Bu önemli sorun özünde, karar vermekle ve ayrılıkla ilgili bir sorun gibi görünüyor.
Ölümle sorunlu bir ahvadın çocuklarıyız. Teoride "ölüm, yaşamın bir parçasıdır" denmekle birlikte, modern dünyanın bu lafa inanmadığı ve bu hayata "aşırı derecede" tutunduğu malum. Burada "aşırı" derken, insanların onurlu/haysiyetli ölümüne dikkat çekmek istiyoruz.
Bu konuyu ne zaman düşünsem, aklıma Rahmi Koç'un bir sözü geliyor...
Sakıp Sabancı hastanedeydi ve gazeteler sağlığı hakkında haberler veriyordu. Sabancı'nın her an ölümü bekleniyordu ve Rahmi Koç bir yerde, "Zengin olanı bırakmıyorlar ki ölsün" gibi birşey söylemişti.
Kapitalizmin Türkiye'de ifadesi olmuş bu iki kişiden ne Koç ne de Sabancı benim için sempatikti. Ama o gün, ölmekte olan bir insanın insan yüzünü daha iyi gösterebilecek daha özlü bir söz söylenemezdi. Parasının kurbanı olarak mutlaka kurtarılmak adına acı çeken ve evinde ölemeyen bir insana o gün gerçekten çok üzülmüştüm. Sakıp Sabancı, hastanede vefat etti. "Günümüz tıbbı, bırakmıyor ki insanlar onuruyla ölsün" diye de özetleyebiliriz bu olayı, ama burada suçlu olan kesinlikle modern tıp değil. Doktorlar, modern konteksin içinde, bildiklerinin en iyisini yapmak için çırpınıyorlar. Hayat kurtarmak sahiden de kutsal bir şey, ama kurtarmak adına insanlara eziyet etmeden.
Modern insan, "bu hayata" çok bağlı. Maddeci/rasyonel bir anlayışın esas olduğu günümüz dünyasında insan, irrasyonel hayattan öyle kopuk/uzak ki... Bu durum, ölümü kabul etmekle sorunlu olmak anlamına da geliyor. Rasyonalizme bu derece inanç, biraz fazla. Bu fazlalığın derecesini konuşmak gerekiyor.
Dinlerin yerini alan bilim, insanın esas inandığı şey haline geldi. Şimdi bu katı inancın biraz da olsa yumuşatılması gerekiyor. Herşeyin bir sonu olduğu gibi bilimin mutlakiyetinin de bir sonu, sınırı var! Kulağa saçma da gelse, bilim, kendi sınırlarını daha gerilere doğru çekmekte ve hakimiyet alanını -eskiye oranla- küçültmektedir. Madem bilime bu kadar çok inanılıyor, o halde bilime aykırı gibi görülen (ama mesela kutsal kitapların binlerce yıldır yazdığı) şeyleri, gene bilimin insanlara göstermesi, galiba en doğru yol olacaktır.
Bilim konusunda dünyanın önünde duran en büyük şok, bilimin de bir inanç olduğunun anlaşılması olabilir -tıpkı birzamanlar asla tartışılmadan inanılan dinler gibi.
Bilimin, tamamen aciz olduğu alnanlar var...
Bunlardan biri de 'Ölüm ve ötesi' konusu -idi. Ölüm, bilim için kesin son demekti. Onun ötesi "hikaye" sayılırdı! (İşte insanlar ölüm korkusundan kurtulmak için kendilerine masallar uydurmuşlardır, ölümden sonra ruhlarının ölmediğine inanarak, kendilerini avutmuşlardır falan.) Bilime göre inançlar, matematikle (ve mesela parayla) pek ölçülemediğinden, "biraz" batıl inançtırlar!
Ölmekle/ölümle sorunlu olmanın ve dünya nüfusunu 2012'de 7 milyara çıkaracak olmasının temelinde, "Sadece bu dünya" anlayışı yatmaktadır. Ölümün hayatın bir parçası olduğu gerçeği sadece laftır!
Öyle midir?!..
