Geçenlerde kütüphanemin bir köşesinde, sahaflardan aldığımı sandığım bir kitap buldum. Alexander Barrantay tarafından yazılmış, adı "Lieben aber wie?"
Bendeki nüshası, 33'üncü baskı. 1957'de yayımlanmış. Kitap, adından da anlaşılacağı üzere aşkla ilgili gibi ama ondan öte bir fenomen! Kadınlara nasıl davranılacağından tutun da evlilikte eşlerin birbirine nasıl davranacağı falan üzerine harika bir mizah kitabı! -tabii günümüzün gözlüğüyle okununca mizah gibi... Kitap, çok satıldığı yıllarda kuşkusuz çok ciddiye alınmış.
'Öpmek' deyince, kadının elini öpmeyi anlayan, dudaktan öpmeyi 'Evlilik öpücüğü' türünden "resmi" laflarla ifade eden hoş bir kitap. Kitabın ve kitaptan alıntıların burada yer almasının nedeni, daha 1950'lerde, Avrupa'nın ortasında -bugün için inanılmaz- bir ataerkil muhafazakarlığın yaşadığını göstermek. Kitapta kadına bakış ve yaklaşım, günümüz Türkiye'sinin Müslüman muhafazakarları seviyesinde -hatta onlardan da geride. Yani 2000'li yılların başındaki İslami aşk romanlarına yakın kıvamda bir aşk kitabı söz konusu. İşte size yarım yüzyıl öncesinin Avrupa'sından kadın ve aşk tarifleri!
Kitap, (farkında olmadan) kadını hem küçümsüyor hem aşağılıyor.
Bu muhafazakarlığın üzerine ortaya çıkan 1968'li gençler, muhafazakarlar tarafından "Uzaylılar" gibi algılanmış olmalı. Kitabı okuyunca bunu çok daha iyi anlıyorsunuz...
Kitabın -bugün için- eğlenceli kısımlarının başında, dönüp dolaşıp Casanova'dan alıntı yapması geliyor.
(Demek ki adam biliyomuş!..)
Bir kadınla tanışmanın "sanat" sayıldığı -hadi buna katılalım- ama bu sanatı sadece erkeklere hak sayan kitapta kadınlara öğütler:
"İnsan elbette sokakta da insanlarla tanışabilir. Ama bir erkeşik sadece macera peşinde olup olmadığını nasıl anlarsınız?"
Şimdi bu cümlede benim koptuğum yer, "macera" lafı... Demek ki Türkiye'ye ithali oldukça eski bu deyimin -ki, bu "önemli" bir kitabın daha yedinci sayfasında konu olmuş. Kadınlar tek başına bir adamla tanışmaktansa, biri tarafından tanıştırılmayı tercih etmelilermiş.
"İzin verirseniz size arkadaşımı tanıştırabilir miyim?"
Cümlenin de güzelliği şurada: Bu cümle, yeni Almanca, İngilizce ve Sarkozy'ce öğrenmek isteyen, Avrupa dillerine Fransız her Türk'ün ilk derste öğrendiği ilk cümledir.
(Ama bu cümleyi kullanarak güzel bir kadınla veya erkekle tanışmış tek kişi bile yoktur maalesef -filmler dışında!..)
Yazarımız burada biz erkeklere "akıl" da veriyor: "Kadına düşünmesi için zaman tanımayın, onları hazır olgularla karşı karşıya bırakın" diyor. Bunun adını da "Fakabastırma taktiği" koymuş! (Überrumpelungstaktik)
Yani bu arkadaş, bir kadının 'Hayır' diyeceği varsa, bunu sonra da söyleyebileceğini veya önce 'Evet' sonra 'Hayır' diyebileceğini, veya 'Evet' dediği halde bunun 'Hayır' anlamına gelebileceğini falan bilmiyormuş, -Casanova'ya da sormamış.
O devirlerde kalmış başka bir sevmek türü de, "Kulaklarıyla sevmek" olmalı! Bazı kadınlar, sevgililerinin sesini duyunca "Kalbi erirmiş." Du deyimin geçtiği bir de alıntı var burada, New York'lu tanımadık bir Diva'dan.
