Ulus-devletler sistemi kurulup oturduğundan bu yana paradigma değişiklikleri yaşandı. Bunlardan -konumuzu ilgilendiren- en önemlisi, 'Ulusal Kurtuluş Hareketleri'nin silah kullanma hakkıydı. Bilindiği gibi meşru yoldan silah/ordu kullanmak, sadece devletlere tanınmış bir hak sayılıyordu. Bu hak, Sovyetler Birliği'nin (ve daha sonra Çin Halk Cumhuriyeti ve diğer sosyalist ülkelerin) desteklediği Ulusal Kurtuluş Hareketlerine DE tanınması sonucu bir çağ kapandı. Bu yenilikten yararlanan hareketlerden biri de, Türk Ulusal Kurtuluş hareketiydi (Müdafaa-i Hukuk).
Liberal ve Kooperatist (sosyalist) kapitalizmin hüküm sürdüğü devirlerde, silah kullanma hakkı, ulus-devletlerle doğrudan/dolaylı ilişkili olmayı sürdürdü. Sonuçta, silahlı mücadele yürüten her ulusal kurtuluş hareketinin arkasında bir veya birkaç ulus-devlet bulunmaktaydı. Ve şöyle berbat bir anlayış hakimdi: Ulus devletler kendi sınırları dahilinde 'Egemen' (Souverän/sovereign) idiler ve bunun o zamanki anlamı, "astığı astık kestiği kestik" demek olabiliyordu. Yani devletler, "sınırlarım dahilinde istediğimi yaparım" temel mantığından hareket ediyorlardı. Buna izin veren, bir de ekonomik sistem vardı: Milli Ekonomi. Kendi sınırları dahilinde işleyen liberal ekonomi (veya sosyalist ülkelerin kendi sınırları dahilinde ve blok sınırları dahilinde işleyen "sosyalist" ekonomi).
Sosyalist Blok ve onun kooperatist kapitalizmi çöktükten sonra -ki aslında kapitalizmin bir kanadının çöküşüdür ve asla kapitalist bir çöküş olarak algılanmamıştır, onun yerine Batılı liberal kapitalizmin zaferi olarak pazarlanmıştır. Daha sonra, eski sosyalist bloğun nüfuz alanı, dünyanın 'Sorun bölgeleri' olarak yeniden ortaya çıktı.
Sosyalizmin çöktüğü bölgenin, yeni liberal kapitalizm tarafından (neoliberal kapitalizm tarafından) işgal edilip edilemediği açısından baktığımızda, bu bölgelerin bir kısmının 'ekonomisiz' yerler haline geldiğini görüyoruz. Hatta günümüzde devletsiz bölgeler de ortaya çıktı -mesela Somali ve benzeri Afrika ülkeleri, Afganistan ve daha birçok eski Sovyet nüfuz alanında ne (kapitalist) ekonomi denen şey vardır ne de devlet... Ve ulus-devletlerin destekleyeceği veya desteklemeyeceği siyasi gruplar da yoktur. Bunlar daha çok çetelere benzeyen, oluşup dağolan ve sonra yeniden şekillenen isyancı silahlı gruplardır ve eski ulusal kurtuluş hareketleri gibi kimseden icazet beklememektedirler.
Yakın zamana kadar son tahlilde ulus-devletlerin doğrudan veya dolaylı olarak destekledikleri 'Silah kullanma hakkı' meşruiyeti, kontrolden çıkmıştır, çünkü sistem bazı bölgeleri artık kontrol edememektedir. Üretilmeyen, tüketilmeyen, çalışılmayan, devletin olmadığı veya minimum işlere indirgendiği bölgelerde, kapitalizm üzerinden (demokrasi, iş, güç, mülkiyet vs. üzerinden) halkları kontrol etmek güçleşmiştir.
