Bu yazının burada olmasının üç nedeni var...
Birincisi, bir tür Türk-Japon hikayesi olması...
İkincisi, vasatizmin boyutlarını göstermesi bakımından bir örnek teşkil etmesi...
Üçüncüsü, burada yazdıklarımı anlattığım bir arkadaşımın, bloga kitap/yazı eleştirilerinin yanı sıra mekan eleştirileri de yazmamı önermesi...
(Gerçi Türkçe bilmiyor, ama blogdaki bu eksikliğin farkına varmış -Google çeviri motoru sayesinde!)
Yazının konusu, gene Boğaz vapurunun bir ucunda başlayıp öbür ucunda biten bir İstanbul turu sırasında uğradığım iki mekanda şekillendi.
İlki, Türk Edebiyat Vakfı'nın Sultanahmet Divanyolu Caddesindeki 'Edebiyat Kıraathanesi.'
Ben bu vakfı ve onun Sultanahmet meydanı sayılabilecek bir yerdeki Osmanlı'dan kalma eski taş mekanını, gizemli bir yer olarak algılardım. Eskiden buraya girmek, edebi çevreye has bir ayrıcalıkmış gibi gelirdi bana.
Vakıf, 'Türk Edebiyatı' adında, estetik bakımdan özenli bir dergi çıkarıyor. Ama derginin son sayılarına baktığınızda kendinizi 1912'lerde falan sanıyorsunuz. Eski harflerin grafik bakımından bolca kullanıldığı, fesli adam resminin bolca göründüğü, iyiden iyiye 'İslami' kesimin dergisi haline gelmiş bir edebiyat dergisi...
Son beş sayısını gözden geçirdim ve çağdaş Türk edebiyatından -başörtülü birki hanım dışında- hiçbirşey göremedim. Hakan Günday, Orhan Pamuk, Murathan Mungan, Perihan Mağden ve diğer -islami olmayan- yazarlar (ki zaten tamamına yakını 'İslami' değil) sanki Türk edebiyatından değil, Türkiye'de yaşamamış...
Dergileri nerede inceledim biliyor musunuz? O "gizemli" taş binada...
Sofistike, ilginç, şaşırtıcı bir yere girenlerin meraklı ürkekliği ve şaşırmaya hazır sevinciyle girdim binaya. İç mekan tamamen tatlıcı yapılıp turistlere ayrılmış, ayıp olmasın diye de en küçük odaya kitaplar tıkılmış. Kitapların tamamı, islami yazarların veya Cumhuriyetin ilk dönemlerinde yazan ünlü edebi klasikler... İşte ben hayal kırıklığımla başa çıkmaya çalışırken, orada bir de dergi standı gördüm. 'Türk Edebiyatı' dergisinin en yeniden başlayarak geriye doğru giden sayıları... Kitaplara ve dergilere bakan tek kişi olarak, üzüldüğümü söylemeliyim. Çünkü ben bu dergiyi arada alırdım, okurdum.
Biraz oturmak istedim ama yer yok...
Bütün masalar dolu. Hemen herkes turist ve ortada gezinen, dikkat çeken bir garson...
Adam çok konuşuyor, herkese laf atıyor ve herkesle ayrı dil konuşuyor...
Nihayet boş bir masa bulup oturdum. Tatlı menüsü çok zengin. Sütlü tatlılar bol ve renkli!.. Yani görünümlerine de dikkat edilmiş. Kestaneli muhallebi, portakallı-limonlu muhallebi gibi lginçlikler çok...
Tatlı yemeyen ben, 'Meyveli tatlılar' listesinden 'Bergamot' sipariş etmeye karar verdim. Çok konuşan garsona:
"Bana 'Bergamot' getirir misiniz?"
"Bergamot mu, Bergamot ne?"
"Meyveli tatlılar menünüzde ikinci sayfada en altta."
"İlk defa sizden duyuyorum. Bunu sipariş eden olmamıştı."
Garson "Bi'dakka" deyip gitti ve köşede, şef garsona benzeyen -veya daha tecrübeli- başka bir garsona, benim de duyabileceğim tonda sordu:
"Bergamot ne?"
İkisi yanıma geldiler. Diğeri:
"Bergamotlumuz kalmadı efendim, isterseniz sakızlı getirelim."
"Ben 'Bergamotlu kahve' istemedim, listenizdeki 'Bergamot'u merak ettim."
Bu kez menü kartında gösterdiğim yere baktı. Yüzündeki ifade, önüne İstanbul haritası koyduğunuz İstanbul taksi şoförleriyle aynı. Her an şöyle sorabilir gibi: "Abi bu abstrakt resim Picasso'nun mu?"
Nihayet, "öyle şeyler"in bulunmadığını söyledi ve ben "başka birşey" sipariş ettim...
Şimdi burada, Edebiyat Vakfı'nın o gizemli binasının ve atmosferinin turistik katli ötesinde şeyler de var...
İlki, bu alaturka sallapatiliğe asla alışmadığımı ve asla alışmayacağımı buraya yazmam gerek...
İkincisi, bu çok konuşan garsonun (bana değil) turistlere tavrı ibretlik...
