Bu soruyu soran Dalay Lama, çok doğru yanıtlar veriyor ve bir "Temel Etik" öneriyor; dinle veya din olmaksızın da işleyen bir Etik.
Global bir dünyada yaşamamızın ve bir tıkla internetten anında herkese ulaşabilmemizin, gizli Maya takvimi Tzolkin'de, Son Baktun için hesaplanmış, beklenen bir gelişme olduğunu biliyoruz. İnsanlık, süreç içinde bir bütün haline geldi. Dünyanın insan eliyle hızla, yaşanılır bir yer olmaktan çıkarılışına karşı çıkmak ve onu elbirliğiyle kurtamak mantalitesi yükseliyor. Artık herkesin bildiği ve dile getirdiği üzere, insanlar, ruhsal iç değerlerinden çok maddi dış değerlerini ciddiye alıyorlar -idi. Şimdi bu değişiyor. Ve bu değişimin çeşitli ifade biçimleri var. Artık iyice anlaşıldığı üzere, ruhsal/iç (yüksek) değerler olmadan, en detaylı yasalar bile bir işe yaramıyor.
Asıl sorun, devletlerin işlemesiyle falan değil, insanın/bireyin işlememesiyle ilgili...
Ruhsal/iç (yüksek) değerler sadece bir tek dinden kaynaklanmıyor, çünkü bir tık ötemizdeki insanlar, o dinin sunduğu değerler sistemini kabul etmiyorlar. Ya başka bir dinin değerlerine inanıyorlar veya dinlere de inanmıyorlar. Mesele hangi dinin veya dinlarin doğru olduğu meselesi değil. Herkes kendi inancını sürdürebilir, insanların ruhsal dengeleri için bunu elzem de görebilirler. Ama insanın ruhsal dengesini saülaması ve mutlu/huzurlu olması için ille de dindar/inanan biri olması gerekmiyor. Ayrıca inancın da binbir türü var. İnsan farklı dinlerden birine inanabilir, veya hiç inanmayabilir. Dinsiz yaşanabilir, ama Etik/Ahlak ve ruhsal/iç (yüksek) değerler olmadan yaşanamaz...
Genel Etik kurallar ve her insanın bildiği iyilik/güzellik/vd. ortak değerler, internetin birbirine bağladığı dünyada -dinler ötesi- global bir değerler bütününü şimdiden oluşturdu. Hiçbir dinle çelişmeyen bu ortak Etik değerlere daha dikkatli bakmalı ve onları iyi anlamalıyız. Zira 21 Aralıkla sembolize edilen büyük Senkron için bu ortak yüksek değerler temeli, yeni bir ruhsal sıçramaya uygun atmosfer sağlayabilir.
Sadece bu kadar da değil elbette. İnsan'ın yüksek değerlere neden ihtiyaç duyduğunu somut bir şekilde (burada) göstermeliyiz. Yüksek değerlere yönelmek, kuru bir tercih değildir ve bazılarının sandığı gibi bir lüks de değildir. Yüksek değerler, insanın kendini daha iyi hissetmesiyle ilgilidirler. Eskilerin deyimiyle, "her insan acılardan uzak durmak ve mutluluğa yakın olmak ister". İşte bu nedenle, evrensel yüksek değerler, en başta bir zorunluluktur ve bu değerlerin ille de belli bir din üzerinden tarif edilmesi -artık- gerekmez.
İnsanlar dinsiz yaşayabiliyorlar, ama ahlaksız yaşayamıyorlar. Bu önemli konunun, özellikle ahlaksız/küfürbaz "Müslümanlar" sorunundan muzdarip Türkiye için özel önem arzettiğini düşünüyorum.
Dinlerin de üzerinde yer alacak ama onları dışlamayacak yeni Etik/Ahlak anlayışının daha iyi anlaşılabilmesi için, insanın -dindar olsun olmasın- Etik/Ahlak'a ve bu bağlamda 'İnsani yüksek değerler'e neden ihtiyaç duyduğunu ve Ahlakın dinden neden üstün olduğunu iyi anlamak gerekiyor.
Burada amaç, belli bir dinden insanlar için değil, ahlaklı tüm insanlar için mutluluğun temel ilkelerini kurmaktır (Belli bir dinden olduğu için imtiyazlı olamak diye birşey kesinlikle sözkonusu olamaz.)