Sosyalizmin eski nüfuz alanlarına bakınca, neoliberal dönemde (yani kapitalizmin sosyalist yarısının çöküşünün ardından yaşanan dönemde), büyük bir altüst oluş görüyoruz. Özellikle Balkan ülkeleri, neoliberal ekonomiye ayak uydurmak için korkunç bir sefalet yaşadılar ve Yugoslavya'ya müdahale olayı geldi. Ardından, eski sosyalizm müttefiki Irak'a müdahale edildi. Bu iki olay, "demokrasi" bahanesiyle yapılan, Yugoslavya'da kanı durdurmayı amaçlayıp ülkeyi parçalayarak sonuç almayı deneyen, Irak'da ise alenen tahrip ve işgal eden iki yeni denemeydi. Ortak özellikleri, meşru silah kullanma hakkının, ülkelerin dışındaki güçlere tanınmasıydı. Bu bahane/yenilik, Irak konusunda hiçkimseyi ikna etmedi ve olay, "Bütüncül emperyalizmin, bir ülkeye doğrudan askeri müdahalesi ve o ülkeyi işgali" olarak algılandı. Ne Yugoslavlar ne de Iraklılar, dış güçlerin ülkeyi işgalini istemişlerdi. Hele Iraklıların, bu yönde en ufak bir talebi olmadı. Liberal/sosyalist kapitalizm döneminden kalma, "kendi sınırları dahilinde astığı astık kestiği kestik" diktatörlüklerin sallandığı bir dönemde yaşıyoruz. Arap baharı sadece Arap değil. Çin sertleşti. Küba bile reformlar yapacağını ilan etti. Örnekler çok. Global bir fenomenle karşı karşıyayız ve ben bunu, kapitalizm sonrası dönemin şekillenmesi aşamasında ilk büyük gelişme olarak yorumluyorum. Postkapitalist bir gelişme olmasının nedeni, liberal/sosyalist/neoliberal dönemden tamamen farklı olması ve çöken ekonomiden bağımsız olmaya çalışan demokratik bir karakter sergilemesi.
Sosyalizmin ardından Ortadoğu'da kurulan en ilginç ittifak, İran-Suriye-Hamas-Hizbullah ittifakıydı. İttifakın son deminde Türkiye'nin de katıldığı bu ittifak, İsrail'e karşı kurulmuş gibi görünmekle birlikte, İslamcı ideolojiyi ve İslamcı antisemitizmini kullanarak (bu sayede Şii-Sünni farklılığı ötesinden konuşabilen) yeni bir güç/iktidar odağı olarak Ortadoğu'da ortaya çıktı. Ahmedinecad, Esad ve Erdoğan'ın hayalleri Arap baharıyla tuzlabuz oldu.
Şimdi halkların demokrasi talebi ile her fırsatta çok yönlü/boyutlu protesto gösterileri oluyor ve bu hareketler, internet üzerinden hızlı bir şekilde örgütlenebiliyorlar. Kontrol edilmeleri imkansıza yakın. Bütün sosyal platformları izlemek mümkün değil. Ayrıca bu hareketlerin izlenebilecek önderleri yok. Aniden ortaya çıkıyorlar, bir saat içinde örgütlenip iki saat içinde sahaya inebiliyorlar. Bu hareketlerin, devletsiz/ekonomisiz ülkelerdekinden farkı, interneti/haberleşmeyi çok iyi kullanması ve demokratik yolları kullanarak şiddete -mümkün olduğunca- başvurmaması... Derken silah kullanmaya da başladılar. Libya ve Suriye, bu işin en kanlı versiyonunun yaşandığı yerler 2011 baharı itibariyle.