Geçenlerde Mısır Çarşısı'nda bir satıcının Çinli turistlere (kadınlara) alenen laf attığını, erkeklerle de dalga geçtiğini görmüştüm. Turistler, böyle tiplere sadece birkaç saniyeliğine katlanmak zorunda kaldıklarından genellikle gülüp geçerler (ben de öyle yapıyorum) ama bu, çok hoşlarına gittiği anlamına gelmez. Eskiden bu tavırlar çok daha feciydi, biraz yontuldu... Edebiyat Kıraathanesindeki garson böyle kaba değildi elbette, ama Avrupa ülkelerinde ve geneldeki nezaket kurallarını zorlayan bir tarz ve tona sahip. İstanbul'un büyüsü arasında böyle dikenler kaynayıp gider elbette. Ama oturduğunuz bir mekanda, önünüzdeki garson her millete böyle "hoşluklar" yapmaya kalkınca, bu dikkatinizi çekiyor...
Aynı "hoşluğu" aynı sözlerle -ama Türkçe- Türklere yapmayı denemeli bence! (hır çıkabilir)
Bergamot'u hiç duymamış çebebaz garson, İngilizce Almanca ve İtalyanca parçalayarak birçok nezaket kuralını -belki de bilmeden- çiğnedi. Turistler yüzüne gülüyorlar -ama adam gittikten sonra arkasından konuşuyorlar...
Şimdi benim kişisel kararım:
Galiba bir daha oraya gitmeyeceğim. Orayı eski haliyle hatırlamak istiyorum.
İkinci olay, İstinye Park'tan. Burada iki ilginç mekan var benim ilgi alanıma giren. Biri, en üst katta Moğol mutfağı da sunan yer, diğeri, onun bir alt katındaki 'Dim Sum' lokantası. Hong Kong mutfağı. Benim açımdan sadece mezelerden oluşan muazzam bir mutfak. Bu mekan malesef fazla ilgi görmüyor ama iyi olduğunu özellikle belirtmeliyiz. Bu yazıyı ilgilendiren mekan, alt katta sinema gişelerinin yanındaki 'Far East'.
Bu mekanın dolu olduğunu hiç görmedim. Zaten Çin ve Japon mutfağını birlikte sunan yerlerde mutlaka bir "hata" oluyor -gibi bir önyargım vardı- ama Far East, o ön yargımı biraz kırmıştı, çünkü ucuz, iyi ve özenli Sushi yapıyorlar...
Edebiyat Kıraathanesi ile Far East'in ortak yanı, o alaturka sallapatizmi!..
Ben Far East'te 'Sake' içme gafletinde bulundum!..
Japonların pirinç şarabı Sake, küçücük porselen bardaklarda ve sıcak içilir. (Bence... tabii soğuk içenler de var).
Siparişimi verdim, iki saniye sonra ateş gibi sıcak, el deymeyecek kadar sıcak, küçük porselen bir bardak geldi!..
Normal olarak Sake, bir porselen pot içinde ısıtılır ve... belli bir ısıya kadar ısıtılır. (Süt değil ki bu kaynatılsın) Bu bir...
İkincisi:
"Siz bunu mikrovellede mi ısıttınız?"
"Evet efendim."
Şimdi bu soruya Japonya'da bu cevabı verseniz, kulağa aynen şöyle gelir herhalde:
"Bu Sakeyi siz mi öldürdünüz?"
"Evet efendim."
(Sake, eski bir geleneği de sürdüren, ritüel roller üslenebilen bir içecektir. mesela Türklerde -Orta Asya dışında- tamamen bitmiş Saçı geleneğini Japonlar sürdürürler. Saçı saçmak, kutsamak, eski göçebe geleneğidir ve Japonlar bunun için Sakeyi kullanırlar.)
...
Mikrovelleden çıkma Sakenin tadı kötüydü tabii. Ve o zaman, o mekanda çalışanlardan hiçbirinin -buna belki nazik mekan müdürü hanım da dahildir- ama hiçbirinin Sake içmediğini anladım...
Ne sattıklarını bilmiyorlar (en azından bana öyle geldi), tıpkı Bergamotun ne olduğunu bilmeyen ama İngilizce bilen garson gibi!
Mikrovelleden çıkan Sakenin Sakelikten çıktığını bilmiyorlar!
(Ama Sakeyi mikrovellede ısıttıklarını söyleyecek kadar da dürüstler hiç olmazsa!)
Türk kahvesini fokur fokur kaynattıktan sonra fincana dökerseniz o nasıl Türk kahveliğinden çıkarsa, Sakeyi mikrovellede ısıtırsanız sakelikten çıkar...
Sake -piyasada en çok bulunan ve üzüm şarabı kadar düşük alkol seviyesine sahip olan cinsiyle- en iyi 40-55 derece sıcaklıkta içilir. 50 küsür Derece sıcak olana 'çok sıcak', 40 derecelerde olana da 'sıcak' Sake diyorlar. Tabii kimse bu ısılarda içmek zorunda değil. Oda sıcaklığında da içilir (Ginjo veya Daiginjo).
Ben mekanın mikrovelle sırrını ortaya çıkarınca, mekan müdürü olduğunu sandığım genç bir kadın hemen yanıma geldi, bana yeni bir Sake getirmeyi önerdi, tabii kabul ettim. Normal yollardan ısıttığını tadından anladığım yeni bir Sake getirdi.
Sake, olması gerekenden çok daha az ısınmıştı. (Tabii hemen ısınmaz, biraz sürer) Belli ki acele etmiş, beni fazla bekletmek istememişti. Sakeyi ısıtmayı denemesine, koşturmasına, çabasına, ilgisine teşekkür etmeliyim. Sadece onun güzel hatırı için bu yazı buraya üç gün rötarlı girdi...
Ama Sake katlini görmezden gelmem mümkün değildi...
(Türk kahvesi katline de aynı tepkiyi vermiştim yurtdışında...)