Gerçek bir özgürlük ve eşitlik hayaline doğru, iyiliğin ekonomisi

Burada yıllardır sadece adını anıyorum ama, "Kapitalizmi aşmak" konusunu cidden düşünen birilerini bu ülkede henüz görmedim malesef. Hatta birkaç yıl öncesine kadar kapitalizmi tartışan Türk entelektüel de yok gibi birşeydi. 2008 Krizinden beri Avrupa'nın kapitalistleri bile kapitalizmi konuşuyor, Türkiye'de eski ortodoks Sol klişeler ötesine geçen kapitalizm eleştirisi henüz yok hükmünde, ama tarih ilerliyor ve şimdi, kapitalizmin ötesine uzanan çözümleri konuşmalıyız. Zira kapitalizm, bugünkü haliyle sürdürülebilir bir sistem olmaktan giderek uzaklaşıyor ve bu gerçeği, tarihi boyunca bir tek krizi bile önceden tahmin esememiş (çakma) "Ekonomi bilimi" de görmüş durumda.
    Kapitalist toplumun temel özelliği, bir "iş" toplumu olmasıdır ve herşeyi yeni (faizli) kapitalist para birimine tahvil etmeye kalkması, dünyayı para birimleri üzerinden düşünmesidir. Kapitalist toplumda insanlar arası ilişkileri de esasen iş ilişkileri belirler. Çalışanlar, iş arkadaşlarının yüzünü, kendi eşlerinden ve çocuklarından daha çok görürler, hayatlarının büyük kısmını, işlerine bağlantılı olarak evlerinin dışında geçirirler.
    "İş" odaklı günlük hayatta özgürlük nedir? Rousseau'ya göre bunun çok net bir tanımı var: "Özgürlük, insanın yapması gereken şeyleri yapmak zorunda kalmamasıdır (yapmak zorunda bırakılmamasıdır)", yani insan bir iş yapacaksa bu işin amacını ve türünü bizzat kendisi seçmelidir. Tabii bir de başka bir söz var! İlk Hristiyanlardan Aziz Paulus'un, "Çalışmayan, yemek de yiyemez/yemesin" sözü, muhafazakar kapitalistlerin en çok kullandığı sözlerdendir. İnsanları it gibi çalıştırmaya meraklı olanlara bu laf öyle yaramıştır ki, Josef Stalin bile bu lafı tepe tepe kullanmıştır. Hatta Marie Antoinette'e etfedilen, "Ekmek bulamazsa pasta yesinler" sözü bile Aziz Paulus'un bu sözüne dayanarak icad edilmiştir (-ki gerçekten söylendiği kanıtlanmamıştır). Biz bu sözü "Çalışmayana ekmek yok" şeklinde biliyoruz. Peki neden yok?! İşte buna vicdani/mantıklı bir cevap yok malesef (ve kapitalizmin "mantığı" da bu aşamada bizi ilgilendirmiyor).
    Bu yazının konusu şudur: Her insan, nasıl "Anayasal hakkı olarak", yasa önünde eşitse, eşit şekilde eğitim hakkına sahipse, eşit şekilde bir temel maddi gelir hakkına da sahip olmalıdır. Yani her vatandaşa, anayasal hakkı olarak, belli bir temel gelir garanti edilmelidir. Bunun günümüz şartlarındaki en basit ifadesi: "Her yurttaş maaşa bağlanmalıdır."
Solcu veya "Müslüman", dost sohbetlerinde, "insanlar çalışmamalı" dediğimde, herkesin hayretle yüzüme baktığını hatırlıyorum. Çalışmak hem bir yaşama biçimi hem de bir statü sembolü sayıldığından, konuyu anlatmak ve anlamak pek kolay değil, bunun farkındayım. Ama Evet, daha kesin bir şekilde tekrar ifade edelim: Kapitalist çalışma biçimi, yani kapitalizmin özü olan "Ücretli iş",  çok şık bir şekilde aşılabilir, çünkü herkesin çalıştığı bir toplumu -kapitalizmin sınırları dahilinde- işletmek artık mümkün değildir. Dünyada giderek yaygınlaşan "kalıcı işsizlik", bunun somut kanıtıdır. İnsanlara hayatlarını, haysiyetli bir şekilde sürdürebilecekleri bir ortam sunmak, devletlerin/politikacıların temel görevi olmak zorundadır, çünkü devletler/poşitikacılar halkın memurlarıdır ve maaşlarını (hatta rüşvetlerini!) halkın vergilerinden alırlar.
    Peki ücretli iş bağımlılığı/zorunluluğu ve Paulus'un sözü neden yanlıştır? (ayrıca Paulus bu sözü, "kendi tarlasını işlemeyen aç kalır" manasında söylemektedir, yani çarpıtıldığı gibi değildir)
    "Çalışmayana ekmek yok" sözünün bugünkü karşılığı, açlık, şiddet ve kriminalleşmektir. Bu dünyada herkesin (kapitalist üretici anlamda) çalışacağı kadar iş yoktur ve herkesin çalışmasına gerek de yoktur zaten. Kusur, çalışmayana yaşam hakkı tanımayan kapitalist sistemdedir. Ve değiştirmeye müsaitse, değiştirilmelidir. Unutulmaması gereken şu: Bir konu/fikir, kamuoyuna ne kadar benimsetilirse, mutlaka politikacıların da gündemine gelecektir. (Türkiye'de bunun iki büyük örneği var, birincisi, İslamcıların "Türk değil Müslüman" fikri, diğeri de "Türk değil, Kürt kimliği" fikridir.)
