Lusitania transatlantiği ve 1917'de ABD'nin savaşa girişindeki rolü

John S. Smith, "Lusitania'nın batışı"
Titanic gemisinden beş yıl önce 1907 yılında inşa edildiğinde dünyanın en büyük gemisi olan Lusitania transatlantiği, 1 Mayıs 1915 Cumartesi günü saat 12.20'de New York'tan Atlantiğe açıldığında, tarihi değiştirecek bir yolculuğun başladığını henüz hiç kimse bilmiyordu.
Okyanusun öbür tarafındaki Liverpool Limanı'na doğru yola çıkan dev geminin mühürlenmiş deposunda, on küsür ton ağırlığında 8200 sandık dolusu her türden savaş mühimmatı bulunmaktaydı. Savaşa lojistik destek verenler, esasen Amerikan silah tüccarları ve Wall Street bankerleri olduğu için, Amerikan Hükümeti'nin Alman uyarılarına reaksiyonu, oldukça yumuşaktı. Amerikan Hükümeti İngiltere ve müttefiklerine sempati duyuyordu ama tarafsız kalmaya özen gösteriyordu.
Alman İmparatorluğu'nun Amerikan Büyükelçiliği, siyasilerin pek karışmak istemediği ama göz yumduğu savaş ticaretinin esasen "hür" Amerikan müteşebbislerinin ticari "meselesi" olduğunu bildiğinden, Amerikan gazetelerine 22 Nisan günü çarşaf çarşaf ilanlar vererek, yolcuları uyarmıştı. New York Limanı'nın transatlantik iskelelerine de asılan bu ilanlarda, Almanya'nın İngiltere ve müttefikleriyle savaş halinde olduğu, Büyük Britanya adaları etrafındaki Büyük Britanya bayrağı (Union Jack) taşıyan gemilere karşı saldırı yaşanabileceği uyarısı bulunuyordu.

Geminin 1258 yolcusu (ve 701 mürettebatı) arasında kimler yoktu ki! Amerikalı yazar Justus Forman, ünlü "Peter Pan" hikayesini oyunlaştırıp büyük bir ün kazanan Charles Frohman, Amerikalı yazar Elbert Hubbart ve kadın hakları aktivisti karısı Alice Hubbart, Amerikalı milyoner ve cins atlar yetiştiren bir haranın sahibi Alfred Gwynne Vanderbilt ve birçok büyük firmanın sahibi milyonerler, diplomatlar ve eşleri...
Gemi, devrin yüzen lüksünün bir numaralı sembollerinden biri olduğundan, kısaca Lusitania'dan bahsedelim.
Geminin en üst güvertesindeki Birinci Mevkinin yolcuların kullanımına sunulan kısmının tavanı, fanus gibi bombeli silindirik camdandı ve bu özelliğiyle dünyada tekti. Son derece özenli yapılmış büyük bir fuayesi ve sigara içenler için özel bir salonu bulunmaktaydı. Gemide bir okuma salonu bulunuyordu ve burası aynı zamanda yazı/mektup yazacaklar da düşünülerektasarlanmıştı. 16. Lui stilindeki dekorasyona beyaz renk ve altın rengi (pirinç) hakimdi. İki Royal Suite'in her birinde iki yatak odası bir banyo, ayrı tuvalet, özel salon ve yemek odası bulunuyordu. On büyük salon, her yolcuya açıktı. Gemi limana yanaşınca hemen şehir hatları telefonlarına bağlanabiliyordu -ki o zaman için görülmedik bir lükstü. Geminin İkinci Mevkii de lüks sayılırdı. Burada da cam kubbeli tavan, okuma/yazı salonu ve sigara salonu bulunmaktaydı. Üçüncü Mevki de konforluydu. Büyük bir yemek salonu ve karınlar için özel dinlenme salonunun yanı sıra yepyeni bir özellik göze çarpıyordu: Temizlik. Bu gemide ilk kez, bugün aşina olduğumuz hijyenik kurallar dörtdörtlük uygulanıyordu.
Lusitania gemisi, I. Dünya Savaşı'nın başladığı ilk günlerde, New York'tan Liverpool'a bir sefer yapmıştı. Ama İngiliz Büyükelçiliğinin uyarısı üzerine, bir gün gecikmeyle 5 Ağustos 1914 günü, gece ışıksız yol alarak 11 Ağustos günü hiçbir sorunla karşılaşmadan Liverpool'a varmıştı. Ama bir sorun vardı. Lusitania ve ondan biraz daha büyük olan ikizi Mauretania, "İmparatorluk Deniz Kuvvetleri'nin yedek gemisi" olarak listelere girmiş ve gayrı nizami savaş gemileri sayılmışlardı (yalan da sayılmazdı, gizlice cephane taşıyorlardı -hem de geminin ünlü yolcularının hiç haberi olmadan, gizlice). Lusitania buna rağmen, Atlantiğin iki arasında çalışan tek büyük sivil yolcu gemisi olarak deklere edilmişti. 1914 Ağustos'unda savaş başladığında, burada bahsedeceğimiz tarihçilerin ifadesiyle, Amerikan Hükümeti, Avrupa'da nasıl bir savaşın çıktığı ve savaşın boyutları konusunda oldukça naif fikirlere sahiplerdi. (Bkz. Justus D. Doenecke, "Nothing Less Than War. A New History of America's Enrty into World War I." Kentucky 2011).
