta -en sağda- Boelke, Liman Sanders ve bir Türk subayıyla beraber görünüyor).

Savaş sırasında kahraman-lıklarıyla öne çıkan subaylara verilen ve Sultan V. Mehmet Reşat tarafından vakfedilen 'Osmanlı Harp Madalyası'na Almanlar 'Demir Ay' diyorlar ('Eiserner Halbmond'. İngilizler de, 'Çanakkale Yıldızı' diyorlar, yani 'Gallipoli Star'). Beşkenarlı bir yıldız olan bu madalyanın ortasında Sultanın Tuğrası ve Hicri 1333 (1916) tarihi işlenmiş. İşte Osmanlı İmparatorluğu'nun bu son madalyasını Kızıl Baron'dan önce Boelke, Haziran 1916'da alıyor. Tam da hava savaşı kuramını kurup pilotlarını eğittiği dönem. Richthofen'in devri, 28 Ekim 1916'da, Boelke'nin uçağı eğitim uçuşu sırasında başka bir uçakla çarpışıp düşünce, Boelke öldükten sonra başlıyor. Ama önce Boelke'nin hava savaşı kurallarına 'Dicta Boelke'nin bir-iki maddesine değinelim...
"Birinci kural, saldırırken güneşi arkana almaktır ve uçaktan ve pozisyondan emin olmadan saldırmamaktır. Saldırıya başladın mı onu bitireceksin, yarım bırakmayacaksın. Makineli tüfeği, düşman uçağına iyice yaklaşmadan ve düşmanı gez-göz-arpacıkta görmeden ateşlemeyeceksin. Düşmanını asla gözünden kaçırmayacaksın. Her türlü saldırıyı, düşmanının arkasından yapacaksın. Düşman uçağı sana dalış yaparsa, ateşinden kaçmak yerine hemen onun üzerine döneceksin..." diye devam eden sekiz kuraldan oluşuyor.
 

Richthofen, daha Kasım 1916'da, 18 uçak düşürmüş bir pilot. Bunun için Alman İmparatoru II. Wilhelm'in elinden, Prusya'nın en büyük cesaret madalyası Pour le Mérite'i alıyor (Bu madalyanın neden Fransızca bir adının olduğunu bilmiyorum). Sekiz sivri köşeli çivit mavisi bir haç bu madalya. Richthofen'in bu madalyayı takmasından iki ay önce de Mustafa Kemal adlı tanıdık bir subaya Sultan Mehmet Reşat tarafından bir Gümüş Liyakat Madalyası takılmıştır. Sultan, aynı madalyalyadan bir tane de Kızıl Baron'a gönderiyor, çünkü Richthofer'in komutasındaki elit pilotlar birliği 'Jasta 11', tam bir efsane haline gelmek yolunda ilerlemektedir ve Kızıl Baron'un o süreye kadar tam 20 İngiliz uçağı düşürmesi dillerdedir. Ve Kızıl Baron İngilizlere öyle feci çakıyor ki, 1917 Nisan ayına İngilizler 'Bloody april' (kanlı Nisan) diyorlar. Bununla yetinmeyip, Kızıl Baron'un başına büyük de bir ödül koyuyorlar.
Almanya'nın yeni kahramanı Kızıl Baron, işte asıl bundan sonra,
1918 İlkbaharında kızıl oluyor...
Komuta Richthofen
geçince, Boelke'nin savaş metodunu geliştiriyor ve şöyle bir yöntem buluyor:
Uçakları sökersin, trene yükleyip gizlice başka bir cepheye götürürsün, orada monte edip birden ortaya çıkarsın, hem de rengarenk. Düşmana meydan okuyarak. Kamuflaja falan gerek duymadan. Korkmadan, ama korku salarak...
İngilizler ve Fransızlar, bu metoda dayanamayıp sürekli uçak kaybediyorlar...