Başlık: İdelinizdeki kişiyle karşılaşmak.
İnanamayacaksınız ama burada şöyle yazıyor: "Bir kız idealindeki erkekle karşılaşınca, elindeki mendili düşürürdü. Centilmen, mendili yerden alır, eğilerek kıza verirdi. Bugün de bir kadın, kimin geri getireceğinden eminse, çantasından birşey düşürebilir."
("Eskiden vallaha da kolaymış!" demek geliyo insanın içinden.)
Peki kültürlü biri mi değil mi nereden anlayacaksınız? "Konuşmaya başlamak için bir kitapçının önünde durmak, sadece onun dikkatini ölçmek için değil, erkeğin kültürünü ölçmek için de bir imtihandır. Çünkü bir sohbet başlatmak için kadına, hangi romanları veya kitapları sevdiğini sormak zorundadır ve onunla edebi bir sohbet yapmak zorundadır." (Ah bu zorunluluklar!) Olayın devamı daha eğlenceli...
Adam kadınla kitapçıya giriyor ve kadına o kitabı hemen satın alıyor.
(Bu doğruysa ve adamlar bu numarayı yiyorsa... kendine kitap aldırmak için bu numarayı sık sık yapıp, kitabı aldıktan sonra da adamlara "Güle güle" diyebilecek birkaç Avrupalı muzip kadın tanıyorum, ama bu kadar saf Avrupalı Erkek hiç görmedim!)
Bu oyunda dikkat etmesi ve kendini hep sakınması gereken taraf kadın tarafı, "zayıf karakterli" olan taraf da hep kadın tarafı!
"Her 'Kadın' şahsiyetli değildir (bu sözü "iffetli değildir" anlamında söylüyor) ki, yakınlaşma denemelerini şıpınişi, konuşmadan geri çevirsin. 'Kadın'dan daha üstün olan, 'Hanımefendi'dir. O, sevimliğinden ödün vermeden ve bir dereceye kadar, ahlak kurallarının izin verdiği yere kadar (adama) karşılık verebilir" diyor.
Kitapta, "Flört Etmek" diye bir bölüm var ve arada siyah-beyaz fotoraflar eklenmiş. Fotoraflar sadece kadın fotorafları ve fotoraflardaki kadınlar, esasen uzun bacaklardan ve dikkatli dekoltelerden oluşuyorlar. Ha bir de kocaman iki kadın gözü var. En etkileyici yanlarının başında geliyormuş.
(Buna katılırım... Casanova ne derse desin.)
"Flörtü bazıları, tatlı lakırdı etmek sanır, salon aslanlarının (yani günümüzün parlak "party"cilerinin) alışkın olduğu şey, veya ağır komplimanlar yapmak. Asıl flörtte, ruh, espri ve zevk sınanır. Burada, ezberlenmiş birkaç güzel söz yeterli olmaz."(Zor iş yani!..) "Eğer bir kadına, 'Gene çok hoşsunuz değerli bayan' derseniz, elbette bu her kadının hoşuna gider. Ama arkasından daha orijinal ve kişisel sözler gelmelidir."
Yazarımız, "güzel erkek sesi"ne takmış vaziyette. Şöyle diyor: "Birçok kadın, erkeğin eğitimine değil sesine aşık olur." Demek İspanyollar boşuna serenad yapıp durmuyorlar.
(Ama ardından neden "Ayayayy!" diyorlar, -durun bunu Juanito'ya soralım!..)
Flört nasıl başlar? Aynen şöyle:
"Flört, tramvayda sevgi dolu bir eğilme ile başlayabilir."
Yani tramvayda kadını görüyorsunuz ve Japonlar gibi yerlere kadar eğilip, "Hoşsunuz değerli Bağyan" tipinden "güzel" bi' laf ediyorsunuz, başlıyor.
(Eh ona bir de kitap aldınız mı tamamdır bu iş!..)