Konuyla ilgilenmiş olanlar, ünlü doktor Moody'yi mutlaka duymuşlardır. Raymond Moody, daha 1975 yılında yayımladığı 'Life after Life' kitabıyla, bu konuda ilk ciddi bilimsel çalışmayı yapmıştır. Kitabı 1980'lerin sonunda okuduğumda çok etkilenmiştim. 150 Ölüm olayını/anını inceleyen araştırması, resmen öldükten sonra mucizevi bir şekilde hayata dönen veya döndürülen insanlarla yapılan konuşmaları içeriyordu. Birbirini hiç tanımayan insanların birbirine bu kadara benzeyen şeyler anlarması dikkat çekiciydi. Tabii bilim çevreleri tarafından fazla ciddiye alınmamıştır. Nedeni basittir: Hakim modern anlayışa/inanca göre bunlar gülünç iddilardır. Ne kadar bilimsel olsalar da, sonuçta hayata geri dönen canlı insanların anlattıkları şeylerdir, "öbür dünya"dan hiç kimse konuşmamaktadır! Çünkü yoktur, yani "öteki dünya" diye birşey yoktur, -varsa da dilsizdir... Moody, araştırmaları sonucu ölümün algılanmasının 16 özelliğini belirlemiştir. Hepsini burada saymaya gerek yok, ama insanın bir tünelin içinde ilerlemesi konusu vardır mesela -ki bunu herkes biryerlerden duymuş veya okumuştur. Daha önce ölmüş olan yakınlar tarafından karşılanmak, ışıktan oluşan bir varlığın insana sorular sorması ve ondan kendi hayatını değerlendirmesini istemesi (bu ışık, insanın inanışına göre farklı farklı adlandırılmaktadır. Mesela Hristiyan olanlar Hz. İsa ile karşılaştıklarını söylemektedirler Bunları anlatanlar, yeniden hayata dönenler olduklarından, bir yerde onlara hayata geri dönmeleri gerektiği söylenmekte, ölü olan kişi dönmemekte direnmektedir. Sonunda geri dönmeyi kabul ederek hayata dönemektedir vs.
Ölümden geri dönenlerin ölüm korkusundan kesinlikle kurtulmaları, çok öğreticidir. Bunun nedeni, ölümden sonra yaşamaya devam etiklerine bizzat şahit olmalarıdır.
Tabii Moody ve ondan sonraki birkaç araştırma asla fazla ciddiye alınmamış, reddedilemeyen yan çalışmalardan biri olarak esoterik kitaplar arasında yaşamaya devam etmiştir.
Şimdi, bu konuda daha çok şey biliniyor ve çok daha "inandırıcı" araştırmalar yapıyor. Modern insanın ölüm korkusunu azaltacak araştırmalar bunlar. Ölümle daha barışık olmayı destekliyorlar.
Yeni araştırmalar, insanın öldükten sonra tamamen bilinçli olarak yaşamayı sürdürdüğünü iddia etmekle yetinmiyor, ölümden sonra kendini çeşitli alanlarda geliştirmeyi de sürdürdüğünü bile söylüyor.
(Tabii bu araştırmalar, esas olarak ölüm korkusuyla mücadele etmeyi amaçlıyorlar. Bilime inanlara: Bu araştırmaların bilimsellikleri bir yere kadar.)
Konu hakkında çalışan Hristiyan bir ilahiyatçının, 20 yıl önce ölen ikiz kardeşinin onunla ilişkiye geçtiğini "anlaması" ile başlayan araştırmaları bir yana, (Kardeşi öldükten sonra uzunca bir süre, çeşitli şekillerde onunla haberleştiğini ve yaşadıklarının halüsinasyon olmadığını "kanıtlamış.") asıl üç Slovenyalı doktorun yeni çalışmaları ilginç görünüyor. Zalika Klemenc-Ketis, Janko Kersnik ve Stefek Grmec, araştırmalarıyla tıp çevrelerinin ilgisini çektiler (tıklayınız). Ölüm sırasında kanda Karbondioksit oranının yükselmesine, beynin mistik görüntülerle/tecrübelerle yanıt verdiğini kanıtladılar. Ama araştırmanın sonuçları, herşeyi maddi dünyaya indirgiyor.
Ve vardıkları yer onları ürkütmüş olmalı ki, sonuçtan kuşkulanıp, "o kadar da emin olmamamız gerek" diyerek noktalamışlar çalışmalarını. Yani bir şey var, tüm kanıtlara rağmen itiraz ediliyor, -rasyonelliğin ötesinde birşey.
Galiba bu ikirciklilik halinin kabulü, buradaki esas konu...