Uçak vuramayan, savaşı görünce miğdesi kalkan Ernst Udet de tam bir avcı haline gelip önüne geleni indiriyor
(toplam 62 uçak düşürmüştür ve o da Mérite madalyasıyla taltif edilmiştir). Mustafa Kemal'in Alman cesaret madalyası 'Demir Haç' aldığı 1917 yılının Nisanında, Kızıl Baron başından yaralanır. Olay kamuoyundan gizli tutulsa da, beynini etkileyen bir yaradır bu. Etkileyici olan şudur. Bu genç adam gökyüzünde vurulduğu ve bir süre görme yetisini kaybedecek kadar ağır yaralandığı halde uçağını indirmeyi başarmıştır. Bundan sonra onu hastanede tutmak da mümkün olmamıştır. Kırk gün sonra doktorlarını atlatarak gene uçağa binmiştir. Onu anlatan 2008 yapımı Alman filminde (The Red Baron), onun uçmayı bırakması için yapılan telkinleri de görüyorsunuz. Uçmayı bırakıp yerde görevlendirilirse, arkadaşı Udet, göklerin yeni kahramanı olacaktır. Richthofen, filmde gösterildiği gibi arkadaşıyla bu konuyu tartışır ve ancak Udet'in de uçmayı bırakması halinde uçmaktan vazgeçebileceğini söyler. Udet'in yanıtı çok açıktır: "Uçmak benim hayatım."
Bütün arkadaşları, Richthofen'in değerli bir komutan olarak, artık uçmaması gerektiğini söyleyen doktorlarla hemfikirdirler. Üstelik İmparator II. Wilhelm Richthofen'e, hava kuvvetlerinin komutasını vermek istemektedir. Ona, 24 yaşında bir pilota.
Richthofen'i, savaş uçaklarından uzak tutmak için olsa gerek, Brest Litovsk anlaşmasının imzalandığı yere gönderirler, kardeşi Lothar'la birlikte gider. Bu yolculukta kesin kararını da verir. Uçmaya ve havada komuta etmeye devam edecektir.


Kızıl baron, Almanya'ya döndükten sonra, kızıl uçağıyla İngilizlere ve Fransızlara ateş olup yağıyor...
Elit Jasta 11 filosu, 1918'de o kadar büyük başarı kazanıyor ki, 'Kızıl Baron' adı bütün dünyada tanınıyor. Bu dönemde Richthofen'in, Türkiye'den Sultan Mehmet Reşat'tan aldığı üç madalyası bulunmaktaydı.
21 Nisan 1918 günü Manfred Alfred Freiherr von Richthofen, ona eşlik eden dokuz pilotla, dokuz uçan Ulanıyla bugünün Fransız semalarında son savaşına doğru uçmaktadır. Aradan geçen yıllarda öldürmeyi çok iyi öğrenmiştir. Kanadalı bir subayın komutasındaki İngiliz uçaklarına rastlarlar. Havada savaş başlar. Ama Kızıl Baron'un kıpkırmızı uçağını gören İngilizler kaçarlar. Kızıl Baron, Wilfried May adlı bir İngiliz pilotu kovalamaya başlar. Bu pilot kaçmakta, Richthofen kovalamaktadır. Bir yerden sonra Manfred'in dokuz arkadaşı geri dönmesi için ona işaret ederler, çünkü İngiliz bölgesinin içlerine doğru ilerlemektedirler. Kızıl Baron hiçbirini dinlemez ve kaçan pilotu kovalamayı sürdürür. İngiliz bölgesinde uzun süre uçar ve nihayet Amiens yakınlarında, Vaux-sur-somme'de, yerden üç makinalı uçaksavarın çapraz ateşinde kalır. Kurşunlardan biri sağ böbreğinin üzerinden girip karaciğerini ve kalbini yaralayarak, kurşun geçirmez yeleğine takılır.
Manfred, herzamanki gibi uçağını yere indirir. Arkasından gelen arkadaşlarından biri, onun uçağını indirdiğini görüp sevinir ve üssüne, Kızıl baron'un esir düştüğünü bildirir.
Manfred indikten sonra, uçağının koltuğunda, ona yaklaşan Avustralyalı askerlere bakarken can verir...
İki gün sonra 23 Nisan günü bir İngiliz savaş uçağı, ölümü falan takmadan tek başına Alman bölgesine kadar girerek, Manfred'in pilot silah arkadaşlarının üssüne bir mesajı eliyle atar. Bugün aynen korunmakta olan mesajda aynen şu yazmaktadır: "To the German Flying Corps. Rittmeister Baron Manfred von Richthofen was killed in aerial combat on April 21st 1918. He was buried with full military honours."