Libya'da çok önemli birşey oldu ve dünyanın tamamına yakınının ittifakıyla NATO ve Batı, Kaddafi'nin halkını öldürmesine karşı silahlı müdahalede bulundu. Bu olay, ulus-devletler sistemi açısından yeni bir kaliteye işaret ediyor ve enine boyuna tartışmayı gerektiriyor. Burada, 'kanlı bir diktatöre, onun ulus-devletinin sınırlarını çiğneyerek dışarıdan askeri müdahalede bulunmak' gibi yeni bir durum var -ve Irak olayından oldukça farklı, çünkü Libya'da çok geniş bir halk kesiminin, bir dış müdahale talebi var. Bir diktatörün kendi halkını katline karşı dış güçleri davet ettiler ve bu davet, eskinin güdük Komünist Partilerinin Sovyetleri yardıma çağırmalarından çok farklı bir durum. Çünkü çağıranlar, evrensel bir demokrasi kurmak istiyorlar -hem de evrensel bir demokrasiyi taşıyacak ekonomilerinin olup olmadığını düşünmeden...
Libya'ya müdahale, kısmi başarılarına rağmen sonuç almış değil. Libya'ya asker göndermek tartışılıyor -ki asker gündermek, Avrupa'nın tarihi bir hatası olacağını söylemiştik. Libya tecrübesinin devamı, şimdi Suriye'de yaşanıyor. Aslında kimse ne yapacığını bilmiyor, ama ortada, bir türlü dinmeyen bir halk isyanı ve demokrasi talebi var. Buna karşı Esad, tam bir faşist gibi davranıyor ve halkını öldürüyor. Türkiye'nin bu konuda pısırık kalması anlaşılabilir bir durumdur, çünkü Suriye'de Esad'ın düşmesi, Erdoğan-Ahmedinecad-Esad hayallerinin sekteye uğraması (üçlü sacayaklarından birinin devrilmesi) anlamına geliyor. Türkiye, safını belirlemek zorunda. Esad'ın yanı mı, AB ve ABD'nin yanı mı?
Türkiye'de Suriye olayı ve hükümetin sessizliği eleştiriliyor. Avrupa'da, Suriye'ye müdahalenin Libya'ya müdahaleden daha zor olacağı konuşuluyor (basın özgürlüğünün böyle bir avantajı var: Avrupalılar herşeyi çok açık konuşuyorlar, Türkiye'deki gibi ima, eğip bükme falan yok). Danimarka gazetesi Jillands Posten, Batılı ülkelerin Suriye'de Esad'ın kalmasından yana olduğunu, Esad'ın bir istikrar faktörü olduğunu düşündüklerini yazdı (28 Nisan). İşin özü budur: İstikrar. Şu anda, kapitalizmim merkez ülkelerinin (NATO vd.) sistemin işlemediği yerlere müdahalesinin ana fikri istikrarı sağlamaktır. İstikrar, sistemin işlemesi bakımından elzemdir. Gazete, Esad'ın mutlaka uyarılması gerektiğini ve halkı öldürmeye son vermesi için baskı altında tutulması gerektiğini söylüyor. Neden böyle yapılmalıymış biliyor musunuz? Batı inandırıcılığını yitirmesin diye! Yani sonuçta istikrara bir halk kurban edilebilecek -tabii Esad (ekonomik) istikrarı sürdürebilirse. Rum Etnos gazetesi de, Esad'ın "yararlı biri" olduğunu düşünüyor (27 Nisan). Hollanda gazetesi Trouw, Esad'ın izole edilmesi taraftarı (28 Nisan). Slovakya'da çıkan Solcu Pravda gazetesi, Esad'ın halka saldırmasına seyirci kalınamayacağını düşünüyor, ama kesin olarak ne yapılması gerektiği konusunda bir fikri olmadığı anlaşılıyor (27 Nisan). Çaresizlik, ön planda. Avusturya gazetesi Der Standart ise, Suriye'nin iç savaşın eşiğinde olduğunu yazdı (26 Nisan). Gazete, varlığı Esad'ın iktidarına bağlı geniş bir kesime dikkat çekerek, bu kesimin Libya'daki gibi direnebileceğini düşünüyor. Son haberler, Suriye Esad yünetimine karşı 'tüm opsiyonların' masada olduğu yönünde -yani askeri müdahale de olabilir. Müdahale, İran'ın bölgesel emellerine ve Erdoğan'ın 'Yeni Osmanlı' hayallerine darbe vurmak demek.
