Yirmi yaşının ortasında üniversite eğitimini tamamlamış, diplomasını almış gençler arasında yaygın. Birden bire "Hayatın gerçekleriyle karşılaşmak" ve öğrencilik hayatından iş hayatına geçiş, önemli bir sorun teşkil ediyor. Benim konuştuğum üniversite mezunu iki gencin sorusu şuydu: "Bizden ne olacak, biz ne olacağız?"
Başvurdukları bütün firmalardan ya yanıt alamamışlar, ya da reddedilmişler. Biri sosyolog, diğeri mühendis. Sorun bundan ibaret değil elbette. Bir kere, istemedikleri bir alanda çalışmak istemiyorlar aslında. (Hatta belki "çalışmak"la sorunları var. Çünkü "iş hayatı" denen şey manyak bir şey!) Mühendis olan genç adam, mühendislik yapmak istemiyor. Zaten mecburen, puan sıralamasında tutturduğu için o bölümü okumuş. Sosyolog olan genç kadın ise tam bir kafa karışıklığı yaşıyor, çünkü tiyatro oyuncusu olmak veya sanat alanında çalışmak, "birşeyler yapmak" istiyor ama ne yapacağını ne olacağını bilmiyor, bir türlü karar veremiyor...
İşte bu kararsızlık, Quarterlife Crisis denen karabasanın işaretlerinden en önemlisi...
Eskiden, adına "Milife-Crisis" (Ortayaş krizi) denen birşey vardı. Farkında mısınız bilmem ama şimdi onun zamanı değişti, adı da "Quarterlife-Crisis" oldu, yani, Orta yaş değil, "Çeğrek yaş krizi." Bu durumu keşfedip tanımlayanlar, Abby Wilner ve Alexandra Robbins. ("Quarterlife Crisis" New York 2001) İşin ilginç yanı, konuyu keşfeden Web grafikeri Wilner ve gazeteci Robbins'in, sorunu bizzat yaşayanlardan olmaları. Günün birinde bunun çok yaygın bir fenomen olduğunu görüp, konuya cidden eğilmeyi düşünüyorlar.
Aslında sorunun altında, neoliberal dönemlere özgü bir sosyal sorun yatıyor. Avrupa ülkelerinde ve global sistemin diğer merkez ülkelerinde on-onbeş yıl öncesine kadar iş hayatı, çalışanlara önemli güvenceler sunuyordu. Aile kurmak yaygındı, sosyal güvenceler ve sosyal devlet iyi işliyordu, sağlık dahil herşey özelleştirilmemişti. İşyerleri kandi çalışanlarından sürekli yeni şeyler öğrenmelerini istemiyordu, esnek iş koşullarına uyum sağlamak gerekmiyordu. Şimdi sürekli değişen iş durumları var ve işini kaybetmek korkusu, genç neslin kendi kendisinden kuşku duyar hale gelmesine yol açtı. "Sosyal güvencelerin azalması ve geleceğin belirsizliği, özgüven sorununa yol açıyor." New York Times'la yaptığı bir söyleşide Robbins, durumu böyle özetliyor (24.6.2001).
Bu gençler, okullarını uzatmak, doktora yapmak, bir süreliğine yurt dışına gitmek, yeni bir dil öğrenmek, yeni bir meslek eğitimine başlamak, evlenmek, veya hiç evlenmemek arasında gezinipduruyorlar ve kendilerini büyük bir baskı altında hissediyorlar.
Öğrenim yıllarının aslında -varlıklı/ortahalli ailelerinin desteği sayesinde- bu kararları vermek zorunda olmadıkları bir dönem olduğunu, ama şimdi çalışmak zorunda olduklarını biliyorlar -ve çalışmak hiç kolay değil. İş bulmak da zor, bulduğunu beğenmek de zor, çalışmak da zor. Çünkü yapılan iş sadece iyi para getirmekle kalmayıp, zevkli de olmalı.
Bu gençlerin hepsi çok güzel bir çocukluk yaşamış, ortahalli/varlıklı ailelerden geliyorlar, güzel bir okul dönemi geçirmişler. Ve tam iş hayatına atılırken veya hemen atıldıktan sonra, "Quarterlife Crisis" denen karabasanı yaşıyorlar. Krizin görünür ifadesi de depresyon, konsantrasyon bozukluğu veya kişisel fobiler oluyor.