"Alman Hava Kuvvetleri Pilot silah arkadaşlarımıza. Biniciustası
(Manfred'in Hava kuvvetlerindeki görev titri, süvarilerinkine benzer şekilde 'Biniciustası/komutanı' anlamında 'Rittmeister'dir) Baron Manfred von Richthofen, bir hava savaşında 21 Nisan 1918'de vurulmuş ve tam bir askeri törenle şereflendirilerek defnedilmiştir..." (benim çevirim) 
Gerçekten de böyle olmuştur. İngilizler, savaşın ortasında, Kızıl baron'un şerefine 22 Nisan günü, bir askeri tören düzenlenmişlerdir. (Törenin filmleri bugün de mevcuttur) Ve üç İngiliz uçağıi Kızıl Baron'un şerefine mezarının üzerinden 'Mising Man Formation' denen şekilde alçaktan uçarak onu onurlandırmışlardır. İngilizler, şehit düşen kendi subaylarına gösterdikleri saygının aynısını, 25 yaşında ölen bu genç adama göstermişlerdir...
Ben, kahramanlık hikayelerinin devamı merak etmem. Çünkü yükseklerde biterler...
(Ama bir istisna yapalım ve soralım:
Manfred yaşasaydı, savaştan sonra ne yapardı?
Bence yaşamazdı. Onun gibi biri, savaşta ölmeliydi, öyle de oldu...
Ama, düşman uçağı vuramayıp sinir krizleri geçiren yakın arkadaşı pilot Ernst Udet, savaştan sonra uçak cambazlığı yapan bir eğlence pilotu oldu. Bu kadar mükemmel bir pilot başka ne yapabilirdi ki?! Galiba o naifliğini korumayı başardı ve çok eğlenceli bir hayat sürdü. İki kez havacılık firması kurup batırdı -sırf zevkinden! İlgisini yitirdiğinden. Kızıl Baron'un ardından Almanya'nın bir numaralı kahramanı oldu. Tam bir Playboy!
Kızıl Baron'dan sonra Jasta 11'in komutanı o olmuştu. Gene krizleri tutunca komutayı kime bırakmıştı biliyor musunuz? Hermann Göring'e. Daha sonra Hitler Almanya'sının en önemli birkaç kişisinden birine. Ve nihayet Udet'i de "ikna" edip Nazi partisine üye yaptılar. Nisbeten önemsiz bir görevi vardı. İkinci Dünya Savaşının en kanlı yılında ve Alman ordusu Wehrmacht'ın neredeyse bütün cephelerde ilerlediği 1941 yılında Ernst Udet, kafasına bir kurşun sıkarak Berlin'de intihar etti. Bu kadar kan, katliam ve acı, kanına dokunmuştu. O da büyük bir askeri törenle gömüldü ve intihar ettiği gizli tutuldu.)

1950'lerde kadına bakış ve aşkın zorluğu hakkında ciddi bir mizah kitabı!

Geçenlerde kütüphanemin bir köşesinde, sahaflardan aldığımı sandığım bir kitap buldum. Alexander Barrantay tarafından yazılmış, adı "Lieben aber wie?"
Bendeki nüshası, 33'üncü baskı. 1957'de yayımlanmış. Kitap, adından da anlaşılacağı üzere aşkla ilgili gibi ama ondan öte bir fenomen! Kadınlara nasıl davranılacağından tutun da evlilikte eşlerin birbirine nasıl davranacağı falan üzerine harika bir mizah kitabı! -tabii günümüzün gözlüğüyle okununca mizah gibi... Kitap, çok satıldığı yıllarda kuşkusuz çok ciddiye alınmış.
'Öpmek' deyince, kadının elini öpmeyi anlayan, dudaktan öpmeyi 'Evlilik öpücüğü' türünden "resmi" laflarla ifade eden hoş bir kitap. Kitabın ve kitaptan alıntıların burada yer almasının nedeni, daha 1950'lerde, Avrupa'nın ortasında -bugün için inanılmaz- bir ataerkil muhafazakarlığın yaşadığını göstermek. Kitapta kadına bakış ve yaklaşım, günümüz Türkiye'sinin Müslüman muhafazakarları seviyesinde -hatta onlardan da geride. Yani 2000'li yılların başındaki İslami aşk romanlarına yakın kıvamda bir aşk kitabı söz konusu. İşte size yarım yüzyıl öncesinin Avrupa'sından kadın ve aşk tarifleri!
