Daha yirmi gün önce İran’da günün konusu, bir bilgisayar virüsüydü. Siber güvenlik uzmanlarının ‘Stuxnet’ diye adlandırdıkları virüs, özellikle ülkenin enerji alanında çalışan kuruluşların bilgisayarlarına dadanmış görünüyordu. İran Atom Enerjisi Kurumu bir toplantı yaparak, bu virüsten nasıl kurtulabileceğini tartışınca, İran medyası alarma geçti. “Bunun arkasında sadece İsrail olabilir”di. Amaç, Buşehr’deki atom reaktörünü bozmak veya çalışmasını engellemekti. İran’daki aküt Yahudi düşmanlığı ve klasik komplo teorisi düşkünlüğü bir yana, İranlılar bu kez haklı olabilirler. Virüs, sadece endüstrinin sinir sistemlerine sızıp merkezi bilgisayarların kontrolünü ele geçirmekle kalmıyor, bilgisayarların içindeki bilgileri de uzaktaki -kimliği belirsiz- alıcılara gönderiyor. ‘Stuxnet’, bu özellikleriyle benzersiz yeni bir tür (dapd 25.9.10). Ve İran’ın nükleer bilgilerini kimlerin merak ettiğini tahmin etmek hiç de zor olmasa gerek.
Aynı virüs daha sonra ABD, İngiltere, Hindistan, hatta Endonezya’da da ortaya çıktı. Ama önce İran’da göründüğü için olağan “şüpheli” İsrail. Bu arada bir gerçeği gözden kaçırmamak gerekiyor. Neoliberal devrin kapitalist ekonomiyi görmezden gelen her (etnik/dini) kültürel kimlikçi ideolojisi gibi İslamcılık da dünyayı bir “komplo teorileri toplamı” olarak açıklamaya çalışıyor (ama açıklayamıyor).
Neoliberal kapitalizmi kestirmeden “demokrasi” ilan edip kutsayan ekonomi körü bütün (neoliberal) kültürel kimlikçi ideolojilerin, bu özel körlükleri nedeniyle, sınıfsal/zümresel çıkar çatışmalarını görmek yerine, kin ve nefrete varan etnik/dini düşmanlıklar geliştirdikleri malumdur. Neoliberal ideolojiler yelpazesinde İslamcılığı diğer neoliberal ideolojilerden ayıran en önemli fark, nesnel izahı olmayan bir etnik/dini Yahudi düşmanlığı ve nefretidir. İslamcı ideoloji, Yahudileri, zengin/fakir/çoluk/çocuk ayırmadan “kötülüğün kaynağı” sayabilmektedir; üstelik bu aleni antisemitizmi, “ezilenlerin mücadelesi” Sol ambalajıyla satmaya çalışmaktadır.
İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinecad, Haziran ayında yaptığı bir konuşmada Yahudiler için aynen şu ifadeleri kullandı: “İnsan görünümlü pis, kriminal yaratıklar.” Bu tanımda Yahudiler arasında bir istisna gözetmemektedir, hepsini aynı sepete koymaktadır. Ahmedinecad, Yahudi soykırımını da “uydurma bir hikaye” saydığını, defalarca söylemiştir.
İsrailliler, böyle bir ideoloji ve dilin hakim olduğu İran’ı, ama özellikle böyle bir İran’ın nükleer silahlara sahip olması ihtimalini, “Hitler’den bu yana, Yahudilere karşı en büyük tehdit” sayıyorlar. Bunda haksız da sayılmazlar. Şu anda İsrail ve İran arasındaki gergin atmosfere hakim olan durum bu.
1979 yılına kadar İsrail, İran’ın en yakın müttefikiydi. Yahudilerin İran’la yönetici/üst düzeyde çok eski ilişkileri vardır. M.Ö. 598’de Babil hükümdarı II. Nebukadnezar’ın Kudüs’ü alması üzerine Yahudilerin bütün ileri gelenleri Babil’e götürülmüşlerdi. Eski Ahit’de de anlatılan bu olaydan sonra Pers kralı Babil’i alarak Yahudilerin esaretine son vermiştir. O tarihten beri, (İslam’ın doğmasından bin yıl önce) İran’da köklü Yahudi cemaatleri bulunmaktaydı. Anadolu’da Frigya’da kurulan Yahudi cemaatleri bile İrandakilerden yeni tarihlidir. Yahudiler İran’da sorunsuz yaşadılar. Mollalar iktidarı devraldıktan sonra, İslamcılara özgü o antisemitik dil, İran politikasının diline de hakim oldu ve bundan sadece İsrail’deki Yahudiler değil, bütün Yahudiler rahatsız.