6 Mayıs 1915 günü akşamı Lusitania Britanya adalarının "Savaş bölgesi" sayılan deniz sahasına girdiğinde, gemide belirgin bir gerginlik hakimdi. Bu son gece birçok yolcu, kamarasında değil de geminin salonlarında sabahlamayı tercih etmişti. Gemi, 6 ve 7 Mayıs günleri Krallık Deniz Kuvvetleri karargahından birçok kez "düşman denizaltısı" uyarısı aldı. Alman denizaltıları, özellikle İrlanda'nın güneyinde turluyorlardı. Gemidekiler, 6 Mayıs günü Cabe Clear adası yakınlarında saat 13'de bir Alman denizaltısı gördüler.7 Mayıs günü sabah saat 8'de yoğun bir siste ilerlerken, hızlarını iyice düşürdüler. Aslında tek korkuları, balıkçı motorlarına çarpmaktı. Sahile pararlel ilerleyen gemi, hedefine yaklaşmıştı. SM U 20 tipi bir Alman denizaltısından, 13.40'da bir torpido atıldı. Kaptan Thomas Turner, burada bir hata yaptı. Torpilin önünden kaçmak için maneyra yaparken, ikinci torpil için gemiyi kolay hedef haline getirdi. Denizaltının kaptanı yirmi yaşındaki Teğmen Walther Schweiger, 14.10'da ikinci torpil emrini verdi. Birinci güverte subayı Charles Voegele, sivillerin canına kıymak istemediğinden emre itaatsizlik etti (sonra bu yüden 3 yıl hapis yattı. Kaptan Schweiger 1917'de savaşta öldü). Ama 500 metre mesafeden atılan torpil Lusitania'yı vurdu. Gemi, iki patlamanın ardından batmaya başladı. Bir-iki dakika içinde geminin güvertesi deniz seviyesine indi. O sırada çocuklar toplu halde yemekteydi. Gemideki 129 çocuktan 94'ü, basınçlı soğuk deniz suyunda o dakikalarda boğuldu. Herşey öyle hızlı gelişti ki, filikalara koşan yolcular, panik halinde filikalarla birlikte denize düştüler. Geminin komuta sistemi bozulduğundan, durdurulamadı. Kaptanın geminin rotasını yakın kıyıya çevirme çabası da başarısız oldu. Kurtarma gemileri, Lustania battıktan dört saat sonra geldiler. Bilanço korkunçtu. 1198 kişi ölmüştü. Ölenler arasındaki 128 Amerikalı, Amerikan Hükümetinin belki de ilk kez savaşa girmeyi tartışmasına neden oldu. Tarihçi Doenecke'nin -şimdiye dek bilinenlerin tersine- bahsettiği en önemli nokta, Lusitania battıktan sonra dahi, Amerikan Hükümetinin savaşa girmeyi düşünmediği. Peki, ABD savaşa nasıl ve neden giriyor? Doenecke, bu konuda ilginç şeyler söylüyor. Hemen savaşa neden olmasa da, bu olay, o zaman 11 Eylül 2001 saldırısı veya Laponların 1941'deki Pesrl harbor saldırısı gibi bir etki yapmış olmalı, çünkü akabinde Amerikan basını tam bir Alman düşmanlığı başlatıyor. Doenecke, o dönemde yazılmış bine yakın makaleyi taramış ve sadece yarım düzine editoryal/köşe yazısının "Savaş ilan edilmeli" önerisinde bulunduğunu saptamış. Basının Alman düşmanı tavrına rağmen Başkan Woodrow Wilson, savaşı düşünmüyor. Hatta Doenecke'nin işaret ettiği üzere Wilson, İngiliz deniz kuvvetlerinin İrlanda'ya karşı yaptığı askeri harekatta kızıyor.
1917 yılına gelinene kadar ABD, savaşa ilgisiz. Hatta savaş hakkında bilgisiz! Mesela Doenecke'nin iddiasına göre Wilson, savaşın ne askeri boyutuyla yakından ilgili, ne de ekonomik nedenleriyle. Çünkü bilse, belki farklı davranırdı.
Wilson'un Amerikan Ordusu'nun yekünü 1914 yılında sadece 100 bin kişiden oluşuyor. Bu sayı, Almanların I. Dünya Savaşı'nda uyguladıkları Schliffen Planı'na göre bir "geçiş yolu" olarak kullanacakları Belçika ordusunun nüfusuna yakın! Üstelik o zaman, Amerikan Ordusunun tankı yok, havan topu yok, gaz maskesi zaten yok ve hatta el bombası sıkıntısı çekiyor ve mayın döşemekten habersiz. Amerikan ordusunun kullandığı toplar, Osmanlı ordusunda kullanılanlardan eski. Ve Osmanlı ordusu, tüm zayıflığına rağmen Amerikan ordusundan hem daha iyi teçhizatlı, hem daha kalabalık ve savaş deneyimli (Balkan Savaşı). Böyle bir orduyla Almanların karşısında durmaları mümkün değil.