Kitap, (farkında olmadan) kadını hem küçümsüyor hem aşağılıyor.
Bu muhafazakarlığın üzerine ortaya çıkan 1968'li gençler, muhafazakarlar tarafından "Uzaylılar" gibi algılanmış olmalı. Kitabı okuyunca bunu çok daha iyi anlıyorsunuz...

Kitabın -bugün için- eğlenceli kısımlarının başında, dönüp dolaşıp Casanova'dan alıntı yapması geliyor.
(Demek ki adam biliyomuş!..)
Bir kadınla tanışmanın "sanat" sayıldığı -hadi buna katılalım- ama bu sanatı sadece erkeklere hak sayan kitapta kadınlara öğütler:
"İnsan elbette sokakta da insanlarla tanışabilir. Ama bir erkeşik sadece macera peşinde olup olmadığını nasıl anlarsınız?"
Şimdi bu cümlede benim koptuğum yer, "macera" lafı... Demek ki Türkiye'ye ithali oldukça eski bu deyimin -ki, bu "önemli" bir kitabın daha yedinci sayfasında konu olmuş. Kadınlar tek başına bir adamla tanışmaktansa, biri tarafından tanıştırılmayı tercih etmelilermiş. 
"İzin verirseniz size arkadaşımı tanıştırabilir miyim?" 
Cümlenin de güzelliği şurada: Bu cümle, yeni Almanca, İngilizce ve Sarkozy'ce öğrenmek isteyen, Avrupa dillerine Fransız her Türk'ün ilk derste öğrendiği ilk cümledir. 
(Ama bu cümleyi kullanarak güzel bir kadınla veya erkekle tanışmış tek kişi bile yoktur maalesef -filmler dışında!..)
Yazarımız burada biz erkeklere "akıl" da veriyor: "Kadına düşünmesi için zaman tanımayın, onları hazır olgularla karşı karşıya bırakın" diyor. Bunun adını da "Fakabastırma taktiği" koymuş! (Überrumpelungstaktik)
Yani bu arkadaş, bir kadının 'Hayır' diyeceği varsa, bunu sonra da söyleyebileceğini veya önce 'Evet' sonra 'Hayır' diyebileceğini, veya 'Evet' dediği halde bunun 'Hayır' anlamına gelebileceğini falan bilmiyormuş, -Casanova'ya da sormamış.
O devirlerde kalmış başka bir sevmek türü de, "Kulaklarıyla sevmek" olmalı! Bazı kadınlar, sevgililerinin sesini duyunca "Kalbi erirmiş." Du deyimin geçtiği bir de alıntı var burada, New York'lu tanımadık bir Diva'dan.
Başlık: İdelinizdeki kişiyle karşılaşmak.
İnanamayacaksınız ama burada şöyle yazıyor: "Bir kız idealindeki erkekle karşılaşınca, elindeki mendili düşürürdü. Centilmen, mendili yerden alır, eğilerek kıza verirdi. Bugün de bir kadın, kimin geri getireceğinden eminse, çantasından birşey düşürebilir." 
("Eskiden vallaha da kolaymış!" demek geliyo insanın içinden.)
Peki kültürlü biri mi değil mi nereden anlayacaksınız? "Konuşmaya başlamak için bir kitapçının önünde durmak, sadece onun dikkatini ölçmek için değil, erkeğin kültürünü ölçmek için de bir imtihandır. Çünkü bir sohbet başlatmak için kadına, hangi romanları veya kitapları sevdiğini sormak zorundadır ve onunla edebi bir sohbet yapmak zorundadır." (Ah bu zorunluluklar!) Olayın devamı daha eğlenceli... 
Adam kadınla kitapçıya giriyor ve kadına o kitabı hemen satın alıyor.