Burada sıklıkla dile getirdiğimiz üzere, esas önemli olan, insanların mutluluğudur. Ve Dalai Lama'nın da dediği gibi insan, mutlu olmak için yaratılmış bir bedene (ve ruha) sahiptir. İnsanlar doğaları gereği iyiliğe meyillidirler, esas eğilimleri budur. Çünkü kimse sürekli düşmanlık stresi altında yaşamak istemez, nefret edilmek ve hakarete uğramak da istemez. Bunun için insanlar birbirlerine saygılı davranırlar ve kendilerine saygılı davranılmasını isterler. Başkalarını sevmek, başkalarından nefret etmekten daha hoş ve daha kolaydır (yorucu/tüketici değildir). Bu ve benzeri bütün iyi/güzel duygular, insanın kendini iyi hissetmesi içindir ve yüce duyguların doğduğu yer de "Kendini iyi hissetme durumu"dur. Bugünün dünyasında sürekli nefretin, insanın sağlığına zarar verdiğini biliyoruz. İnsanlarla dostluk, onlarla düşmanlıktan daha iyidir. Çünkü insanın kendisini iyi hissetmesini önleyen düşmanlık/kin/nefret hali, bir yerden sonra insan ruhu (ve hatta bedeni/sağlığı) için sürdürülemez hale gelmektedir.
Türkiye'de böyle bir kin/nefret/küfür ortamının kurulup yaşatılması, bunun en başta insan doğasına aykırı bir durum olduğunu göstermektedir.
Başkalarının halinden anlamak, onlarla sempati/empati kurmak, fedakar olmak gibi yüce değerlerin temel, insan doğasına dayanır ve din denen şey icad edilmeden önce de var olduğu bilinir. Bir annenin bebeğine sempati/sevgi duyması, onun acısıyla empati kurması, bebeği için her fedekarlığı göze alması, "Etik" dediğimiz şeyin en temel ilkelerini ve 'İnsani/kutsal değerler'in en temel prensiplerini oluşturur. Etik dediğimiz şey ve insani yüksek değerler, dinden önce de vardı, şimdi de varlar. Ve bu değerlerin geliştirilmesi, pekiştirilmesi, spiritüelliğin de dinin de kaynağı olmuştur.
Dalai Lama, burada ayrı bir yazıyla yeniden değineceğimiz Hint Sekülarizminden bahsederken ve insanlığa bu bağlamda yeni bir 'Seküler Etik' geliştirmeyi önerirken, Hintlilerin gurur duydukları Seküler Anayasa'larının Batılı Sekülerizmden temelde nasıl farklı olduğuna da değiniyor. Türkler sekülarizmi/laikliği Doğu'dan değil Batı'dan aldıkları için, Batı'nın seküler anlayışından etkilenmişlerdir elbette. Batı sekülerizmi dini tamamen reddederken, Doğu sekülarizmi, bütün dinlerin ve dinsizlerin barış içinde eşit bir arada yaşamalarını esas alır.
Batı Sekülarizmi, belli bir tarihsel sürecin sonucudur ve bu süreç -mesela Fransız İhtilali'ne bakacak olursak- dini, "ilerleme"nin önünde bir engel olarak görür. Rasyonalleşme ile birlikte din, onun önünde bir engel sayılmıştır ve bu yüzden dışlanmış, reddedilmiştir. "Sekülerlik/Laiklik" denince -özellikle Türkiye'de- akla sadece Batılı Sekülerlik/Laiklik geldiğinden, dini tamamen rddeden birşey düşünülür. Gerçi Türkiye'de din ve ibadet asla yasaklanmamıştır, Türkiye'de Sosyalist ülkelerdeki din düşmanlığı ve kıyımı da asla yaşanmamıştır, ama İslamcılığa kuşkuyla yaklaşıldığı olmuştur -hatta günümüzde bu tutumun yeniden depreştiğini söylemek de mümkün. İslamcıların, bu kuşkuları haklı çıkardıkları ve en azından demokrat olamadıkları, kendileri dışında doğru tanımadıkları, kimseyle uzlaşmadıkları vs. söylenebilir. Tek başına bu bile, tüm insanları kucaklayan bir Seküler Etik anlayaşının önemini ve zorunluluğunu göstermektedir. İslami çevrelerin, sadece belli klişe kurallara uymaktan ibaret özürlü Etik'leri, sadece kendileri gibi olan kısıtlı bir çevre içindir. Ama Evrensel Seküler Etik, tüm insanlığı kucaklamaktadır.