ABD Başkanı Obama’nın ülke liderleriyle görüşmelerinde en çok konuştuğu konunun, İran’ın atom programı ve İran’a uygulanan yaptırımlar olduğu biliniyor. İran, ne zamandır, dünya politikasının bir numaralı gündem maddesi. “Takiyye” diye bildiğimiz malum kavramın mucidi pragmatik Şii İran’ın, bu sözcüğün hakkını veren bir de diplomasisi var ve nükleer programını kuşkuyla karşılayan Batı’yı oyaladığı konusunda dünyada genel bir görüş birliği hakim. Tahminlere göre İran, dokuz aya kadar bir nükleer bomba yapabilir. Kulislerde, en iyi ihtimalle, dokuz aya kadar bir İsrail saldırısı ihtimalinin yüzde 60 civarında olduğu konuşuluyor. Dünya basınına ve internete yansıdığı kadarıyla saldırının olacağından Amerikalılar kuşku duymuyorlar. Fakat sonrasında ne olacak? Asıl soru bu.
“İsrail İran’a saldırmaz” diyenlerin, giderek küçülen bir azınlık teşkil ettiği günümüzde tartışma, “saldırır” veya “saldırmaz” ötesinde, ara renkler üzerinde dönüyor. Mesela, bir İsrail saldırısından önce yaşandığı anlaşılan ve yaşanabilecek olan diğer “gariplikler” neler olabilir? Bunlar, felaketin eşiğinde duran kırılgan dünya ekonomisini nasıl etkiler? (İyi etkilemeyeceği kesin.) Ve en önemlisi, savaşın şimdilik tetikleyici baş nedeni gibi görünen İslamcı antisemitizminin ortadan kalkması, yani İran’daki demokratik muhalefetin bu cinneti durdurup, İsrail’in yokedilme fobisini sakinleştirmesi mümkün olabilir mi? Aleni haksızlıklarla/hukuksuzluklarla ve seçim hileleriyle hüküm süren İran rejimi, muhalefeti şaşırtıp nisbeten pasifize etmiş durumda. Ayrıca bu gidişin genel istikameti İsrail’in aleyhine işliyor. Dünya konjonktürü, ABD’nin Irak’a saldırdığı dönemdekinden çok farklı. İran Irak değil. İsrail’in İran’a saldırması, ikinci aşamada ABD ve müttefiklerini, Rusya’yı, hatta Çin’i de savaş girdabına çekebilir. Böyle bir savaştan sonra dünya, bildiğimiz eski dünya olmaya devam eder mi? Buna ‘Evet’ demek zor görünüyor.
Yaz boyunca savaş spekülasyonları konuşuldu. Ekim ayının ikinci yarısında kulislere başka bir haber düştü. İslamcılara özgü antisemitik diliyle dünyada giderek daha çok dikkat çeken Türkiye ile arası iyice bozulan İsrail, askeri tatbikatlarını Yunanistan’da yapıyor. Bu bağlamda İsrail ordusunun uzak hedefler için teçhizatlandırılıp silahlandırılmış en modern savaş uçakları, Nea Anchialos askeri havaalanında görüldüler. Patras yakınındaki Araxos havaalanında da çok sayıda İsrailli savaş pilotunun kaldığı haberleri internete düştü. Olağanüstü bir durumdu ve uçaklar birden hareketlendiler de. Hareketlilik, başladığı gibi aniden bitti. O arada ne olduğu bilinmiyor. Dünya medyasında “göründüğü” kadarıyla hiçbirşey olmadı, ama birkaç gün sonra, nükleer programı nedeniyle Batı’yla arası açık olan İran, müzakere masasına döneceğini açıkladı (Hürriyet, 29.10.2010). Oysa kısa bir süre önce görüşmelere katılmayacağını açıklamıştı.