(Bu doğruysa ve adamlar bu numarayı yiyorsa... kendine kitap aldırmak için bu numarayı sık sık yapıp, kitabı aldıktan sonra da adamlara "Güle güle" diyebilecek birkaç Avrupalı muzip kadın tanıyorum, ama bu kadar saf Avrupalı Erkek hiç görmedim!)
Bu oyunda dikkat etmesi ve kendini hep sakınması gereken taraf kadın tarafı, "zayıf karakterli" olan taraf da hep kadın tarafı!
"Her 'Kadın' şahsiyetli değildir (bu sözü "iffetli değildir" anlamında söylüyor) ki, yakınlaşma denemelerini şıpınişi, konuşmadan geri çevirsin. 'Kadın'dan daha üstün olan, 'Hanımefendi'dir. O, sevimliğinden ödün vermeden ve bir dereceye kadar, ahlak kurallarının izin verdiği yere kadar (adama) karşılık verebilir" diyor.
Kitapta, "Flört Etmek" diye bir bölüm var ve arada siyah-beyaz fotoraflar eklenmiş. Fotoraflar sadece kadın fotorafları ve fotoraflardaki kadınlar, esasen uzun bacaklardan ve dikkatli dekoltelerden oluşuyorlar. Ha bir de kocaman iki kadın gözü var. En etkileyici yanlarının başında geliyormuş. 
(Buna katılırım... Casanova ne derse desin.) 
"Flörtü bazıları, tatlı lakırdı etmek sanır, salon aslanlarının (yani günümüzün parlak "party"cilerinin) alışkın olduğu şey, veya ağır komplimanlar yapmak. Asıl flörtte, ruh, espri ve zevk sınanır. Burada, ezberlenmiş birkaç güzel söz yeterli olmaz."(Zor iş yani!..) "Eğer bir kadına, 'Gene çok hoşsunuz değerli bayan' derseniz, elbette bu her kadının hoşuna gider. Ama arkasından daha orijinal ve kişisel sözler gelmelidir."
Yazarımız, "güzel erkek sesi"ne takmış vaziyette. Şöyle diyor: "Birçok kadın, erkeğin eğitimine değil sesine aşık olur." Demek İspanyollar boşuna serenad yapıp durmuyorlar. 
(Ama ardından neden "Ayayayy!" diyorlar, -durun bunu Juanito'ya soralım!..) 
Flört nasıl başlar? Aynen şöyle:
"Flört, tramvayda sevgi dolu bir eğilme ile başlayabilir." 
Yani tramvayda kadını görüyorsunuz ve Japonlar gibi yerlere kadar eğilip, "Hoşsunuz değerli Bağyan" tipinden "güzel" bi' laf ediyorsunuz, başlıyor. 
(Eh ona bir de kitap aldınız mı tamamdır bu iş!..)
Bu denklemde hep birşeyler düşürülüyor: 
"Kendi kitabını düşürürsün ve alırken, yanındaki kadına, kitabın ona ait olup olmadığını ve kitabı nasıl bulduğunu sorarsın. Cesaretin varsa, sokakta veya restoranda gördüğün güzel kadına çabucak kartvizitinin arkasına birşeyler yazıp zarfa koyar, kadına verirsin ve postacının ona vermeyi unuttuğunu söylersin. Böyle sayısız fikirden biri, aklına gelecektir." 
(Ben burada bi'daha koptum arkadaşlar!..)  
Tanrım bu ne yaratıcılıktır, bu adam nasıl bir ayaklı kırtasiyedir ki yanında zarfla gezer, nasıl bir akıldır ki postacının bulamadığı kadını restoranda bulur?!.. Ses tonu da ilginç. Yazar bizle senli benli konuşuyor. 
Yeniden fotoraflar. Bu kez ponpon kızlar öncesinin kankan kızları ve alt yazı:
"Günümüzde kocalar, sahilde, karnavalda, güzellik yarışlarında, kadın güzelliğine derin bakışlar atabiliyorlar. Evdeki hanımları da, evde onları bekleyen güzelliğin hiç de aşağı kalır yanı olmadığını göstermeli."
Buna Türkçe, "Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla" diyorlar buralarda!
Sonra kadınlara güzel sözler söyleme bölümü geliyor ve konu hakkında hoop, Casanova'dan bir alıntı:
"Beni bir kadınla sadece üç dakika yalnız bırakın, ona en genç yakışıklıyı unutturayım."