Batıda din ile sekülerizm birbiriyle bağraştırılamaz zıtlıklar sayılırken, Doğuda, dinsel çoğulculuğun kabulü gibidir. Bunun da kendine özgü tarihi kökenleri vardır. Mahatma Gandi'nin de sembollerinden olduğu "dinde tolerans" anlayışı, 3'üncü Yüzyılda ünlü kral Ashoka tarafından şöyle ifade edilir: "Başkalarının dinini koru. Başkalarının dinini korursan, kendi dinini de güçlendirmiş olursun." Dalai Lama'nın da dikkat çektiği üzere, eski Sanskrit edebiyatında da muazzam bir entelektüel tolerans görülür. Eski Hint entelektüalizminde ateist akımlar bile saygın bir yere sahiplerdir ve Hint Sekülerizmi, bu tarihsel temele oturur. Bu sayede Hindistan, aynı zamanda dünyanın en çok Müslümanın yaşadığı ikinci ülkesidir. Bu ülkede onlarca din, yüzlerce dil, yanyana yaşar ve Hintliler bununla gurur duyarlar. Doğu Sekülerizminin temelinde; Tolerans, Çeşitlilik ve Fikir/Tartışma özgürlüğü bulunur.
Etik, ille de dine dayanmak zorunda değildir. Eskiden uygarlıklar essen dinlerin üzerine inşa ediliyorlardı. Artık öyle olmak zorunda değiller -ve bu durum, 21 Aralık senkronizasyonu sonrasının en önemli nitelik farklarından biri olacak gibi görünüyor. Tabii "Dinin üzerine oturmak zorunda değil" derken, 'inanç'tan daha güçlü bir 'bilinç' durumunun ortaya çıkma olasılığından bahsediyoruz. Kısacası Elçilere ve onların kurduğu dinlere gerek kalmayacak bir durum olabilir. Eskilerin deyimiyle: "Hükümdarın kendisi konuşunca, elçiye söz düşmez."
Etik, insanın insan olmasıyla ilgili bir durumdur. Sevgi/sempati/empati, iyilik, dürüstlük, sabır, bağışlayıcılık, Etik'in ilk bileşenlerindendir. İnsanın doğasıyla ilgili durumlardır ve korunup geliştirlmeleri halinde insan kendisini iyi hisseder. Hangi din olursa olsun hepsi, insanın iyi özelliklerini geliştirmesi ve koruması açısından özdisiplinli olmasını över. Spiritüelliğin de özüdür. Aynı şekilde cömert olmak, tamahkar olmamak, "anlamlı bir hayatın anahtarıdır" diyor Dalai Lama ve gerçekten de bu ve benzeri özelliklere sahip olmak için belli bir dine dahil olmak, Müslüman veya Hristiyan olmak gerekmez. Bu özellikler, bozulmamış insan ruhuna özgü doğal özelliklerdir. İşte -ille de dinle alakalı olmadığından- Dalai Lama'nın 'Seküler Etik' dediği, insanın bu doğal İnsani değerlerinin üzerine kurulacak bir mntalitesidir -ve dinlerle çelişmeyen, ama onların üzerinde yer alan yeni bir bilinç seviyesinin ön aşamasıdır.
Dalai Lama, bu evrensel Seküler Etik ile çeşitli dinlerin kendi Etik'lerini, Su ile Çay örneğiyle izah ediyor. Su, insan doğasından kaynaklanan evrensel Seküler Etiktir. Susuz yaşanmaz. Ama din Etiği çay gibidir. Yani yüzde doksandokuzu gene Sudur. Ama o suyu tadlandıran yüzde bir çay, şeker vs. de bukunur içinde. Bu şekilde baktığımızda çay çeşitlerini de farklı dinlerin farklı Etik anlayışlarına benzetebiliriz. Ve çaysız yaşayabilriz -ama susuz asla.
İnsan, karmaşık bir varlık olarak, mutluluğa yakın, üzüntüye uzak olmak ister. Mutlu yaşamak için evrensel insani değerlerin yüksekte tutulması gerekir. Mutlu olan daha sağlıklıdır, daha uzun yaşar. Mutlu bir ruh, sağlıklıdır. Sağlıklı ruh da sağlıklı beden demektir. Dinlerle çelişmeyen ama onlardan bağımsız bir evrensel Etiğe sadık kalmak, insanlığın evrensel mutluluk katsayısını yükseltmek demektir. O halde bu konuya dikkat etmekte fayda var.