    Kapitalizme özgü iş-üretim-kar döngüsünün olmadığı/işlemediği yerlerde, insanlar ya açlıktan/hastalıktan ölüyorlar, ya Somali'de olduğu gibi korsanlık yapıyorlar ya da IŞİD'e asker yazılıyorlar. Hayatın sadece iş'e bağlı üretim/tüketim ile döndüğü dünyada insanların hayatını "Haysiyetli bir şekilde" sürdürebilecekleri temel bir gelire ihtiyaçları var. Kapitalizm öncesi çağda para kullanmadan yaşanabiliyordu, mutlaka para kullanmak gerekmiyordu. Konu hakkında "Çalışmaya karşı manifesto"nun ("Manifest gegen die Arbeit") yazarlarından sevgili dostum Norbert Trenkle ne der bilmem ama, ben burada kısaca, konu hakkında bazı pratik önerilerden ve argümanlardan bahsedeceğim.
    Kapitalizmin kapitalistlerden ibaret olmadığını, "emek" diye kutsanan "kapitalist iş"in ve "Emekçi"nin kutsal olmadığını, tam tersine kapitalizmi hergün ürettiğini defalarca yazdım. Günümüzün devrimci sınıfının işçiler değil, iyi eğitimli "Beyazyakalılar" olduğunu ("Bildungsbürgertum", yani eğitimi ve entelektüel/yaratıcı kapasitesi sayesinde toplum eliti olmuş kişiler olduğunu) Gezi'de de gördük. Üzerinde özellikle durduğum bir diğer konu da, kapitalist sistemin ancak bütün toplum kesimlerinin (ve ortak aklının) dayanışmasıyla aşabileceğiydi, çünkü artık herkes sistemin içinde ve sistemden nemalanıyor. Buna bağlı olarak, "Herkese maaş başlanmalı" temel fikrinin pratik yanını düşünüp kuramlaştıran kişi de bir kapitalist: "dm" alışveriş mağzaları zincirinin kurucusu Götz Werner.
    "Herkese anayasal temel gelir" önerisine verilen en genel ilk tepki, "Herkese maaş bağlansa, kimse çalışmaz ki" şeklindedir. Öyle ya, hayatın bu şekilde sürebilmesi için kim çalışacak, pis işleri kim yapacak, çöpü kim toplayacak? Sorunun yanıtı çok basit: Temel gelirden daha fazlasına sahip olmak isteyenler çalışmak isteyeceklerdir. Kapitalist sistemi değiştirmek bir süreç meselesidir, birden olmayacaktır; ama en önemlisi, İnsanoğlunun, ruhen ve düşünsel olarak kendini aşmak ve geliştirmek dürtüsüne sahip tek canlı olduğudur. Çalışmak zorunda olmasa da, insanoğlu kendi doğasına göre davranacaktır. Tabii bunun için ille de kapitalist kar dürtüsüyle hareket etmesi gerekmiyor. İnsanları para ve iş baskısından kurtarmak, şimdi tahmin etmekte zorlandığımız muazzam bir yaratıcı dinamiği de harekete geçirecektir. Her insan elbette daha iyisini ister ve bunun için kendi isteğiyle kendi istediği gibi çalışacaktır, ama ne yapacağını kendisi belirlemek koşuluyla. Belli bir temel gelire sahip insanı, belli işleri yapmaya mecbur/mahkum etmek artık mümkün olmayacaktır. "Herkese anayasal temel gelir" fikrine karşı çıkanlar, aslında klasik sömürü (modern kölelik) ilişkilerini devam ettirmek isteyenler ve özgür insandan korkan vasatlardır. Paranın hükümdarlığının sona ermesi, para kuvvetiyle insanlara hükmeden vasatların da sonu olacaktır. Özgürlük kapısı bir kere açıldı mı, onu kapatmanın mümkün olmadığı da aşikardır. Bu öneri ve onun halkta karşılık bulmaya başlaması, politikacıları harekete geçirmek hedefi güden girişimlere sadece bir örnek. Bugün kapitalistler bile Solcular gibi Marx alıntılarıyla kapitalizmi tartışıyorsa, yarın da herkes, insanları para için çalıştırmanın ahlaksızlık demek olduğunu tartışacaktır.
    Peki, şu kadar milyon insana verilecek para nereden bulunacak? Öyle ya, nereden bakılsa bu para, her ay bilmemkaç milyar Dolar eder?! Bu paralar önce, 2008 krizinde ille de kurtarılan bankalara bulunan bilmemkaçyüz milyar Dolar para nereden bulunmuşsa oradan bulunacaktır, yani bilgisayar ekranından! Ve unutmayalım ki, kuru para dağıtılması da söz konusu olmayacaktır. Dağıtılacak "Yeni Para", mal ve hizmetlere erişim hakkı anlamına gelecektir, biryerlere yığılıp faizi falan alınamayacaktır. (Götz Werner "Yeni Para" önerisine ne der bilmiyorum). Tabii bu durumda asıl mesele para değil, imsanlara asgari ölçüde mal ve hizmet sunulup sunulmamasıdır. Türkiye, halkın tamamına belli standartlarda mal ve Hizmet sunabilecek durumda mı? Bu soruya, Türkiye'nin ekonomik verilerine bakarak "Evet" diyebiliyoruz, yeter ki yolsuzluk olmasın ve vergiler en iyi/karlı/etkin biçimde kullanılabilsin, vergilerin nasıl kullanıldığı -tarafsız kurumlar tarafından- etkin bir şekilde denetlensin ve vergileri kötü kullanan politikacılar/memurlar kararlılıkla cezalandırılsın. Türkiye, elli yıl öncesiyle kıyaslanamayacak kadar zengin bir ülke, ama bu zenginlik, bir "Müslüman" Plutokrasi tarafından sadece yandaşlara, yandaş olanlara akıtılıyor. Böylece "Müslüman" Plutokrasi, halkın bir kısmını satın almış bulunuyor.