(O dünemde ya kadınlar çok safmış, ya da Casanova erkeklerle fena halde kafa bulmuş!..)
O nedenle kadınlara güzel şakalar da yapmak gerekiyormuş, mesela "Siz Rumpelstilzchen misiniz?" diye sorabilirmişsiniz -bence hiç sormayın!
(Rumpelstilzchen, Grimm Kardeşler'in bir masal kahramanı, bir erkek, ve "Hırdavat dolu evde oturan küçük adam" gibi döküntü bir anlamı var... Demek böyle bir lafı hoş bulabilen bir kadın cinsi de yaşamış bu dünyada.)
Bölüm başlığı: "Öpüşme yüksek okulu."
Konu izafiyet teorisinden bile zor olduğundan, yüksek okul... Soru: "Öpmek öğrenilebilir mi?"
Sonra: "Bir erkek, bir kadının elini öpmek riskine girmeden önce, el nasıl öpülmez, onu öğrenmeli." 
 El öpmek ilan-ı aşk oluyormuş! İşte burada Casanova bir yana, Büyük Katerina da devreye girip bize tecrübelerini alıntılıyorlar ve ekliyorlar:
"Bak bu imtaanda çıkar..."
Daha ileri sömestriler için ders: "Evlilik öpücüğü" (Ehelicher Kuss). Dudak dudağa öpüşmek böyle adlandırılıyor. Yazar, cinsellik araştırmaları yapan bilim adamlarını eleştirerek, "evlilik öpücüğü" ile (evlilik dışı) "tutkulu öpüşme" arasında fark olmadığını, fark gören bilim adamlarının yanlış gördüklerini söylüyor (-ki adeta proleter devrimci bir isyandır!..) Bilim adamları -nasıl becerdilerse- üşenmeyip saymışlar. Ortalama bir erkek hayatı boyunca 30.000 kez, ortalama kadın da 35.000 kez öpüşürmüş. Aradaki 5000 farkın açıklaması da şöyle: Kadınlar erkekleri öpüp karşılık alamıyorlarmış. Demek erkeklerin tüm öpücükleri karşılık buluyormuş. Quantum fiziğinden ince işler! Ayrıca beraber sinemeya gittiyseniz ve elini tutmanıza izin veriyorsa, ondan bir "öpücük çalabilir"mişsiniz. Yani bir tür "Sobe" olayı veya bir tür gerilla taktiği. Şıp diye öpüveriyorsun... Sonra tokat mı yerim diye korkmaya gerek yok, kadınların öpücükleri karşılıksız bıraktığı hangi istatistikte görülmüş?!  
Burada ima yoluyla hep dolaylı olarak anlatılan yatak konularına girmiyoruz -kitabın tamamını buraya almak zaten meümkün değil- ama şu lafı alıntılamadan geçemeyeceğim:
"Kadın erkeği, bir doğal afet gibi gibi algılar." (!..)
Hemen ardından, "Nazik konu" geliyor: Aldatmak. Bu meselede yazar, kadınların erkekleri aldatmasına indirgediği konuda, erkeklere öğütler veriyor: "Karılarınızı asla yalnız seyahate göndermeyin." Yoksa daha trene biner binmez önünde biri eğilip "değerli Bağyan"la başlayan cümleler kurar, karınızın elini öpebilirlermiş. "Karılarınızı alkollü içkilerden uzak tutun." İçince hemen sapıtabilirlermiş. "Karılarınızın lokallere ve kahvelere gitmesine izin vermeyin." Oha. Buna yorum bile gereksiz. "Büyük partiler düzenlemeyin. Çünkü siz başkalarıyla ilgilenirken, komplimanlara çöl gibi susamış karınıza en cürretkar sözler söylenebilir." Hiç komik değil.
Kitabın bu bölümünde hem şaşırıyor hem de kızıyorsunuz, çünkü kadınları "zayıf yaratıklar" diye aşağılıyor ve mesela erkeklerin karılarını aldatması olayından hiç bahsetmiyor. Varsa da yoksa kadınlar. Bu "zayıf yaratıklar"ın elini öpmeyegör, hemen eriyorlar!..
