Bu yazı bambaşka bir yerden başlamıştı, ama bambaşka bir yerden yeniden yazılıyor ve esasen 'Sistemin merkez ülkeleri'ndeki toplumsal değişimin enteresan bir yönünü, Türkiye'yle paralellikler kurarak anlatmayı amaçlıyor.
Eski Sol jargona has sosyolojik dili benimsemiş Türkiye'de, bu dilin deyimleri ve tarzıyla konuşmak daha kolay. Konu, aslında endüstri toplumunun son çeğrek yüzyılda nasıl bir değişime uğradığı ve bugün nereye geldiğiyle ilgil -ama bu gelişmenin tek tek bireyler üzerindeki yansımasına bakıyor. Ve aynı zamanda sosyal medyayı da kapsama alanına dahil ediyor. Öyleyse nedir? Endüstri toplumu neydi ne oldu?
Endüstri toplumu; fabrika/iş toplumuydu, işçi sınıfı ve burjuvazi çatışmasına göre konumlanmış Sağ/Sol ayrımının toplumuydu, reel ekonominin haala asıl olduğu toplumdu, yani sosyalizmin çöküşü öncesinin "Liberal" toplumuydu.
İşte bu toplumun bireysel açıdan özelliği, karşınızda, sizin zıddınız veya kendinizi ona karşı çıkarak tanımladığınız yapılar/fikirler vardı -daha önemlisi, sizi bir konteksin içinde örgütleyen bir iş toplumu vardı. Sistemin merkez ülkelerinde bu yapı, -artık belirgin bir şekilde değişmiş, Türkiye'de ise yapay/sanal bir konteksin ortaya çıkmasıyla birlikte "bölünmüş" görünüyor. Türkiye, Sistemin ikinci çemberi içinde yer alan bir ülke olarak, hem 'Sistemin merkez ülkeleri'ndeki bu değişimi yaşıyor, hem de eski 'Liberal' dönemlere benzer -onun sanalı/yapayı- 'Neoliberal' bir yalancı iş toplumunu, eskiye benzeyen ama ondan tamamen farklı bir biat "kültürü" üzerinden yaşatıyor. Yalancı bir istikrar.
Konuyu açalım...
Liberal toplumlarda yaşayan insanlar, bir düalizmin insanlarıydı. Karşılarında, onların bir dış etmen olarak algıladığı, diğerleri vardı. Ve tutunabilecekleri, güvenebilecekleri bir iş yapılanması içinde, normal sayılan bir çatışma içindeydiler ve bu çatışmada düşmanları olduğu kadar dostları da vardı. Belki biraz abartılı oldu ama bunu 'Sistemin merkez ülkelerinde yaşayanlar' için galiba şöyle -daha iyi- izah edebiliriz: Karşınızda, sizden farklılığı belirgin olanlar, eleştirdikleriniz var. Bugün: Karşınızda, sizin gibi olduğunu söyleyen, ama tam da sizin gibi olmayan, bin çeşit, belli bir parti/grup teşkil etmeyen, sizinle itişmek istemeyen bir toplum var. Peki sorun bunun neresinde?
Sorun şurada: Toplumda yaşayan sosyal insanın bir birey olarak kişilik oluşturmasını kolaylaştıran en önemli olay, karşısındaki/zıtlaşyığı kesimlerdir. Kendini belli bir çevre/grup içinde tarif etmek çok daha kolaydır. Günümüz toplumunda, bireyin -içinde konumlanacağı- böyle sosyal gruplar yok veya diğer gruplarla arasındaki sınır belirgin değil. Örnek: Eskiden sıkı bir İşçi-Patron kutuplaşması vardı ve Sol tandanslı sanattan, günlük hayattaki tavırlara ve dostluklara kadar etkisini gösterirdi. Daha önemlisi, eskiden (yani 20 küsür yıl önce) bir iş toplumu vardı, herkes belli bir iş/işyeri kategorisindeydi ve bu alandaki farklılıklar bugünkü gibi uçurum boyutlarunda değildi. Herkes çalışıyordu. Şimdi insanlar bir yanda işsiz, diğer yanda her yıl yeni Porsche alıyor veya birileri sürekli yeni meslekler öğrenip iş yaşamına entegre olmak zorunda. İnsanların kişiliklerini oluşturmakta yardımcı olan zıtlıklar yok. Herkes hesapta "uygar", herkes "hoşgörülü!.."
İşte bu atmosferde, eskiden "Karşı gruplara" uygulanan yumuşak şiddet (mücadeleci yaklaşım), yerini başka birşeye bırakıyor: Kendine karşı şiddet.