Bu denklemde hep birşeyler düşürülüyor:
"Kendi kitabını düşürürsün ve alırken, yanındaki kadına, kitabın ona ait olup olmadığını ve kitabı nasıl bulduğunu sorarsın. Cesaretin varsa, sokakta veya restoranda gördüğün güzel kadına çabucak kartvizitinin arkasına birşeyler yazıp zarfa koyar, kadına verirsin ve postacının ona vermeyi unuttuğunu söylersin. Böyle sayısız fikirden biri, aklına gelecektir."
(Ben burada bi'daha koptum arkadaşlar!..)
Tanrım bu ne yaratıcılıktır, bu adam nasıl bir ayaklı kırtasiyedir ki yanında zarfla gezer, nasıl bir akıldır ki postacının bulamadığı kadını restoranda bulur?!.. Ses tonu da ilginç. Yazar bizle senli benli konuşuyor.
Yeniden fotoraflar. Bu kez ponpon kızlar öncesinin kankan kızları ve alt yazı:
"Günümüzde kocalar, sahilde, karnavalda, güzellik yarışlarında, kadın güzelliğine derin bakışlar atabiliyorlar. Evdeki hanımları da, evde onları bekleyen güzelliğin hiç de aşağı kalır yanı olmadığını göstermeli."
Buna Türkçe, "Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla" diyorlar buralarda!
Sonra kadınlara güzel sözler söyleme bölümü geliyor ve konu hakkında hoop, Casanova'dan bir alıntı:
"Beni bir kadınla sadece üç dakika yalnız bırakın, ona en genç yakışıklıyı unutturayım."
(O dünemde ya kadınlar çok safmış, ya da Casanova erkeklerle fena halde kafa bulmuş!..)
O nedenle kadınlara güzel şakalar da yapmak gerekiyormuş, mesela "Siz Rumpelstilzchen misiniz?" diye sorabilirmişsiniz -bence hiç sormayın!
(Rumpelstilzchen, Grimm Kardeşler'in bir masal kahramanı, bir erkek, ve "Hırdavat dolu evde oturan küçük adam" gibi döküntü bir anlamı var... Demek böyle bir lafı hoş bulabilen bir kadın cinsi de yaşamış bu dünyada.)
Bölüm başlığı: "Öpüşme yüksek okulu."
Konu izafiyet teorisinden bile zor olduğundan, yüksek okul... Soru: "Öpmek öğrenilebilir mi?"
Sonra: "Bir erkek, bir kadının elini öpmek riskine girmeden önce, el nasıl öpülmez, onu öğrenmeli."
El öpmek ilan-ı aşk oluyormuş! İşte burada Casanova bir yana, Büyük Katerina da devreye girip bize tecrübelerini alıntılıyorlar ve ekliyorlar:
"Bak bu imtaanda çıkar..."
Daha ileri sömestriler için ders: "Evlilik öpücüğü" (Ehelicher Kuss). Dudak dudağa öpüşmek böyle adlandırılıyor. Yazar, cinsellik araştırmaları yapan bilim adamlarını eleştirerek, "evlilik öpücüğü" ile (evlilik dışı) "tutkulu öpüşme" arasında fark olmadığını, fark gören bilim adamlarının yanlış gördüklerini söylüyor (-ki adeta proleter devrimci bir isyandır!..) Bilim adamları -nasıl becerdilerse- üşenmeyip saymışlar. Ortalama bir erkek hayatı boyunca 30.000 kez, ortalama kadın da 35.000 kez öpüşürmüş. Aradaki 5000 farkın açıklaması da şöyle: Kadınlar erkekleri öpüp karşılık alamıyorlarmış. Demek erkeklerin tüm öpücükleri karşılık buluyormuş. Quantum fiziğinden ince işler! Ayrıca beraber sinemeya gittiyseniz ve elini tutmanıza izin veriyorsa, ondan bir "öpücük çalabilir"mişsiniz. Yani bir tür "Sobe" olayı veya bir tür gerilla taktiği. Şıp diye öpüveriyorsun... Sonra tokat mı yerim diye korkmaya gerek yok, kadınların öpücükleri karşılıksız bıraktığı hangi istatistikte görülmüş?!