    Neoliberal toplumlarda etnik/dini kimlikçi kesimlerin güç ve profil kazanması, sosyal devletin özelleştirmelerle tasfiye edilmesi sonucu oldu ve halk; Cemaat, "Yandaş ekonomisi" veya "PKK ekonomisi"ne mahkum kitlelere bölündü. Bu bölünmeyi ortadan kaldırmak lafla/söylemle mümkün değildir. Onun yerine tüm halkı, yeniden özgür iradeli vatandaşlar haline getirmektir, bu da, onların ekonomik haklarının/geleceklerinin garanti altına alınmasıyla olur. İnsanları, "Cemaat imkanları"na mahkum olmaktan "AKP'li olmazsan nemalanamazsın" kıskacından kurtarmak gerekiyor. Bu perspektife sahip bir Sol, geleceği de belirleyecektir.
    Eskiden, Özgürlük yeni yeni tanımlanırken, "insanlar, üzerinde yaşayabilecekleri bir yere sahip olmalılar" denirdi. Bunun anlamı, insanların kendi yaşamlarını sürdürebilecekleri toprağa sahip olmalarıydı. Şimdi kapitalist sistemin tüm dünyada tek sistwm olduğu bir yerden konuşuyoruz ve ileriye doğru yolalırken ilk ilke, herkese temel gelir sağlayan bir sistem örgütlemek ve bunun için halkın tüm kesimleriyle birlikte hareket etmektir.
    İnsanlara temel gelir sağlanması, özgür geleceğe doğru sağlam bir adım atılmasını sağlayabilir.

Yeni Dünya edebiyatında Türklerin yeri hakkında

Geçenlerde Twitter'da çok kısa konu edildi, benim de katıldığım bir konu: Türk edebiyatı, Dünya'da göz dolduracak iyi işler çıkaramıyor. Konuyu önce yayınevlerine fatura etmek bence de hiç yanlış olmayacak bir tutum, çünkü yayınevlerine gelen sayısız kitap arasından seçim yapanlar ve piyasada belli kitapların olmasında önemli ölçüde söz sahibi olanlar yayınevleri, ama bu kadar mı? Elbette Hayır! Edebiyatın piyasaya çıkmasında ve trend oluşturmasında yayınevlerinin rolü, çok da büyük değil bence. İyi edebiyat, bir şekilde görünür hale gelir. Türkiye'de asıl sorun, hâlâ dünyaya kapalı bir yer olmasından ve taşralılıktan bir türlü kurtulamamasından kaynaklanıyor. Tabii Gezi-Hareketinin sadece Türk tarihini değil, Türk edebiyatını da etkileyeceğinden emin olabiliriz, ama "Gezi Parkında çadır hayatı ne güzeldi" nostaljisini tekrar tekrar yazıp İslamcıları yerin dibine batırarak değil sadece. Gezi, "kefini yırtmak", yani her türlü özdenetimi/otosansürü bir kenera atarak tamamen özgür yeni bir edebiyat kurmak için bir ilham kaynağı ve öyle kalacak. Bu açıdan bakıldığında Türk edebiyatında yeni kıpırtılar oldukça cılız ve dünya trendiyle uyumlu değil.
Dünyada 1990'lı yıllarda sinyaller verip artık iyice belirginleşen yeni bir edebiyat var ve bu edebiyat, daha önceki akımlar gibi bir Anglosakson veya Avrupa akımı değil, tamamen onların dışından gelen yeni bir şey -ve bu nedenle Türk yazarların da ilgi alanına giriyor, tabii her Türk yazarının değil.
Dünyadaki hakim akımı temsil eden yeni edebiyat, 1960'lı yıllardan sonra bağımsızlığına kavuşan Avrupa kolonilerinde ve globalleşmenin çok kültürlülüğünden doğan "Hibrid bir edebiyat" (Deyim, Siegrid Löffler'e ait). Bu edebiyatın yazarları, çift kültürlü kişiler ve bu hallerini marjinal olmak anlamında kullanmıyorlar, bu çiftkültürlülükten yeni bir yaratıcı güç devşiriyorlar. Yukarıda resmini gördüğünüz Nijeryalı/Amerikalı Teju Cole böyle bir yazar. Kanadalı/Hollandalı/Tamil Michael Ondaatje de çok kültürlü ve bu kültürler arasında gezinen bir yazar. Örnekler çok, ama Türkiye'de pek tanınmayan iyi yazarlardan (Nobel ödülü alma ihtimali bulunan) Kenya'lı Ngugi wa Thiong'o'yu, Nijeryalı Chimamanda NgoziAdichie'yi hemen sayalım. Yeni akım içinde sayabileceğimiz Türk yazar yok, çünkü Türk yazarlar Dünya'nın yeni sorunlarıyla ilgilenmiyorlar veya bunları sadece kuru siyasi boyutta konuşuyorlar, Türkiye'ye yansımalarını da eserlerine yansıtmıyorlar. Nedir bu konular? Yeni Dünya Edebiyatının temel konularını göçler (kırdan şehire, ülkeden ülkeye), gidilen yerlerdeki entegrasyon sorunları ve buradan doğan kimlik krizleri oluşturuyor. Eski Britanya/vd. kolonilerindeki kültür krizleri ve globalleşmeyle ilgili yerel sorunlar, bu renkli, canlı bir dil kullanan orijinal edebiyatın konuları arasında yer alıyor.
Türkiye'de son on yılda, inanılmaz yaratıcı bir dil kullanan, renkli bir edebiyat ortaya çıktı, ama bu edebiyatın yeni yazarları, global sorunları yakalayamıyor, çokkültürlü eserler üretmiyor ve sınırlı sayıda konular arasında gezinmeyi yeğliyorlar (aşk, genç şehirliler vd.) ve kurguları oldukça zayıf kitaplar yazmayı sürdürüyorlar, bu da Dünya'da tanınmalarını ve birinci sınıf büyük yazarlar arasına katılmalarını engelliyor, -çünkü başka dillere çevrildiklerinde, o muhteşem Türkçeleri, kurgusal zayıflıklarını (Türkiye'deki gibi) örtemiyor.