Son zamanda, aslı astarı tam anlaşılamayan böyle gariplikler oluyor ve gizli/örtülü bir savaşın hanidir sürdüğünü gösteren çok sayıda işaret var. Bunun bir sıcak savaşa dönüşmemesi elbette temennimiz. Ama bu olasılık giderek zayıflıyor gibi. Zira İran atom programını durdurmayıp sürdürdüğü takdirde, Ortadoğu’daki güç dengeleri, adım adım İran ve onun İslamcı müttefikleri lehine değişiyor. Bunun için İran’ın İsrail’e saldırması (veya tersi) gerekmiyor. Yani İran, atom silahına sahip olsa bile bunu kullanmayacağını söylerken, güven vermeyen tüm takiyyeci tavırlarına rağmen samimi olabilir. Ama İran’ın sahip olacağı nükleer gücün İran’a sağlayacağı tehdit opsiyonu sayesinde Hamas ve Hizbullah gibi İran destekli (veya desteksiz) İslamcı örgütler çok daha cüretkar olacaklardır. İran’ın nükleer koruması altında, İsrail’e (ve Batı’ya) saldırmak konusunda cesaretleneceklerdir. Bu durum, nitel bir değişikliğe işaret etmektedir, çünkü olası İslamcı cüretkarlığına verilecek tepkiler global ölçekli olabilecektir. Bazı yorumcular, “dokuz aya kadar doğabilecek” çirkin bir kitle imha silahının, fanatik İran yönetimi tarafından “Tanrısal bir işaret” gibi pazarlanabileceği üzerinde de duruyorlar. Böyle bir psikolojik atmosferde, İslamcı ideoloji üzerinden Şiilik ötesinde hareket kabiliyetine sahip olan Şii İran’ın yayılmasına karşı İsrail’i açık veya gizli olarak destekleyen Arap ülkelerinden küçük ve güçsüz olanları, kamuoyu baskısına dayanamayıp İran yanlısı (yani “İslamcı Cephe”) yanlısı hale gelebilirler. İsrail hiçbirşey yapmazsa, dünyadaki İslamcı çevre ve hükümetlerin desteğini alan İran’ın nüfuzu, her halükarda belirgin ölçüde artacaktır.
İsrail, sürekli göç alan bir ülke. İsrail’i dünya Yahudileri için çekici kılmayı amaçlayan bir nüfus politikası izliyor. Şimdi İsrail’in ilk kez ciddi anlamda, ‘tehdit altındaki bölge’ haline gelmesi ihtimal dahilinde. Sadece bu bile İsrail’in zayıflaması anlamına geliyor. İsrail’in askeri doktini, bölgenin tek nükleer gücü olmak üzerine kurulu. İsrail, nükleer gücünü, varlığının en büyük garantisi sayıyor.
Önümüzde duran kötü tablonun en net yanı, Ortadoğu’daki dengelerin artık bugünkü gibi olmayacağı. İsrail ve Türkiye destekli eski Sünni hakimiyeti çöküyor. Onun yerine şimdilik, Türkiye’nin de Sünni tarafını üslenmeye soyunduğu anlaşılan İslamcı-ideolojik görünümlü yeni bir Şii hakimiyeti güçleniyor. Fakat bu yenilik de henüz havada. Statükonun göz göre göre değişmesini -nedendir bilinmez, Türkiye hariç!- ne İsrail ne ABD ne de Suudi Arabistan, ne de diğer Sünni Müslüman ülkeler sessizce kabul edeceklerdir.
İsrail’le birlikte, İslamcı İran’ın ve Türkiye dahil İran’ın bütün İslamcı müttefiklerinin, olası bir savaşın ilk kaybedenleri olacaklarını şimdiden söyleyebiliriz. Neoliberal ekonomilerin önemli bir krize girebileceği -hatta çökebileceği- bir savaş durumunda buralardan, önce sıcak para kaçacaktır. Cari açığı had safhadaki Türkiye için bu 2001’den daha derin bir kriz ve AKP devrinin sonu demek olabilir. İran’daki Yeşil muhalefet de güçlenip cesaretlenecektir. Savaş sınırlı tutulabilir ve global ekonomi çökmezse, yurtseverlik bilinci üzerinden halkı mobilize edebilecek “mağdur” İslamcı İran rejimi -geçici bir süreliğine- güçlenebilir. Ama bu daha küçük bir ihtmal gibi görünmektedir.