İşte bu ahval ve şeraitte, Amerika'yı savaşa sokan asıl olay, galiba basının azizliği oluyor!..
Ama o "azizlik" de sadece kin ve nefretten doğmuyor. Avrupa'ya silah satan "iş" adamları ve çuvalla kredi veren Wall Street bankerleri, kredi verdikleri İngilizler ve müttefiklerinin kaybetmesi halinde batacaklarını anlıyorlar. Avrupa'da savaş kilitlenmiş vaziyette. Tarihte hiç olmadık ölçülerde yıkım var, ölümler korkunç, ama savaşın sonucu henüz ortada. İşte tam bu dönemde basında bir haber yer alıyor...
Alman Dışişleri Sekreteri Arthur Zimmermann, Meksika Hükümetine gönderdiği bir telgrafta, Meksika'yı desteklediğini, gerekirse (Meksika için) ABD'ye saldırabilecekleri mealinde şeyler söylüyor! Washington D.C.'deki Alman Büyükelçiliğinden gönderen şifreli mesaj, Meksika'nın AB'ye geçen eski Güney eyaletlerini geri almasını Almanya'nın destekleyeceğini söylüyor. İngiliz ajanlarının ele geçirdiği mesaj, tam bir ajan romanında yaşanacak olaylar dizisi sonucu ele geçiriliyor (konuyu ayrı bir yazıda işleyebiliriz!)
Amerikan basını, bu "haber"i köpürtüyor. Basındaki kızılca kıyamette, daima Lusitania olayını hatırlattıkları görülüyor. Buna rağmen Nisan ayı başında altı Amerikan Senatörü ve 50 Milletvekili savaşa karşı çıkıyor -ki gerçekten dikkat çekicidir. Bu adamlar, "Savaş" deyince nasıl bir cehennemden bahsedildiğini az-çok biliyor olmalılar. Ayrıca Almanlar, Lusitania gemisinin batırılmasından sonra savaş planlarını değiştirip, sınırsız-sorumsuz denizaltı savaşının alanını daraltıyorlar. Ama "parasal gerçekler" farklı telden çalıyor! Bu tarihlerde Amerikan bankerlerinin İngilizlere, Fransızlara (ve belki Ruslara) verdikleri kredinin miktarı iki milyar Dolar! O devirde muazzam bir miktar demektir. Ve Wilson, sadece "insani nedenlerle" ve "Amerika'nın çiğnenen onurunu kurtarmak" amacıyla, çakaralmaz tüfekler ve atlarla I. Dünya Savaşına giriyor. ABD, 6 Nisan 1917'de Almanya'ya savaş ilan ediyor.
Savaş malum. Türkiye'de herkesin iyi bildiği ve ilgilendiği bir konudur I. Dünya Savaşı. Buralarda pek bilinmeyen, -daha sonra Amerikan mandası isteyen Türk aydınları da dahil olmak üzere- Amerikan ordusunun inanılmaz zayıflığıdır. Sırf savaşta galiplerin yanında yeraldığı ve coğrafya üzerinden harita başında (Jeostrateji/Jeopolitik) "düşünmek" denen olayın şahikasının yaşandığı bir devirde "Büyük bir ülke" göründükleri için, haddinden büyük bir psikolojik etki yapabilen ABD, kuşkusuz savaşın gidişatını etkilemiştir. Ve savaştan sonra ABD'nin yükselişi başladı. Bu yükselişin, savaşın asıl galibi büyük Amerikan bankalarının yükselişi olduğunu da unutmamak gerekiyor. Bu hikayenin galiba en etkileyici ve ilginç özel kısmı, gene Lusitania ile ilgili. Gemiden atlayıp kurtulan Birinci Mevkii yolcusu Rum Angela Pappadopoulo adlı genç kadın, filikalardan da düşmesine rağmen kilometrelerce mesafeyi yüzerek kıyıya ulaşıyor. Başka bir kadın, bir koltukta yakalandığı kaza sırasında bayılıyor ve ayıldığında kendini koltuğun üzerinde sahilde buluyor! Balayı seyahatinde kazaya yakalanan Amerikalı milyoner William Lindsey'in kızı Leslie Lindsey Mason, kaza esnasında üzerinde taşıdığı yani takıp takıştırdığı mücevherlerle hayatını kaybediyor. Babası, mücevherlerin parasıyla kızı için bir kilise (şapel) yaptırıyor: Leslie Lindsey Memorial Chapel. (O kadar pahalıymış mücevherleri!) Galiba en ilginç olay da, Lusitania'da ölen üç farklı kişinin, birinci dereceden yakınlarını, 29 Mayıs 1914'de kaza sonucu batan Empress of Ireland transatlantiğinde kaybetmeleridir.
Hikayenin sonu...