"Ah insanlar zayıftır (özellikle de kadınlar). Başka biriyle birliktelik kurarken, bunu gözönünde bulundurmalıyız."
Bu bölümü okurken, İslamcıları ve muhafazakarları düşündüm. Onlar bile erkeklerin kadınları aldatması konusunda bu kadar riyakar değil artık. Bu konularda daha adiller -ama kadınlara bakışlarının, kitabın bu bölümünden pek de farklı olmadığını söyleyebiliriz.
Erkeklere sadece bir uyarı var: "Bir kere yaparsanız gene yaparsınız." Aman ha!.. Bu kadar. Ne bir zayıflık vurgusu ne başka bir şey... Bir de kadının aldatmasıyla erkeğin aldatmasını kıyaslıyor ve şöyle bir sonuca varıyor: "Erkek hiç olmazsa kendisine sadık kalır, ama kadın kendini kaybeder."
Bu cümle, son oldu. Kitap mizah karakterini yitirip Sinir karakterine bürünmeye başladı. Bu yüzden de, kitabın geri kalanını uçarak okudum. Abukluklar diz boyu. Bir yerde yazar, kadın-erkek eşitliğinin abartılmaması gerektiğini söylüyor mesela! 
Ama kitaptaki güzel bir fıkra, neşemi yerine getirdi. 
Aynen aktarıyorum.
Hz. İsa'nın Havarisi Petrus, Cennetin kapısına gelenleri sırayla sorguya çekiyor. Biri, "Ben bir hükümdarım" diyor, "Çok sayıda ülke fethettim". Başaka biri, "Ben bir sanatçıyım" diyor, "Şehirler kurdum, büyük bahçeler çeşmeler yaptım, anıtlar diktim." Başka biri: "Ban şairim, yüzlerce kitap yazdım, sayısız ödüller aldım." Bir diğeri, bilim adamı olduğunu söyleyip, "yeni formüller geliştirdim, yeni bir dünya tasavvuru attım ortaya" diyor. Tüccar olduğunu söyleyen, bütün dünyayla nasıl ticaret yaptığını anlatıyor.
Pertus, zayıf bir genç görüyor aralarında, soruyor, "Sen ne yaptın?" O sadece "Sevdim" diyor.
Petrus ona kapıyı açıyor ve Cennete sadece onu alıyor. Diğerlerine de şöyle diyor: "Bir kadın gelip size kefil olana kadar bekleyeceksiniz. Yeryüzünde yaşarken sevmiş olanlar. Sadece onlar Cennete girebilir. Yoksa sadece sevgiden oluşan Cennette ne işiniz var?!.."

Kaddafi'ye karşı savaşı, Kaddafi'nin hesaplarından finanse edip kazanmak veya savaşı kaybetmek ihtimali üzerine



Perşembe günü Roma'da yapılan bir toplantıda, yirmiden fazla ülkenin dışişleri bakanı, Kaddafi'nin yurt dışı hesaplarındaki milyarlarca Dolarının, Kaddafi muhaliflerinin kullanımına açılmasına karar verdi (dpa). Kaddafi'nin sadece Almanya'da 6.1 milyar Doları var. ABD geçen hafta, Libyalı muhaliflere 25 milyar Dolarlık lojistik destek sağlayabileceğini açıklamıştı. Bunun için ilk prensip kararı, Katar'da 13 Nisan'da yapılan bir toplantıda alınmıştı. İtalyan Dışişleri Bakanı Franco Frattini, 5 Mayıs günü yapılan toplantıda, Libya'ya asker göndermemek gerektiğinin altını çizerek, bu konuda devletler arasındaki anlaşmazlığın sona erdirilmesi gerektiğini söyledi. Bilindiği gibi Kaddafi, Avrupa ülkeleri arasındaki fikir ayrılıklarını kullanarak hem zaman kazanıyor, hem de onların etkinliğini zayıflatmaya çalışıyor.