Burada ima yoluyla hep dolaylı olarak anlatılan yatak konularına girmiyoruz -kitabın tamamını buraya almak zaten meümkün değil- ama şu lafı alıntılamadan geçemeyeceğim:
"Kadın erkeği, bir doğal afet gibi gibi algılar." (!..)
Hemen ardından, "Nazik konu" geliyor: Aldatmak. Bu meselede yazar, kadınların erkekleri aldatmasına indirgediği konuda, erkeklere öğütler veriyor: "Karılarınızı asla yalnız seyahate göndermeyin." Yoksa daha trene biner binmez önünde biri eğilip "değerli Bağyan"la başlayan cümleler kurar, karınızın elini öpebilirlermiş. "Karılarınızı alkollü içkilerden uzak tutun." İçince hemen sapıtabilirlermiş. "Karılarınızın lokallere ve kahvelere gitmesine izin vermeyin." Oha. Buna yorum bile gereksiz. "Büyük partiler düzenlemeyin. Çünkü siz başkalarıyla ilgilenirken, komplimanlara çöl gibi susamış karınıza en cürretkar sözler söylenebilir." Hiç komik değil.
Kitabın bu bölümünde hem şaşırıyor hem de kızıyorsunuz, çünkü kadınları "zayıf yaratıklar" diye aşağılıyor ve mesela erkeklerin karılarını aldatması olayından hiç bahsetmiyor. Varsa da yoksa kadınlar. Bu "zayıf yaratıklar"ın elini öpmeyegör, hemen eriyorlar!..
"Ah insanlar zayıftır (özellikle de kadınlar). Başka biriyle birliktelik kurarken, bunu gözönünde bulundurmalıyız."
Bu bölümü okurken, İslamcıları ve muhafazakarları düşündüm. Onlar bile erkeklerin kadınları aldatması konusunda bu kadar riyakar değil artık. Bu konularda daha adiller -ama kadınlara bakışlarının, kitabın bu bölümünden pek de farklı olmadığını söyleyebiliriz.
Erkeklere sadece bir uyarı var: "Bir kere yaparsanız gene yaparsınız." Aman ha!.. Bu kadar. Ne bir zayıflık vurgusu ne başka bir şey... Bir de kadının aldatmasıyla erkeğin aldatmasını kıyaslıyor ve şöyle bir sonuca varıyor: "Erkek hiç olmazsa kendisine sadık kalır, ama kadın kendini kaybeder."
Bu cümle, son oldu. Kitap mizah karakterini yitirip Sinir karakterine bürünmeye başladı. Bu yüzden de, kitabın geri kalanını uçarak okudum. Abukluklar diz boyu. Bir yerde yazar, kadın-erkek eşitliğinin abartılmaması gerektiğini söylüyor mesela!
Ama kitaptaki güzel bir fıkra, neşemi yerine getirdi.
Aynen aktarıyorum.
Hz. İsa'nın Havarisi Petrus, Cennetin kapısına gelenleri sırayla sorguya çekiyor. Biri, "Ben bir hükümdarım" diyor, "Çok sayıda ülke fethettim". Başaka biri, "Ben bir sanatçıyım" diyor, "Şehirler kurdum, büyük bahçeler çeşmeler yaptım, anıtlar diktim." Başka biri: "Ban şairim, yüzlerce kitap yazdım, sayısız ödüller aldım." Bir diğeri, bilim adamı olduğunu söyleyip, "yeni formüller geliştirdim, yeni bir dünya tasavvuru attım ortaya" diyor. Tüccar olduğunu söyleyen, bütün dünyayla nasıl ticaret yaptığını anlatıyor.
Pertus, zayıf bir genç görüyor aralarında, soruyor, "Sen ne yaptın?" O sadece "Sevdim" diyor.
Petrus ona kapıyı açıyor ve Cennete sadece onu alıyor. Diğerlerine de şöyle diyor: "Bir kadın gelip size kefil olana kadar bekleyeceksiniz. Yeryüzünde yaşarken sevmiş olanlar. Sadece onlar Cennete girebilir. Yoksa sadece sevgiden oluşan Cennette ne işiniz var?!.."