Edebiyat, Türkiye'nin kültürel bazda yeniden kurulabilmesi için bilinen en önemli alan. Bu gerçek, başka ülkeler için de geçerli. Yeni kimlikler oluşturmak, ve Türkiye'nin İslamcılar tarafından iğfalini aşmak, ancak edebiyatı ciddiye almakla ve tamamen özgür düşünce bazında yeni işler çıkarmakla mükmün, yani sadece aşk romanıyla olmaz! Türk yazarları da, Yeni Dünya Edebiyatındaki yerini almalı.

Neoliberal sivil darbe ve alternatifi

"Duden sözlüğüne göre 'Darbe', siyasi bir 'alaşağı ediş'tir." "Artık darbeler, sessizce ve usulca, parlamentoların önünde tank sesi duyulmadan, muhalifleri karanlık zindanlara atan ve işkence yapan askerler olmaksızın yapılıyor." (1)
Yeni kitabına "Sessiz Darbe" (Der stille Putsch) adını veren araştırmacı gazeteci Jürgen Roth, Türkiye'de bizim daha çok "Sivil Darbe" diye adlandırdığımız (ve bu adı Nuray Mert'e borçlu olduğumuz) fenomeni, kitabının girişinde bu sözlerle ifade ediyor. Aslında burada dikkat çekilen olay, günümüzde darbelerin silahla değil parayla ve devlet kurumları içeriden fethedilerek yapıldığıdır, sadece Türkiye'de olan/yaşanan birşey değildir ve tabii her darbe gibi sivil darbelerin de somut bir amacı vardır.
Türkiye'de fiilen bir tekparti rejimi kuran ve muhalefeti de bunu meşrulaştırmak için kullanan AKP iktidarını nasıl değerlendirmek gerektiği konusunu okura bırakmakla birlikte, klasik "Askeri Darbe öcüsü" klişesinin artık hükmünü yitirdiğini söyleyebiliriz. "Darbe" konusunu yeniden tarif edenlere yardımcı olmaya çalışmak, bu yazının amacıdır.
Darbe, varolan legitim/meşru bir iktidarın, legitim/meşru olmayan bir şekilde (yani mevcut yasalara aykırı olarak) -bir sistemiçi/devlet kurumu tarafından- alaşağı edilmesi demektir. Devrimle Darbeyi birbirinden ayıran, darbenin, devletle iktidar ilişkisi içinde olan kurumlarla yapılmasıdır, devrim gibi gönüllü halk katılımıyla/eylemleriyle değil.
Şimdi internete bakıyorum da, Nuray Mert'in "Sivil Darbe" sözüyle güya dalga geçmek üzere 2010'da öyle fasaryalar yazılmış ki, "Kemalistlerin, dünyada ciddiye alınmayan bir terimi" karalamalarından tutun da, "Balyoz Davası"nı Askeri Darbe girişimine örnek gösterenlere kadar, bugün hükmü kalmamış tonla laf edilmiş. Bugün asıl darbelerin "Sivil Darbeler" olduğunu, sadece Jürgen Roth gibi dünyaca ünlü gazeteciler söylemiyor, André Gorz gibi büyük düşünürler de gidişata işaret ediyordu (2) ve elbette Türkiye'deki gibi sadece siyasetin rengine/söylemine bakarak söylemiyorlar bunu, ekonomiye bakarak söylüyorlar. Nuray Mert'in susturulmasının ardından, "Sivil Darbe" konusunun savunulamamasının nedeni de -Türkiye'de her daim olduğu gibi- muktedirlere yöneltilen eleştirilerin şekilsel/siyasal olması ve ekonominin özünü asla içermemesidir. Türkiye'de "Laik-İslamcı çatışması" derken giyim-kuşam eleştirisi/savunusu üzerinden politika yaptığını sananların, askeri darbe korkusunu "tartışmaları" ve "Sivil Darbe" diyenleri "Kemalist" diyerek güya karalamaya kalkmalarının bir de etkili olabilmesini, konunun ekonomik boyutuna asla inmememize "borçluyuz".
"Sivil Darbe"ler şimdi "Askeri Darbe"lerin yerini almış bulunuyor, zira bir darbenin yaptığı herşeyi yapıyor, ama bunun için tank ve asker kullanmıyorlar.
Neoliberalizmin, kapitalizmin belli bir aşaması olduğunu, iktidarından darbesine kadar asıl meselenin bu "aşama" olduğunu, olayın "başörtüsü" gibi sembollerinin ancak tali önemde kimlik ifadesinden öte olmadığını, AKP ve türevlerine karşı alternatiflerin, ancak neoliberal pratiklere alternatiften çıkacağını, yoksa kalıcı/bilinçli bir zaferin zor geleceğini anlamak önemlidir.
Neoliberalizm, kapitalizmin talan edeceği alanların bitmesi sonucu devlet mallarının talana açılması diye özetlenebilecek bir ahir zaman kapitalizmidir. AKP'nin asıl özelliği (kendinden olanları diğerlerinden ayırmak için kullandığı) islami semboller değildir. Asıl özelliği, devletin kamulaştırma işlerini bile özel firmalara devretmesi (özelleştirmesi) ve finans endüstrisiyle, kendine yakın "iş dünyası"yla bütünleşmiş bir yapı, bir tür Plutokrasi görüntüsü arzetmesidir. AKP'yi, küçük bir neoliberal siyasi "elit" etrafında örgütlü "yandaş firmalar" (ve onların uluslarötesi bağlantıları) olmaksızın düşünmek mümkün değildir. İşin "Sivil Darbe" kısmı ise, AKP'nin -her şartta kendi taraftarlarına yonttuğu- "yararcı" neoliberal sistemi, hukuk ötesi bir yerden sürüdürmesi olarak görebiliriz. Ama durum sadece Türkiye'ye özgü değil ve AKP yanlısı Liberallerin biriki yıl öncesine kadar ker gün yazdıkları gibi "Kemalist kuruntu" dan ibaret de değil.