Dünya basınında asıl eğilim, Roma'da alınan kararı desteklemek yönünde. Avusturya'nın Sol eğilimli gazetesi Der Standart, perşembe günkü toplantının bazı zayıf yanlarına işaret ediyor: "Avrupalıların Kaddafi'ye karşı yürüttükleri 'Odyssey Down' askeri operasyonun uzun süreceği anlaşılıyor. Fransızların başlattığı askeri harekatın ortaya koyduğu durum, Amerikalılar işe kuvvetle müdahale etmeden kesin başarı elde etmek zor görünüyor..." (6.5.2011) 
Bunlar, şimdi bir kenara not edilmesi gereken önemli saptamalar. Der Standart ilk kez cidden, Batı'nın bu savaştan yenik çıkma ihtimalinden de bahsediyor, hem de ABD ile birlikte! Şu anda herşey, Kaddafi'ye direnenlere bağlı. Kaddafi'nin fütursuz/kanlı lejyonerlerinin baskısına Misrata'da ne kadar direnebilecekler? Bu direniş, desteklenmeli.
Artık, ortada bir savaş var var... 
Geçen yıl Kasım ayı gibi başlayacağını düşündüğümüz savaş, bir şekilde çıkmış gibi görünüyor. Ben bu konvensiyonel savaşın, daha sonra başka müdahaleler ve başka yerlerde çıkan başka gelişmelerle (mesela Bin Ladin'in öldürülmesi gibi) giderek karmaşık bir hal alması endişesini taşıyorum ve Avusturyalı dostların endişelerine katılıyorum. Sahiden de Avrupalılar, tıpkı 1990'lardaki Balkan Savaşı'nda olduğu gibi, kendi başlarına bu savaşı da bitirebilecek durumda değiller ve mutlaka ABD'nin müdahalesine muhtaçlar. Peki ya ABD müdahalesi de savaşı bitirmeye yetmezse? İşte bunun devamını düşünmek bile istemiyoruz. Bir kere, Libya'da korkunç bir katliam olur. Kaddafi, yeni bir tip yerel savaş beyi olarak sivrilir. Batı'nın topu birleşip bir Libya'yla başedemiyor olur -ki bu bilgiden kendince sonuçlar çıkaranlar Batı'ya girişirler...
Şimdi burada bazıları bana, "Batı'nın Avukatı mısın?" diye sorabilir. 
Değilim. Ama burada konu Batı değil. 
Burada konu, sistem... 
Sistem çöksün mü yoksa değişip dönüşsün mü? Mesele budur. 
Batı, şu anda sistemin merkezini, hatta işleyen demokratik merkezini temsil ediyor. Ben sistemin çökmesinden değil, bilinçli bir şekilde reformlarla/devrimlerle değiştirilmesinden yanayım. İnsanoğlunun sınavı da burada zaten. Eğer sistem çökerse, altında kalıp sınavı kaybetmiş olacak. Ama silkinip uyanırsa ve kendini/sistemi değiştirmek için irade gösterirse -sadece biraz... 
O zaman birçok şey kendiliğinden yerli yerine oturabilir, değişim umulandan daha kolay ve az sancıyla gerçekleşebilir.
Batı, Libya savaşının uzamış/genişlemiş bir versiyonunu kaybederse, (ki böyle bir durumda kehanetler kaybedebilceğini söylüyor) sonuç, kazananı olmayan bir savaştır -bilmem anlatabiliyor muyum!
Böyle bir savaş çok kolay olduğu için, bence en aptal "çözüm"dür!
(İş o noktaya gelirse, zaten laf tedavülden kalkar, ateş ve kılıç konuşur!)
O yüzden bu savaş bitmeli, Kaddafi defolup gitmelidir, tıpkı neoliberalizmin kaba-saba pratiklerinin de terkedilip, sosyal devletin yeniden kurulması gibi ve mesela çalışma sisteminin değiştirilip kalıcı işsizlik sorununa çok aşamalı çözümler bulunması gibi (önce meşguliyet, sonra absürd işin kademeli olarak ortadan kaldırılması gibi, 'İnsan Hakları'na "aç kalMAma hakkı"nın da eklenmesi gibi vs.). Ve bunlar sadece bir başlangıçtır -acilen ciddiye alınması gereken sorunlardır. Arap Baharı ve Libya savaşının iyi bir sonuca vesile olması için, kuru "demokrasi" laflarından çok daha fazlasına ihtiyaç var.