İslamcı İran rejimi, ideolojik kodlarının ve nefretinin sesini dinleyip, “İlahi bir işaret” propagandası eşliğinde, İsrail’e karşı yıkıcı bir saldırı başlatırsa (veya İsrail’in İran atom reaktörlerine yapacağı saldırılara yıkıcı bir karşılık verirse) bu olay, İran’ın (ve ardından İsrail’in) sonu olabilir ve Cehennem’in kapıları açılır. İsrail, İran körfezinde gezinen atom denizaltılarını ve onların taşıdığı ikiyüz kadar atom başlığını, İran’a ve müttefiklerine karşı kullanabilir. Bunun gerekçesi daha şimdiden hazırdır: “Yahudiler, Nazi’lerin yaptığı soykırıma karşı koyamamışlardı. Buna bir daha asla izin vermeyeceğiz.” Bu ruh haliyle İsrail, İran’dan başlayarak dünyanın çehresini, geriye dönüşü olmayacak bir biçimde tamamen değiştirebilir, çünkü devreye -petrol bağımlısı- büyük ülkeler de girmek zorunda kalırlar. Böyle bir gelişmeyi Ortadoğu ile sınırlı tutmak hiç de kolay olmayacaktır. Kısacası, işin şakaya gelir yanı bulunmamaktadır. İsrail’i yeryüzünden sileceğini söyleyip duran Ahmedinecad gibi bir fanatiğin atom programını sürdürmekte ısrarı, günümüz şartlarında dünyayı tehdit etmektedir -ve bu tehdidi, “Ama israil de sütten çıkmış ak kaşık değil” diyerek silikleştirmek mümkün değildir. İsrail, o bölgedeki tüm ülkelerin toplamından daha kirlidir. Ama İran’ın kurcaladığı ve bütün dünyayı içine çekebilecek kadar tehlikeli koca bir kara deliğin yanında, klasik “Kahrolsun İsrail” hezeyanının pek kıymeti harbiyesi bulunmamaktadır.
İsrail şimdiye dek iki kez, karşıtlarının atom programlarını vurmuştur. 1981’de Irak’daki Osirak reaktörüne yapılan saldırı, Saddam Hüseyin’in nükleer planlarına son vermişti. 2007’de de Suriye’deki bir atom reaktörünü vurdu. Fakat şimdi İran’a karşı yapabileceği sıcak bir saldırı hiç de kolay olmasa gerek. Saldırının ilk zorluğu, askeri sorunlardan ziyade medyatik boyutla ilgili. Bir saldırının ardından İran “mazlum ülke” sayılacaktır ve İsrail’e (ve destekçilerine) karşı dünyadan büyük ve haklı bir tepki gelecektir. İsrail böyle şeylere alışık, bunu göğüsleyebilir -ama destekçileri/müttefikleri göğüsleyebilir mi? Obama için bu hiç de kolay olmayacaktır. Hele operasyon için hava sahasını açması beklenen ülkeler için, -mesela Suudi Arabistan için- çok zor olacaktır.
İslamcı ideoloji kardeşliği üzerinden yakınlaşan İran ve Türkiye’nin, yeni trendin bir sonucu olarak Ortadoğu’da kalıcı bir güç olmaları ve barışı kurmaları mümkün değildir.
Herşeyden önce:
Kapitalist çağa özgü postmodern bir format olan İslamcı ideolojinin -kapitalizmin mecburen aşılacağı orta vadede- bugünkü şekliyle hayatta kalması mümkün değildir. İslamcılık aşılacak, muhtemelen geriye İran-Şii yayılmacılığı ve geri çekilen Sünnilik kalacaktır. İran’ın temsil ettiği türden -modern çağın ürünü- antisemitik kin/nefret politikaları yenilmeye mahkumdur. Çünkü artık, “jeostratejik nüfuz” saçmalıklarından yola çıkan kin/nefret destekli savaşçı politikalarla çözülebilecek birşey kalmamıştır. Asıl sorun, dünyayı cehenneme çevirmek üzere olan kapitalist sistemin acilen yapısal reformlara tabi tutulması ve süreç içinde aşılmasıyla ilgilidir. Ve bu sorunun İslamla, Hristiyanlıkla, Yahudilikle, Araplıkla, Türklükle, Kürtlükle falan alakası yoktur. Bunların hepsine meydan okuyan ve insanlığı felakete sürüklemekte olan bir sistem söz konusu. Böylesine bütüncül, tüm dünyayı ve hayatın neredeyse her alanını kuşatan fundamental bir sorun, ancak barış içinde çözülür. Onun dışındaki savaş körükleyen alternatifler, “sorun”un insanlığı çözmesine hizmet etmektedir. Global bazda birbirinden öğrenen, sahiden demokratik, aktif anlaşı/uzlaşı/tartışma kültürünü işleterek ve -en önemlisi- konuşulanları da hayata geçiren demokratik mekanizmaları acilen kurarak, sorunu aşmak mümkündür. Teknik imkanlar buna olanak sağlıyor. Kendini dayatan bu zorunluluğun adına, isteyen ‘Devrim’ de diyebilir. Ve konu bu kez sadece proleteryayı, burjuvaziyi, köylüleri, mavi yakalıları, beyaz yakalıları, morları, uluslarötesi ve berisi tüm diğer gökkuşağı renklerini, sistem dışı kalmış Afrikalıları/Asyalıları falan da değil, dünyanın atmosferini, doğasını, dünyada yaşayan tüm diğer canlı türlerini de ilgilendirmektedir.
(18.11.2010, Konstantiniye notları)