Sistemde para kazanılacak alanların daralması sonucu "Özelleştirmeler" diye birşey icad edildiğinden beri devletin çeşitli alanları özel sermayeye açılıyor. Artık eğitiminden sağlığına kadar her alan özelleştirilmiş durumda. İşte Jürgen Roth, tam da burada, uluslarötesi sermayenin tüketip bitirmeye başladığı "özelleştirme alanları"nı garanti altına almak için yeni bir trendle "Sivil Darbeci" bir anlayış geliştirdiklerini, bunlar için gizli denebilecek örgütler kurduklarını, bu örgütlerin işleyiş biçimi ve yöntemlerini, siyaseti nasıl kontrol ettiklerini, iktidarların giderek ekonominin emrine nasıl girdiğini, şimdiye kadar okuduğum en somut şekliyle ve Avrupa örneğinde anlatıyor. Jürgen Roth, tek tek isimler vererek, devletlerin/iktidarların ekonomi tarafından nasıl bire bir devralındıklarını, kişisel ilişkilerin nasıl yürüdüğünü falan da gösteriyor.
Yazar; IMF, AB ve Avrupa Merkez Bankası gibi kurumların, Politikacılarla içiçe geçmiş bir elit tarafından araçsallaştırıldığı görüşünde. Türkiye'de ise, iktidarın etrafında oluşan küçük bir patronlar kastı ile politikacıların yer yer "bir ve aynı" olduklarına dair söylentiler/iddialar yükseliyor ve bunların yalanlanmadığı da bir gerçek. Siyasi terminolojide "Plutokrasi" (veya "iktidar oligarşisi") diye adlandırabileceğimiz bu kesim de, Jürgen Roth'un anlattığı sivil darbeciler gibi tüm yasaları ve devlet kurumlarını, kendi çıkarları için araçsallaştırıyor. Türkiye'de bütün bunlar çok daha kabaca ve açıkça yapıldığından, daha bariz bir görüntü arzediyor.
Uluslarötesi firmaların, özelleştirmelerle satın aldıkları devlet firmalarını da tüketip kendilerine yeni yayılma/yatırım alanları aramaları, sistemin "doğası" gereği. Ama bunun için artık yasaları bile takmamaları ve politikacıları da doğrudan kendilerinin belirlemek istemesi, aslında kapitalist sistemin düştüğü acınası durumun göstergesi.
AKP'nin ne pahasına olursa olsun iktidarda kalmak dürtüsü, zaten "Sivil Darbe"nin nedenini de içinde taşıyor. Çünkü AKP sıradan bir parti değil, bir kartelin cisimleşmiş hali. Neoliberalizmin ilginç özelliklerinden birini -yani devlet erkini- kullanıp, tüm devlet ihalelerini ve halkın vergilerini kullanabiliyor ve bunu sadece iktidarda olmasına borçlu olduğunu biliyor. AKP'nin iktidardan düşmesi demek, Apple firmasına, "sen artık sadece Üçüncü Dünya ülkelerinde ceptelefonu satabilirsin" demek gibi birşey.
Burada gözden kaçırılan noktalardan biri de, "firma yönetimi mantığı." Pek ciddiye alınmasa bile, Özal döneminde "güzel ve de popüler bi'şey" sayılan, "Devleti/Hükümeti firma gibi yönetmek" mantığı, firma ruhuna da dikkat çekmeyi gerektiriyor. Firmalar, "yasaları hukuki boşlukları kullanarak delmek" konusunda devletlerden çok daha istekli/yetenekli/tecrübeliler. Neoliberalizmin son aşamasında Plutokrasinin kendisi ve etrafındakileri rant ile doyurması giderek zorlaşıyor, paylaşılacak pasta giderek küçülüyor ve pastaya artık hukuksuz bir şekilde el koyulması gerekiyor -Sivil Darbe'nin nedeni de bu.
Jürgen Roth, Avrupa'da bu işlerin nasıl büyük bir incelikle yapıldığını gösterirken, devletlerin (mesela Yunanistan'ın) borçlarla korkutulup tehdit edilerek nasıl belli kararları almaya zorlandıklarını isim isim, ilişki ilişki, büyük bir detay zenginliğiyle anlatıyor. Occupy Wall Street hareketinin ortaya çıkış nedenlerinden biri, ülkelerin borçlanmaları ve "Borç" fenomeniyle ilgilidir. Bu hareketin liderlerinden David Graeber'in 5000 yıllık insanlık tarihinde "Borç" denen olayın nasıl çıktığı ve kutsal kitaplara kadar nasıl girdiğini başarıyla anlattığını da hatırlatalım. Jürgen Roth, yeni kurumsal Sivil Darbelerde, "Borçlanma" konusunun nasıl maharetle kullanıldığını da anlatılıyor. Ekonomiden sorumlu Devlet Bakanı Ali Babacan'ın geçen hafta (2014 Temmuz'unun son haftasında), "Türkiye'nin 220 Milyar Dolara ihtiyacı var" sözü, Türkiye'nin böyle bir Sivil Darbe tehdidinin de eşiğinde durduğunu söylemiş oluyor. Malum, Erdoğan'ın "kontrol edilemez" boyutlara ulaşan islamcı idealizmi ve dünya sistemiyle uyumsuzluğu, istikrarı bozan siyasi kararları, dili, mevcut Plutokrasinin yerine -daha "hukukî ve seküler"- bir yenisini getirebilir.
Jürgen Roth'un, kitabında en önemli yan, "Sosyal Devlet"in dünyadaki (mesela Orta Avrupa'da) son kalıntılarının da tasfiye edilme tehlikesine dikkat çekmesi ve buna karşı Anayasa Mahkemelerinin bile aciz kalacaklarını söylemesi -çünkü onlar da siyasiler tarafından belirleniyorlar.
