Yayladağın Suriyeli iki tıfıl mültecisi...

Antakya'dan Yayladağ'a giden yolun iki yanı kilometreler boyunca çamlık ve zeytinlik. Arada sırada görünen kara keçilerin, sevimli küçük çobanların ve güleç köylülerin hiç acelesi yok. Kendini havadaki çiçek kokusuna bırakıp kelebek gibi hafiflemiş ak sakallı emekli ilahiyatçı, ancak Buddha heykellerinde görünen huzurun canlı bir örneğini sergileyerek gülümsüyor. Mersinli. Dört yıl sonra ilk kez memleketi Yayladağı'na geliyor. İktidarın kibrindinden bıktığından söz edip, "günah" diyor. Bu tek sözle özetliyor söyleyeceğini.
Suriye'den gelen onca kan ve zulm haberine rağmen yolculuğun olağanüstü güzel atmosferini bozamıyoruz. "Damadımın kardeşini Suriye polisi almış götürmüş, on gündür haber yok" diyor. Ben, Suriye'den Türk sınırına kadar bir kilometre yürüyerek gelen iki çocuklu genç bir kadın için yoldayım. (Ama henüz bunu tam bilmiyorum -herşey flu.)
"Birinin acısına ortak olmak ve onunla birlikte ağlamaktansa, ona güçlü bir el uzatmanın daha doğru olacağı" sonucuna varıyoruz. "Tesadüfen" orada bulunan ve sadece oy kullanmak için Yayladağı'na gelen başka bir emekli, -İstanbullu bir öğretmen- heyecanla başını sallıyor. Konuşurken sesi titriyor ve yüzümüze bakmadan yutkunup duruyor. O da tam olarak ne yapacağını anlamanın heyecanını ve şaşkınlığını yaşıyor belli. Dillerimiz başka şeyler söylese de gönülden aynı şeyleri dillendiriyoruz. İlkyaz günlerinin güneşli canlı yeşilinin ortasında dolmuşla ağır aksak yol alırken, sadece güzel şeyler düşünüp konuşmak istiyoruz aslında. Ama 'günah'ın bizi buralara kadar getiren başka bir türü kendini unutturmuyor işte.
Baas Ordusu tanklarının girdiği Hanyolu köyünde hayvanları telef etmiş, suları zehirlemişler. Köylüler dağa çıkmış. Bunları bana ayrıntısıyla anlatan M. ile henüz tanışmadık. O, mülteci kampının önünde, Suriye'den gelen yakınlarından bir haber bekliyor.
Dolmuş, Türkiye'nin en güney ucundaki kasabaya girerken, Yayladağ'ın tek ana sokağının iki yanındaki dükkanlardan başlar uzanıyor. Hareket halindeki tek araca bakıp, içinde tanıdık sima arıyorlar. 1980'lerde bir zaman diliminde yaşar görünen kasabada hayat öyle yavaş ve huzurlu ki, yolumuzu kesen kedilerin bile acelesi yok. Pırıl pırıl tüyleri ve dik kuyruklarıyla mağrur yürüyorlar. Yanımdaki iki kişi benimle helalleşip iniyor.
Şoför beni kasabanın diğer ucundaki mülteci kampının kocaman demir kapısının tam önüne kadar götürüyor. Japon ve Hollandalı gazeteciler çekilerek arabaya yol veriyorlar. Güvenlik görevlileri arabadan "mühim" bir şahsın ineceğini sanarak bana yaklaşıyorlar. Ben, benim için asıl mühim şahısın yakınlarını arıyorum. M. ve kuzeni adaşım, bir ara orada ayrılmış olduklarından hemen buluşamıyoruz. Aradan bir saat geçmeden buluyorum onları. M., işte orada. Yaz Göğü kadar aydınlık mavi gözleriyle bana bakıyor. Yanında adaşım. orada (hem de iki adımız da aynı!)
"En son bu sabah telefonlaştık" diyor M. "Korkmayın, Türk askerine doğru yürüyün, onlara teslim olun dedik." Sonra susuyor. Ak saçlı babası dimdik ve kararlı, "Bu sabahtan beri haber alamadık, burada olup olmadıklarını, gelip gelmediklerini bilmiyoruz" diyor. M.'nin amcası, daha yaşlı ama su gibi duru biri, gazetecilerin elinden kaçıp' demir kapının önünde bekleyen küçük akrabalar grubunun arkasına saklanıyor. Güvenlik görevlileri, aldıkları emir gereği kampa hiç kimseyi sokmuyorlar. Kapıda görevlilerle konuşuyoruz, ısrar ediyoruz...