Burada şimdilik en önemli konu, giderek artacağı anlaşılan Libya, Suriye gibi yerlere, askeri müdahale opsiyonunun hukuki zemininin nasıl oluşturulacağı sorusu. Sistemin merkez ülkeleri kendi ekonomik sorunlarıyla boğuşurken ve ABD ekonomik nedenlerle hiçbir yere asker gönderemezken, bu işler nasıl yapılacak? Yani hukuki dayanağı da olsa, böyle yerlere askeri müdahale nereye kadar mümkün? Kesin olan şey, halkların kendi güçlerini yeniden anlamaları -va apolitizmin içinden yeni bir postpolitik protesto türü geliştirmeleri, bunu iletişim ağları üzerinden telefon ve internetle yapmaları. Öndersiz yeni demokrasi hareketleri, genişliği ve çeşitliliği nedeniyle önlenemez şeyler. Bunların askeri dış destek de alabileceği ihtimali, bu hareketleri daha da güçlü ve dayanıklı kılıyor. Artık kesin olan şu: Halkların istemediği birşey yürümüyor.
Türkiye, -özellikle Kürtler nedeniyle- Arap Baharı'nın etkilediği ülkelerden biri. Önce, haksızlık/hukuksuzluk ve polis devleti yöntemleriyle artık hiçbir yere gidilemeyeceği anlaşıldı. KCK tutuklamaları ve Ergenekon yılıan hikayesi, bunu gösterdi. Kürtlerin 'Sivil İtaatsizlik' eylemleri, zamanın ruhuna tamamen uygundur ve "özerklik" gizli talebi istikametinde devam etse de, demokratikleşme ile birlikte keskinliğini kaybetmekte, daha makul bir çizgiye gelmektedir. Bu opsiyonun arkasındaki güçlü desteklerden biri, Libya'ya NATO'nun askeri müdahalesidir ve Suriye'ye karşı tutumdur. Yani Türkiye'nin Kürtlere karşı sert asker/polis operasyonları yapmasının giderek zorlaşması hatta imkansızlaşması gündemdedir. Kürtlere karşı sertleşerek onları susturmaya kalkmanın, Türkiye'ye karşı askeri bir dış müdahaleye kadar gidebileceği ihtimali, pozitif etki yaptı. Bu ihtimal, Kürtleri radikalleştirmedi, tam tersine ılımlı ama açık/net ve demokrat olmalarını destekledi -ki çok olumludur. Olayların genel trendi 'demokratikleşme' olduğundan, AKP'nin şekilsel demokrasi anlayışı her alanda kaybediyor. Erdoğan'a ve dış politikasına karşı dünyada yükselen tepki de, Türkiye'deki demokrasi hareketinin iki önemli aktörüne BDP'ye ve CHP'ye güç katmaktadır. Ulusal sınırların öneminin -özellikle halkların isteğine bağlı olarak- önemsizleştiği bir dönemde, dış müdahale opsiyonunun miliyetçi çıkarlar haricinde işlemesini sağlamak, uluslararası demokrat kamuoyunun görevi olmak zorunda. Makro ve mikro milliyetçiliklerin "demokrasi" diye sunulmasına karşı çıkmak gerekiyor. Ama bu konudaki gelişmeler, Türkiye açısından olumlu bir istikamette ilerliyor. Herşeyden önce gerçek demokrasinin nasıl büyük bir güç olduğunun keşfi, özellikle CHP'yi, BDP'yi ve gençliği kanatlandırmış görünüyor. Kısacası Türkiye, 'Arap Baharı' diye nitelenen devrimci dalgadan olumlu etkileniyor. Şimdi Suriye'ye müdahale aşamasında Türkiye yeni bir sınav daha verecek.
Şimdiden kesin olan şey ise, AKP iktidarının ideolojik dış politikasının toptan iflası.