Olayın magazin olamayacak kadar ciddi boyutu ise, devletleri ele geçiren kartellerin kendi aralarında kurdukları "Yuvarlak Masalar". Jürgen Roth, "Komplocu musunuz?" soruları riskine girerek, Hükümetler üzerinde baskı kuran böyle yarıgizli kurumların hangi firma temsilcilerinden oluştuğu, onların lobi çalışmaları ve politikalarını (mesela "Herkese borç ver politikası"nı) anlatması. Kitap çok karamsar, ama ben bu karamsar yanına katılmıyorum. Çünkü aşırı karamsarlıklar, büyük değişim/dönüşümlerin de habercisidir ve bütün bunlar nihayetinde insanların kendi kendilerine kurdukları bir şeydir -ve unutmayalım: Para herşey demek değildir. Sistemin gücü, "Parasız yaşanmaz" dinine inananlar üzerinde etkili ve artık çok daha fazla insan, bu gerçeğin farkında. Giderek sadece Sivil Darbe kanunsuzluğu altında işleyebilen mevcut Plutokrat İktidarlara sahici alternatifler, artık sistemin dışına doğru uzanan bir perspektiften gelmek zorunda. Sosyal Devlet'i yeniden kurmak ve vergileri kullanırken kılı kırk yarmak, köpekbalıklarının vergileri yemesini engellemek, halkı kazanacak önemli bir potansiyele sahip. Ülkeyi yandaşlarına talana açan bir zihniyet, giderek daha küçük bir kesimi tatmin edip, doğal kaynakları hızla tükettiğinden, yandaşlarına sunduğu "zengin olma hayali"ni de tüketecektir. Devlet partisine yanaşmadan hiç bir şekilde nemalanamamak bilinci, aynı zamanda vasatlaşmanın da moturudur ve orta vadede ülkenin değerini düşürecektir -Türkiye'de düşürmüştür bile. Aslında sahici bir bilinç devrimi zorunlu hale gelmiş bulunuyor. Halka zengin olmak ve mülkiyet hayalinden ziyade, rahat hayat garantisi ve zenginliklerin ortak kullanılması bilincini vermek, kapitalizm ötesine doğru yolculukta en sağlam siyasi argümanlar olacaktır. Ekonomik kriz geliyor. Bu şartlarda "sosyal devlet" seçeneğini savunmak ve kararlılıkla uygulamak, sosyal devlet yokluğunda halka kendince güvence sunan cemaatlerin topladığından daha fazla destek toplar. Yani AKP'nin çok sağlam bir alternatifi var. Hatta sadece AKP'nin değil, onun temsil ettiği sistemin de çok sağlam bir alternatifi var.

Dipnotlar
1. Jürgen Roth, "Der stille Putsch" Münih 2014, s. 17
2. André Gorz, "Arbeit zwischen Misere und Utopie" Frankfurt 2000, s.76  

Teolojik politikanın, seküler politikaya meydan okuyuşu ve sonu

(Geçen yıl Mayıs ayında yazdığım, "Teolojik politikanın seküler politikaya meydan okuyuşu ve bir sonuç" başlıklı yazımın, yeniden gözden geçirilmiş yeni versiyonunu)

Türkiye'de, dinden tamamen ayrı düşünülen laik politikaya meydan okuyan, din referanslı bir politika türünün yükselişine şahit oldu.
Necmettin Erbakan ile marjinal bir hareket olarak siyaset sahnesine çıkan "Siyasallaşmış Teoloji", 1990'lı yıllarda sağlam bir yükseliş yaşadı. 2000'li yıllardaki iktidar döneminde, bu anlayışın albenisi azalsa da, iktidar gücünü kullanarak bu durumu gizlemeyi başardı. AKP İktidarı, ülkeyi ele geçirdiği ve devleti kendine göre yeniden tanzim ettiği de söylenen teolojik politik anlayışın Türkiye'deki ifadesi oldu. "Siyasallaştırılmış Teologlar (İmam Hatipliler) devri"dir. Ama 2010'lu yılların, siyasallaşmış teoloji (veya teolojik politika) anlayışının çöküş dönemi olduğu da görüldü. Siyasi teoloji anlayışının, "dinsiz" seküler politika ve politikacılardan daha temiz ve isabetli olduğu (çünkü Allah'la ilişkili olduğu vs.) efsanesi çökmüştür. AKP ne sekülerlerden daha isabetli ne de daha temiz çıktı. Tam tersine... Bu yazıda "Teolojik Politika" diye de adlandıracağım sözkonusu siyaset ve düşünce tarzının seküler politikadan çok daha isabetsiz ve güvenilmez bir şey olduğunu göstermek bakımından AKP dönemi önemli bir rol oynamıştır. Artık bu siyasallaştırılmış teoloji devri sonrasına hazırlanmak, post-muhafazakar dönemin yeni Türkiye'sini konuşmak gerek. Ama önce teolojik politikanın ne olduğunu anlamak gerek.
Teolojik politika, sadece İslam dinine özgü birşey değil elbette. Ama 21'inci yüzyılda teolojik politikanın bir numaralı öznesi, kendini İslam dinine dayandıranlardandı.
Türkiye'de son döneme "İslam'ın yükselişi" veya "İrtica'nın yükselişi" gibi (bakan kişiye göre değişen!) çeşitli adlar yakıştırılmıştır, ama konu, sadece Türkiye ile sınırlı olmadığından, çok daha geniş bir perspektiften incelenmeyi hakediyor. Politikayı dini referanslara dayandıran anlayış, özellikle 1990'larda tüm dünyada yükselen değerdi -şimdi, etkisini yitirirken, cidden tartışılıyor.
Türkiye, teolojik ve seküler referanslı politika türlerinin çatıştığı en önemli ülkelerden biridir. 
Teolojinin politik alana dönüşüne, nedeni hakkında asla cidden kafa yorulmadan karşı çıkıldı Türkiye'de -ama teoloji bu alana hanidir dönmüştü. 60 yıllık "Muhafazakar Partiler" devri, teolojinin politikaya kademeli olarak dönüşünün ve bugünün altyapısının hazırlandığı, muhafazakar partilerin oy için istismar ettikleri bir alandı. Bugün geldiği aşama, hızlı bir dejenerasyondur.