Nihayet bir tek kişiye izin veriliyor -kaymakamın da oluruyla...
M.'nin bir yakını içeriye giriyor.
Onbeş-yirmi dakika sonra iyi haberi alıyoruz.
"Gelmişler!"
Onları sadece bir anlığına görüyorum. Başörtülü iki kadın. Genç olanı yeni evli. Biri bir yaşından büyük, diğeri birkaç aylık iki oğluyla gelmiş. Türk askerlerine doğru yürümüşler. On kişi. Kadınlar ve çocuklar...
M. hafiflemişti. Yüzü gülüyordu. Bana, "Gel alışverişe gidiyoruz" dedi. Ve ben onlarla birlikte Suriyeden gelen iki tıfıl cengaver ve ailesi için alışverişe gittim.
Yayladağı'nda alışveriş merkezi falan yok tabii, M.'in aradığı gibi. Kabada sadece iki büyük marketin olduğunu öğreniyoruz. M. ve adaşım, önce çocuk bezi peşine düştüler. (Benim aklıma önce oyuncak gelmişti oysa!) Baba olmanın avantajını kullanan M., Yayladağı'n en iyi bebek bezini buldu.
"Kola mı alalım?" diye sordu adaşım.
M., "Faydalı birşey olsun aldığımız" dedi ve meyva suyuyla süt aldık.
Dükkandaki oyuncaklar en uyduruk Çin mallarından olmasına rağmen, aralarından sarı bir grayder, bir de damperli kamyon buldum! Üçümüz naylon torbalarla kampa geri döndük ve bizimkiler sevinçten uça uça kampa girdiler -hem de hepsi birden... Ne olduysa, kapıdan kuş uçurtmayan polisler, M.'yi, adaşımı, ikisinin anne ve babalarını, ellerindeki naylon torbalarla içeriye aldılar. Bizimkiler birazdan dışarı çıktılar. Adaşımın su gibi duru yaşlı babasının gözleri kan çanağı gibiydi, ağlıyordu. Tabii gazeteciler hemen oun üzerine çullanmaya kalktılar ama biz onu televizyon kameralarından ve gazetecilerden kurtardık. Bir tek bana bir-iki şey söyledi (ama buraya yazmayacağım. Gazetelere de yazmadım.)
Yayladağı'ndan çıkıp mülteci kampına giderken taş bir köprüden geçiyorsunuz. Köprü, Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra buraları işgal eden Fransızların yaptırdığı Kureyşi köprüsü. Gece açık havada buradan, Suriye'nin ışıklarını görüyorsunuz. Kampın ardındaki ilk dağın adı Keldağ ve orada, sadece orada, buralıların 'Çakşır' dediği endemik bir bitki yetişiyor. Kasabanın gençleri, o tepeden bazen Kıbrıs'ın ışıklarını gördüklerini anlatıyorlar. Bir arkadaki tepenin üzerindeki kulübe? "orası sınır". Atatürk bu köprünün üzerinde durup, Keldağın ötesine bakmış. 1937'de Fransızlara, "Bana gene çizmelerimi giydirmesinler" dediği malum! O zamanlar buralar Fransız sömürgesi...
Şimdi "Propaganda" filminde anlatılan, hani ortasından sınır geçen köy, yani Topraktutan, araya sınır çekildikten sonra birkaç kilometre kadar ülke içine taşınmış olsa da hâlâ, Türkiye'nin en güneyindeki yerleşim birimi sayılıyor. İki tıfıl ve annesi, işte o köyün eski yerleşim yerine gelmişler...
Topraktutan'a gelen herkese, taleb ettiği takdirde, oradaki askeri karakol tarafından, "Bu şahıs Türkiye'nin en güney ucuna gelmiştir" mealinde bir resmi belge veriliyor. Bizim ufaklıklar oraya inince, böyle şeyleri takmamışlar tabii. Eh onların olduğu her yer, güney noktası falan değil, resmen dünyanın merkezi!..

İnanmazsanız ölçün!..