Koreli düşünür Byung-Chul Han'ın "Leistungs- und Müdigkeitsgesellschaft" adını taktığı bu (çabalama ve yorgunluk toplumu) türünü, ben, "Hiperaktip sosyal koşturmaca toplumu" diye adlandırmak isterdim. Bu yeni postmodern toplumda, Türkiye'nin (neoliberalizme has) sosyoekonomik bölünmesinin yanında, sosyokültürel bölünmesini de izah eden işaretler mevcut.
Biat "kültürü", Türkiye'de, kayıp Liberal zamanların sosyal yaşamını simüle eder bir yana sahip. Neoliberal ekonomiyle bütünleşmiş iktidarın desteklediği bu siyasi cemaatleşme türü, kişinin Liberal zamanlardaki gibi bir yapının içinde yaşamasına yardımcı oluyor. Yani devlete yaslanarak işleyebilen yapay bir (neo) liberal iş çeyresi içinde, Başbakan veya cemaat lideri gibi bir büyuk egoya biat ederek ve bu sosyal yapıya karşı "düşman" olarak tarif edilenleri karşıya alarak, bir tür endüstriyel Liberal Toplum simüle edilebiliyor. Aslında benzeri durumlar, Sistemin merkez ülkelerinde de kısmen aynı yöntemle devam ettiriliyor: mış gibi yaparak. Tabii bu yapı ile onun dışındaki diğer yapı arasında kesin bir sınır yor. En önemlisi, biatkar olan çevde kendini "Yüksek ego" (Başbakan, Cemaat lideri) gibi kişilere göre konumlandırırken, sistemin mekez ülkelerindekilere daha çok benzeyen diğer grup, kendini kendine göre konumlandırıyor...
Bu fark önemli, Türkiye için daha da önemli. Çünkü Türkiye'de, biatkarlar içinde de diğer özellikleri taşıyanlar oldukça fazla -ve sadece iş/güç nedeniyle "biatkar" görünüyorlar.
Kısacası, Liberal dönemlerin insanı, karşısındakine göre konumlanır/şekillenirken, Neoliberal dönemlerin insanı, kendisine göre konumlanıyor, zira eskisi gibi belirgin kutuplaşmalar yok. Toplumda kimse kimseye doğrudan düşman değil, ama pek dost da değil. Ha Sol ha Sağ, ha işçi ha patron. Herşey birbirine karışmış durumda. Biatkar, Başbakanına ve Hocasına bakarken, biatkar olmayan yeni modern vatandaş kendine bakıyor ve soruyor: Hayalimdeki gibi biri olabilecekmiyim? Ve hayalinde kendisini yeniden tarif ediyor ve hayalindeki o kişi gibi olabilmek için tazı gibi koşturuyor. Biz bu "koşturmaca" kelimesini, çalışkanlık ve beton inşâ şampiyonluğu olarak anlamıyor anlatmıyoruz elbette. Burada söz konusu olan, eğitim ve yaşam kalitesi anlamında yüksek bir standart yakalamaktır. İşte bu konuda, biatkarlar da kısmen, biatkar olmayan çoğunluk gibi. Çünkü herkes, aynı sistemin yolcusu.
Yeni birey, onu disiplin altına alacak sınırlardan veya kendine koyduğu sınırlardan yoksun. Ve bu durum, insanların kendi kendilerine uyguladıkları bir şiddete dönüşüyor. Artık karşıtlar ve düşmanlar yok belki, ama rekabet var. Artık herkes çok daha kültürlü, çok daha iyi eğitimli, çok daha bilgili falan. Bunun yarattığı baskı çok büyük. Eskiden Sağcılar Solculara şiddet uygulardı, şimdi herkes kendine şiddet uyguluyor ve herkes, "görünür/bilinir" olmak, diğerlerinden daha çok Follower sahibi olmak istiyor. Endüstri toplumunun örgütlü rahatlığının yerini, koşturmaca toplumunun depresif kaotik ortamı alıyor ve bu stres ortamına en iyi çözüm, gene aynı Koreli düşünürden geliyor: "Yeni bir dostluk türü" kurmak. Bunun anlamı, herkesin birbirini olduğu gibi kabul ettiği bir birliktelik durumu. Acaba çözüm bu mudur, yoksa başka birşey mi? Galiba en iyi çözüm, gelecek korkusu üreten ve insanları bir koşuşturmacaya zorlayan para bazlı rekabet mantığı. Paranın (kâr motoru üzerinden sürekli artmak isteyen) zorlayıcı etkisinden kurtulunsa, sorun belki kendiliğinden hallilacak. Hatırlayın: Gelir dağılımında uçurumların olmadığı günlerde dostluklar/akrabalıklar ne kadar daha canlı ve daha içtendi. Yapay farklılıklar üretip insanlar koşturan sistemin zehri alındığı takdirde, "Hiperaktif süper çocuklar" devrine son vermek işten bile değil -diyoruz ve ekliyoruz: dostluk esas, rekabet tâli olsun, neşeniz daim olsun.