Biz burada, 2006'da ölüp, mucize bir şekilde yeniden dirilen Hint asıllı Hong Kong'lu bir kadının, Anita M.'in anlattıklarıyla yazımızı sonlandırıyoruz:
"2002'de kanser oldum. 2006'da o kader günü geldi ve hareket edemez oldum. Doktorlar bana yaşamam için 36 saatlik bir ömür biçtiler, çünkü organlarım iflas etmeye başladılar. Ruhumun bedenimden nasıl ayrıldığını hissettim. Odanın on metre dışarısında bekleyen kocamın ve çocuklarımın doktorla konuşmalarını dinledim. Dirildikten sonra hayretler içindeki kocama, onun sözlerini aynen aktardım. Başka bir boyuta geçtim. Tam bir sevgi atmosferindeydim. Ayrıca şaşırtıcı bir kesinlik/açıklık halindeydim. Neden kanser olduğumu ve dünyadaki hayatımı neden yaşadığımı öğrendim. Kozmik/evrensel planda ailemin her bireyinin benim hayatımda oynadığı rol ve bu dünyadaki hayatın nasıl döndüğü de bana gösterildi. Bu konudaki kesinlik, tarif edemeyeceğim yoğunluktaydı. Bunları anlarken söylenen sözler, kesinlikleri itibariyle henüz icad edilmediler. Algıladığım, hissettiğim şeyler de öyle.
Hayatın nasıl bir hediye olduğunu anladım. Farkında olmasam da etrafımda, sürekli sevgi dolu spiritüel varlıkların olduğunu gördüm. Biz insanların nasıl şaşırtıcı imkanlara sahip olabileceği gösterildi. Benim hayatımın anlamı da, "Yeryüzünde Canneti" yaşamak ve bunu diğer insanlara anlatmaktı. Buna rağmen ölümle hayata dönmek arasında seçim yapabilirdim. Bana, ölüm zamanımın henüz gelmediği ve bir seçim yapabileceğim söylendi. Ama eğer ölürsem, benim hayatım için hazırlanan hediyeleri yaşayamayacağım söylendi.
Benim bilmek istediğim, geri dönersem, gene o hasta bedene mi geri döneceğimdi. Bana bedenim çok hızlı bir şekilde iyileşeceği söylendi -hem de aylar sonra değil günler sonra! Hastalıkların, bedensel ifadesinden önce enerji boyutunda (Japonlar buna 'Ki' veya 'Qi', Çinliler 'Chi' diyorlar. Bir bütün olarak düşünülecekse, Dao/Tao diye adlandırılır. Eski göçebe kültüründeki adı, 'Kayrakan'dır. S.S.C.) başladığı gösterildi. Yaşamaya karar verirsem, kanserin, enerji alanımdan ve bedenimden kaybolacağını, sonra hızla iyileşeceğimi söylediler. Çok sağlıklı bir enerjiyle hayata geri dönebileceğimi anladım. Bu (enerji) ilke, sadece hastalıklar değil, hayatın her alanıyla ilgiliydi. Hayatımızda olan herşey, bizim ürettiğimiz bu enerjiyle ilgiliydi. Etrafımızda olanları ve yaşam koşullarımızı oluşturan bizleriz.
İki dünya arasında gidip geliyordum. Ve her seferinde, gittiğim dünyada bana daha fazla görüntü gösteriliyordu. (...) Kocamın kendi hayatını benimle yaşamak istediğini gördüm. Ben öldükten sonra beni izleyecek, ardımdan o da ölecekti.
Yaşamaya karar verirsem, organ testlerimin düzelip organlarımın yeniden çalışacağı söylendi. Kararlarımla, testlerin sonucunu belirleyebileceğimi anladım! Seçimimi yaptım. Ayıldığımda, hangi tarafta uyandığımdan henüz emin değildim ve aklım karışıktı. Ailem, "İnanamadık! Vücudun teslim oluyor gibiydi!" dediler.
Sonra hızla iyileşmeye başladım. Doktorlar, kanser hücrelerini bulamadılar. Sonra iliğimde iz aradılar, orada da bulamadılar. Doktarlar büyük şaşkınlık yaşadı, akılları karıştı. Başlangıçtaki kemoterapiye iyi tepki verdiğim sonucuna vardılar. (...)
Benim kendi tecrübelerime göre herkese söylediğim şu: Hayatta mucizeler her zaman mümkün. Yaşadıklarımdan sonra, sözün tam anlamıyle herşeyin ama herşeyin mümkün olduğunu anladım. Biz bu dünyaya acı çekmeye gelmedik. Hayat çok güzel yaşanmalı. Ve biz çok seviliyoruz. Hayata bakışım tamamen değişti. Yaşarken/yeryüzünde Cenneti yaşamak/keşfetmek için bana ikinci bir şans verilmesinden çok memnunum."