Prof. Bernard Lewis'le Türkiye'nin geleceği hakkında yapılan söyleşinin Radikal gazetesinde 5 Mart günü yayımlanan kısmını, kısaltarak buraya alıyoruz.
Geçmiş her daim önem arz eder. Günümüz geçmişin ürünüdür.Türkiye’nin gücü, bağımsızlığını hiçbir zaman kaybetmemesinde yatıyor. Türkiye, İran ve Afganistan, bu coğrafyada, bağımsızlığını tamamıyla koruyan yegâne ülkelerdi. Diğer ülkeler Avrupalı emperyal yönetimlere bir şekilde boyun eğdi.
Bugün Türkiye’de, Osmanlı medeniyetinin ve Türklerin geçmişte Ortadoğu’daki liderlik rolünün romantize edilip, yüceltildiğini gözlemliyoruz. Türkiye’nin, eğitim ve ekonomi alanlarındaki kalkınmasının yardımı ile Ortadoğu’nun küresel statüsünün yükseltilmesi konusunda geçmişteki gibi liderlik rolü üstlenebileceğinin heyecanla savunulduğunu görmek mümkün. Sizce Türkiye, böyle bir gelişime ve değişime önderlik edebilecek potansiyele sahip mi?
Türkiye’nin belirtmiş olduğunuz bölge ülkeleri için öncü rolü zaman zaman oldu ancak kesintiye uğradı ve tersine döndü. Örneğin; astronomi konusunu ele alalım. Tam tarihini net olarak hatırlamıyorum fakat 1600’lü yıllarda dünyada iki tane büyük ve kapsamlı gözlemevi vardı: Bunlardan biri Avrupa’da diğeri ise Türkiye’deydi ve her ikisinde de gökyüzü gözlemleri yapılıyor ve yıldızlara dayalı veriler oluşturuluyordu. Ve başarıları da birbirine eşdeğerdi. Fakat zaman ilerledikçe, başarıları açısından aralarında büyük bir açık oluştu çünkü Avrupa’daki gözlemevi modern bilimin temelini oluşturur niteliğe bürünürken Osmanlı gözlemevi Kuran ile çeliştiği iddialarına dayandırılarak yetkililerce yıkıldı.
İslam ve Batı dünyası arasında pek çok farklılıktan söz edebiliriz. Bu farklılıkların bazıları, neden bir toplumun diğerine göre birtakım alanlarda daha önde olduğuna yönelik açıklama bulmada bize çok önemli ipuçları verir. Türk tarihçilerin bu konuyu açıksözlülükle tartışmasına yönelik saygım sonsuz. Geleneksel tarihçilik anlayışında başarısızlık ve sorumluluk kolay kolay itiraf edilen şeyler değildir. Genellikle başarısızlık ya bir başkasına aittir ya da bir başkasının şeytani kurguları sonucu gerçekleşmiştir. Başarısızlıkla sonuçlanan Viyana kuşatmasının ikinci başarısızlığıyla ilgili Osmanlı yapıtları o kadar açık sözlü ve açık yüreklilikle yazılmış ki. Nerede yanlış yaptık? Ne hatalar işledik? Bu tarz sorular sorulmuş ve yazarlar yenilgiyi hiçbir zaman bir zafer olarak açıklama yoluna gitmemiştir.
Bu, Osmanlı yıllarından bugüne köklenerek gelişen bir gelenek. Birey, grup ya da toplumların yaptıkları bir şey için sorumluluğu üstlenmeleriyle bir başkasına yıkmaları arasında sebep ve sonuç açısından büyük farklılıklar doğar. İşler yolunda gitmeyince sorabileceğiniz iki soru vardır: Nerede hata yaptık ve bize bunu kim yaptı? Eğer soruyu, Müslüman coğrafyada sıklıkla karşımıza çıkan, yani ikinci şekliyle soruyorsanız, bu sizi, sadece toplumsal ve kültürel nevroza olarak tanımlayabileceğim birçok komplo teorisi ile baş başa bırakır. Fakat soruyu ‘nerede yanlış yaptık’ şeklinde soruyorsanız, toplumunuzu doğrudan teste tabi tutmuş olur ve çözüm bulma şansını arttırırsınız. Türkiye’de her iki soru da soruluyor. Özelikle 19. yüzyılda ‘biz nerede hata yaptık’ sorusunun daha sıklıkla sorulduğunu görüyoruz.
Bazıları, Türkiye’yi, İslam dünyasının değişimi için model ülke olarak öne sürüyor. Sizce Türkiye bu coğrafya için model ülke olabilir mi? Örneğin; kadın hakları konusunda Türkiye’den öğrenilebilecek şeyler var mı?
Bence Türkiye örnek teşkil etmelidir. Bir süre için örnek ülke olarak önemli bir rol oynadı da aslında. Fakat Türkiye bugün örnek teşkil etmektense önündeki örnekleri izlemeyi tercih ediyor. Türkiye ile diğer Müslüman ülkelerin arasındaki fark, bahsettiğim gibi, ‘nerede yanlış yaptık’ sorusunun ‘bize bunu kim yaptı’ sorusuna oranla öncelik arz etmesidir. Aradaki fark sorumluluk almak ile sorumluluktan kaçmak arasındaki farktır.
Bazılarına göre Türkiye, İslami kimliğini daha kuvvetli vurgulayarak Ortadoğu’da daha ciddi bir destek görebilir ya da rol üstlenebilir. Siz bu vurguyu doğru buluyor musunuz?