Aslında baş suçlu, önce okullar ve sosyoekonomik (bozuk) düzen, sonra da gençlerin aileleri oluyor elbette...
Gençler üniversitede yüksek matematik, endoplazmik retikulum ve termodinamiğin yasalarını öğreniyorlar, ama hayatın yasalarını öğrenmiyorlar. Aile içinde de, "komşular, akrabalar, elalem ne der" baskısı hakim...
Peki "Düzen" nasıl kötü etkiyor? Burada benim konuştuğum gençlerden ve okuduklarımdan -psikolojik anlamda- çıkardığım sonuç, eskiden tartışmaya bile gerek duyulmayan sağlam değerler varken, bugün böyle değerlerin olmamasıdır diyebiliriz. Bunu daha geniş tutup, bir 'Anlam Krizi'nden de söz edebiliriz. Bu blogda, "Yalan'ın insan ruhuna etkisi"ni konuştuğumuz bir yazı yayımlamıştık ve "Yalan" teriminin sosyal hayattaki yansımasından bahsederken onu, "herşeyi 'sözel' cambazlıkla kendine göre yorumlamak" şeklinde tarif etmiştik. Bir tür, "Herşeyi kendine yontmak" ve evrensel değerlere göre değil, kendi keyfi "değerlerine" (yani cebine, makamına) göre davranmak durumu olduğunu anlatmıştık. Türkiye için daha özel ve çarpıcı bir bozukluğa işaret eden bu durum, sistemin merkez ülkelerinde, neoliberal ekonomik belirsizliğin sosyal yansımaları olarak ifade buluyor.
Quarterlife Crisis konusunda Oliver Robinson'ın 25-35 yaşları arasındaki bin kişi üzerinde (Greenwich Üniversitesi için) yaptığı araştırmanın sonuçları da çok çarpıcı. Sorduğu kişilerin yüzde 86'sı, otuz yaşına geldiğinde iyi bir mesleği/işi, iyi bir ilişkisi (eşi veya sevgilisi) olmayı hayal etmiş, istemiş. Bu hedefler için kendilerine büyük baskı uygulamaktaymışlar (Bkz. Die Welt, 27.9.11). Burada Robinson da, 'Anlam Krizi'ni görmüş gibi...
Çünkü Robinson'un konuştuğu tüm gençler, bir taraftan "heyecanlı ve özel/farklı" bir hayat sürmek istiyorlar...
Ama diğer taraftan, düzenli bir hayat yaşamak ve bir aile kurmak istiyorlar. Çelişkili gibi görünen bu durum, aslında bir anlam arayışı gibi duruyor. Gençlik, ideallerinden sonra evrensel değerleri de yitirip tüketici hayallerine kalınca, büyük bir anlam krizinin pençesine düşmüş görünüyor...
Bu noktada ilginç tartışmalar da yaşanmıyor değil. Mesela Johannes Kaufhold adlı bir psikolog, gençliğin "çok fazla özgürlükten muzdarip" olduğunu söylemiş! (Yani sopa şart mıymış?!..) Tabii burada özgürlüğün ne olduğunu tartışmak gerekir -ama bu yazıyı aşar. (Modern dünya "özgürlük"ten, sınırsız/sorumsuz bir "ne istersen onu yap" halini anlar! şeytanın manifestosunda da kocaman şöyle yazar: "Canın ne istiyorsa onu yap." Başka bir yazı konusu.)
Yazıyı, bir başka kitaba dikkat çekerek bitirelim. Alissa Jung ve Richard Kropf, hayali bir Facebook diyaloğu yazmışlar -bir kitap.
(Facebook stili kitaplar da yazılıyor artık. Kitabın adı: "Ameisenknochen", yani karınca kemiği!..) Kitapta şöyle bir söz var:
"Sonsuz miktarda imkana sahibiz ve bu imkanların her biri, başkaları tarfından 'yaşanmış' bir şekilde her gün karşımıza çıkıyor, biz de kurup duruyoruz, düşünüyoruz ve kendimizi -İkinci Dünya Savaşı sonrası dünyasında yaşamış- dedelerimizden daha az özgür hissediyoruz."