16'ıncı, ama esasen 17'inci yüzyılda Avrupa'da Hristihanlık dinine dayandırılan politika türünü eleştirerek ortaya çıkan seküler politika da, 21'inci yüzyıl arefesinde belli bir bozulma yaşadı. Teolojik politikanın bu alana dönüşüne, bu dejenerasyon zemin hazırlamıştır. Tabii konu, "Müslümanlar çalıp çıpmaz" meselesinden çok ötedir.
Teolojik politikanın eksikleri yanında fazlalarını da göz önünde bulundurmak, seküler ve teolojik politika türlerinin ikisinden birini tamamen reddedip diğerini göklere çıkarmamak gerek. Bu kategorilerin kendi içlerindeki nüans farklarının önemli olduğunu söylemeliyim.
Seküler politika, aldığı kararları, Hristiyanlık (veya Müslümanlık) dinine dayandırmak gibi bir düşünceye sahip olmayan, halkın kendi kendini yönetmesi, kendi kendine kararlar alması gerektiği, (Demokrasi) temel düşüncesinden yola çıkar. Seküler siyaset, insanı bu konuda ergen/yetişkin sayar ve tanrısal otorite adına politika yapılmasına karşı çıkar -ki bunun somut bir nedeni de vardır.
Teolojik politika, tanrısal/Tanrı'nın otoritesi adına -Onun iradesine uygun olarak- politika yaptığı iddiasındadır, ve bu nedenle kararlarına bir gerekçe göstermek zorunda "değildir". Bu şaşmaz bir kişilikte ifadesini bulan teolojik mantık, "tanrısal kişilik, Allah'ın gölgesi vs." olmak iddiasındaki "Hükümdar"ın mantığıdır.
Seküler politika ise, belirsiz tanrısal irade yerine, somut nerenler arar.
Din ile teolojik politikayı, birbirinden ayrı şeyler olarak değerlendirmek zorundayız. (-Hatta mesela, hayatın her alanını tanzim etmeye kalkan ve teolojik politikaya yatkın İslam dininin ve Museviliğin teolojik politikaya yatkın olmasına rağmen)
Din, "insanlara olan bir şey/durum" ile ilgili kültürel/yerel bir şeydir, mesela gelecek korkusu (sığınma/korunma ihtiyacı), bütünü değerlendirebilecek bilgiden ve bakış açısı geliştirmekten yoksunluk (bütüncül bakış eksikliği), bir toplumun kollektif bilinçaltı gibi durumlar, dindarlığı ve dozunu belirlemekte etkindir. Teolojik politika, bambaşka özellikler taşır.
Teolojik politika din referanslı olmasına rağmen bir akıl meselesidir ve buna bir yere kadar "Seküler akıl" da diyebilirsiniz.
Ama siyasallaşmış teoloji (veya teolojik politika), din gibi bir "durum"dan ziyade, bir "etkinlik"tir. Bu etkinlik kendini ve yaptığı işlerin doğruluğunu, tartışılamayan bir otoriteye, Tanrı'ya/tanrısallığa dayandırır. Burada teolojik politikayı güçlü kılan, yaptıklarına bir gerekçe bulmadan keyfi davranabildiği halde, buna gelecek eleştirileri, "Tanrı'nın kitabına göre" diyerek savuşturabilmesidir -tabii insanlar bu tarza inanmayı sürdürdükleri sürece.
Seküler politika tarzı, elbette gökten zembille inmemiştir ve belli bir Tanrı anlayışından doğmuştur -bu doğaldır da, çünkü öncesinde tüm dünyada siyasi mantık bir şekilde din/inanç referanslıydı.
İnsan, kendisi tarafından yaratılmadığına emin olduğu bir dünyada yaşadığının bilincine vardıktan sonra, içinde yaşadığı dünyaya bir bütün olarak bakıp onu anlayabilmek için bir tür bütüncül bakış açısı geliştirmiştir. En ilkel şaman pratiklerinden teist dinlere ve Budizm gibi tanrısız dinlere kadar inancın yetişkinler üzerindeki ilk önemli etkisi budur. Seküler anlayış, maddi boyutta, dinlerin tamamından daha geniş ve detaylı bir bütüncüllük sunarak, dinlerin bu konudaki tekelini kırmış görünmektedir. Ama seküler maddeciliğin büyük eksikliklerinin olduğu, insanın duygusal/sezgisel/hayal alanını kapsamaması ve maddeci sistemin krize girmesi, dinlerin basit ama eski izahlarını yeniden gündeme getirmiştir.
Seküler politika anlayış, belli bir Tanrı tasavvurundan doğmuştur. Eski Yunan dinlerinde Tanrılar, Olimpos dağına çekilip, insanların kendi kendilerini yönetmelerine izin vermişlerdir. Tanrılar insanların işine pek karışmasalar da oradadırlar, gözetlemektedirler. Burada Yunanlı filozofların yaptığı iş, "Tanrıların sırlarını keşfedip, insanların yararına kullanmak" mantığıyladır. Eski Yunan Mitolojisi, bu anlayışı destekleyen çok sayıda olay içerir. Yunanlı filozofların bir gözleri işlerinde, bir gözleri de Olimpos dağındaydı. Tanrıların izniyle insanların kendi kendilerini yönetmeleri anlayışı, laik siyaset anlayışının da kökeni sayılır. (Buna rağmen, "herşeyi harekete geçiren" bir "ilk gareketsiz neden" vardı ve bu Tanrı'ydı)
Teolojik Politika'nın avantajı, evrene bütüncül bakabilen bir özelliğe sahip olmasıdır. Bu bütüncüllük, bilginin oldukça düşük dozajda kullanıldığı eski çağlarda, insanların evrendeki yerlerini bilmeleri gibi önemli bir huzur kaynağı içeriyordu. Teolojik Politika, Tantı-İnsan-Dünya arasındaki ilişkileri düzenleme iddiasındaydı. Fakat bu basitleştirilmiş bütüncül dünya algılamasının -günümüz dünyasında- önemli sorunları var. Teolojik Politika "tek" gerçek tanır ve kendini tek doğru kabul eder, benzerleriyle uzlaşması mümkün değildir -ve bu haliyle demokratik anlamda bir toplumsal barış kuramaz.
İnsanlar, eski çağlara göre çok daha bilgili ve kendi kendini yönetmek pratiğine bağlıdırlar. Teolojik Politika'nın, kendini "Tanrının gölgesi" ve "şaşmaz" Hükümdarları ve elitinin böyle olmadıklarının görülmesi, en fazla, bir zaman meselesidir. Din ile arasında kategorik bir fark bulunan ve seküler politikanın da eski Tanrı tasavvurlarından doğduğunu anlarsak, seküler politikanın (ruhsuz) boşluklarını doldurmak için Tanrı/kutsal tasavvurlarına yeniden bir göz gezdirebiliriz.
Yunanlıların "Dünya'dan elini eteğini çekmiş Olimpos Tanrıları" fikrinin, demokrasi ve seküler düşüncenin ortaya çıkmasında önemli rol oynadıklarına bakarak, yeni bir soru sorabiliriz:
Eski Teolojik Politikanın Seküler Politikaya adapte edilmesi, ve bu yolla Seküler Politikanın boşluklarının doldurulup Seküler-Teolojik çatışması sonlandırılabilir mi?
Belki bu çatışma asla tam bitmeyecek, -bitmemesi de iyi. Çünkü tartışma, diri kalmayı sağlar.
Soru tersinden de sorulabilir tabii:
Seküler Politikanın Teolojik Politikaya adapte edilmesi ve bu yolla Teolojik Politikanın boşlukları doldurulup Teolojik-Seküler tartışması sonlandırılabilir mi? 
Burada mesele, hangisinin öncelikli olduğudur. Yaşadığımız dünyada, onun karmaşıklığı ve oluşmuş ortak bilim-teknik dili ve ortak kavramlar adına öncelik Seküler Politikadır. Ama onun tamamlanması ile, daha insani ve yeni bir hal alacağı da açıktır. İnsanlığın gelişmesi açısından, Teolojik yan, çok insanidir, çünkü insanlar hikayeleri, olağanüstülükleri severler. Sorunun aşılması yönündeki adım, Tanrı tasavvuru ile ilişkilidir.
Dünyadaki dinlere baktığımızda bugün üç temel Tanrı tasavvuru görüyoruz.
1. Dünyanın bir parçası olan, onunla birlikte varolan, dünyayı da içeren, ama ona karışmaz görünen Tanrı.
2. Dünyadan tamamen çekilip Göğe yerleşmiş, oradan bakan ve dünyada temsilcileri olan bir Tanrı. (Günümüzün Teolojik Politikası, daha çok bu fikirde görünmektedir)
3. Herşeye girişmiş, heryerde ve herşeyde bulunan, insanları bilen ama onlara özgürlük tanıyan, kendi kendilerini yönetmelerini isteyen Tanrı.
Günümüzün Teolojik Politikası, kendi teolojik konteksine/sembollerine uyduğu takdirde ahlakı ve temel insani değerleri bile takmayan (bu barbarlığı da, "Ama Tanrı'nın dini böyle diyor" lafıyla gerekçelendiren) bir yapıyı savunabildiği için, neden olduğu sosyo-psikolojik tahribatın ne olduğunu hesaplayamıyor, çünkü seküler bilimin, "ahlaklı olmanın yaşamsal önemi" konusundaki somut kanıtlarıyla ilgilenmiyor. Teolojik Politikanın yıkıcı yanı, hayatı değişmez dini dogmalardan ibaret sayması ve tarih içinde dinlerin birinin yıkılıp yenisinin gelmesi olaylarını da asla anlamamasından kaynaklanıyor.
Yukarıda saydığımız üç Tanrı tasavvurundan üçüncüsü, Seküler Anlayışın tamamlanması ve boşluklarının doldurulması için önemli bir örnek teşkil ediyor. Çünkü bilime de adapte edilebilecek bir yana sahip ve bu yolla, seküler bir hayat sürmekte olan dünyada, Teolojik Politika'ya alan açan seküler boşlukların spiritüel anlamda doldurulabilmesi için gerekli özellikler sunuyor.
Seküler Politika, "Hakimiyet Milletindir" anlayışının kristallenmiş ifadesidir.
Teolojik Politika ise, "Hakimiyet Allah'ındır" anlayışının Türkiye'deki versiyonudur.
Binbeşyüz yıllık Kur'an'ın binbeşyüz yıllık tarihi süreç gözönünde bulundurulmadan, aynen bugüne adapte edilmesi ve bunun "Allah'ın Hakimiyeti" sayılması fikri, aynı Zerdüştlüğün düşüşü gibi bir son yaşayabilir. Çünkü Tanrı'nın hakimiyeti bir tek kitaba da, bir tek dine de sığdırılamaz. Bu, Tanrı'yı küçültmek, aşağılamak anlamına gelir.
Teolojik Politika, Tanrı'dan ziyade O'nun adına ve prestijine ihtiyaç duyar. Tanrı somutsa, bunu yaşama yeniden adapte edebilmek, O'nu bilimle çelişmeyen şekilde hayat içinde yeniden tanımlamakta geçer. Teolojik Politika'nın, Tanrı'nın adını ve prestijini kullanamaz hale getirilip etkisizleştirilmesi, Seküler alandaki spiritüel boşluğun bilinçli bir şekilde kapatılmasıyla mümkün olabilir.
Tabii bu birleşmenin, geleceğe doğru nasıl bir şekil alacağını en iyi Tanrı bilir!..