Bu, Türkiye’nin etkisini arttırmak için atabileceği bir adım tabii. Fakat asıl soru, İslam üzerinden nasıl bir etki yaratacağınız ve etkinizi ne yönde ve şekilde değerlendireceğinizdir. Bu soruya pek çok farklı cevap verilebilir. Diğer taraftan, Avrupa’nın ne anlam ifade ettiği de bugün oldukça karmaşık. Ünlü bir Suriyeli, yakın zamanda yazdığı kitabında Avrupalı bir İslam’ın mı yoksa İslami bir Avrupa’nın mı gelecekte bizi beklediğini araştırıyor. ‘Batı’, kavram olarak anlamını kaybediyor. Buna rağmen Batı kültürünün kaybetmediği tek değer, kendini eleştirebilme kabiliyeti. Bu onun kuvvetli noktası.
Sizce Türkiye Ortadoğu’daki İslam ülkelerine önderlik edebilir mi ya da önderlik etmeli mi?
Bu sorunun cevabı, Türkiye'nin, Ortadoğu'yu nereye götürmek isteyeceğinde yatıyor. Eğer Türkiye Ortadoğu'yu Osmanlı’nın halifelik günlerine götürecekse, bence bu çok da parlak bir gelecek vaat etmiyor. Bugünün şartlarında bir Batı blokundan da bahsedemeyiz. Çok daha farklı bir dünyada yaşıyoruz. Ortadoğu'nun önemi de eskiye oranla hızla azalıyor. Bir zaman sonra da önemini tamamıyla yitirecek. Neden böyle düşündüğümü açıklayayım. Arap dünyasının fosil yakıtlar haricinde herhangi bir ürünü yok. Petrol ve doğalgaz haricinde Arap dünyasından ihraç edilen ürünlerin toplamı 5.5 milyonluk nüfusa sahip Finlandiya’nınkileri geçmiyor.
Er ya da geç petrol ve doğalgaz bitecek ya da yerini başka yakıtlara bırakacak. Bunun sonucunda Ortadoğu'nun önemi de kaybolacak. Bu önemin bugün bile azaldığını görüyoruz. Avrupa ve Amerika Ortadoğu ile eskisi kadar ilgilenmiyor. Güç artık daha da doğuya kayıyor. 21. yüzyılın süpergüçleri Çin ve Hindistan ve bu ülkeler ayrıca dünyanın güç odakları olacaklar. Rekabet ve işbirliği gibi konularda bu ülkelerin adı geçecek. Ortadoğu ise bu iki ülke için yalnızca rekabet ya da işbirliklerini güçlendirecekleri bir bölge olarak gündeme gelecek.
Belki İsrail, Ortadoğu'da bir rol üstlenebilir çünkü petrole ya da doğalgaza bağımlı olmadığı gibi kendine has yetenekleri ve insan kaynakları var. Hatta Hindistan ve Çin’in, bugün, İsrail'le yakın ilişki içerisinde olmasını bu şekilde açıklayabiliriz.
Modern iletişimin insanlara, dış dünya ile devamlı iletişimde kalma ve yaşadıkları hayatı ve zor koşulları diğer insanların yaşadığı hayatlar ile karşılaştırma şansı veriyor olması çok önemli bir özellik. En ilgisiz ve eğitimsiz insanlar bile bu sayede karşılaştırma yaparak durumlarının ne kadar kötü olduğunu farkına varabiliyor. Filistinli Arap bir entelektüelin bu konuda çok mühim bir açıklaması var. Diyor ki: “Ortadoğu’da herhangi bir Arabın ortalama bir hayat yaşayabileceği ve kamusal hizmetlerden faydalanabileceği tek yer, ikinci sınıf bir vatandaş olarak yaşayacağı İsrail'dir.” Bu açıklamayı önemli yapan bunu sonunda birinin söze dökmüş olabilmesidir. Yeni olan bu.
Ya Türkiye?
Türkiye henüz bir karar vermiş değil. Önündeki seçenek ya geriye, yani geçmişe gitmek ya da geleceğe bakmak. Bu seçim Türklere kalmış. Hataların değerlendirilmesinin yanı sıra Türkiye'nin yeniliklere ne kadar açık olduğu da verilen kararda önemli bir rol oynayacaktır. İslam dünyasında yenilik (Arapçada bid’a) ‘kınanan’ bir kelime olarak algılanıyor. Bu algının ardında yatan mantık, bütün soruların cevabının tümsel ve nihai bir vahiy üzerinden zaten açıklanmış olduğu ve yeni olanın ayrıca kötü de olacağına dayanıyor. Eğer Türkiye böyle bir yolu tercih ederse, geleceği pek de aydınlık değil. Fakat Türkiye henüz seçimini yapmadı. Bugün, her iki yola doğru da adımlar atmaya devam ediyor. Türkiye'nin hâlâ seçim yapma şansı var.
Türklerin dindarlıklarını kaybetmeden ya da İslam kültüründen ödün vermeden yenilik yolunu seçme kapasitesi hâlâ var, bu değişime olanak sağlayan kültürel koşullarda yaşayan pek çoklarımız gibi. İltimas burada anahtar kelime. İltimas erdemli değildir çünkü kazanımlarınızın, hak ederek değil, aileniz ya da bir yakınınız aracılığıyla gerçekleşmesine dayanır. Eğer bir Türk, ülkesinde bireysel kazanımlarıyla istediği yerlere gelemiyorsa ve bunun için başkalarının aracılığına başvurmak durumunda kalıyorsa ya da ülkeyi terk edip şansını Amerika'da ya da başka bir yerde değerlendirmeyi tercih ediyorsa, burada bir sorun var demektir.
‘Tahminlerim’den yola çıkarak oluşturduğum bir kitapta Türkiye'nin gerilediğini ve din odaklı bir diktatörlüğe dönüştüğünü belirtmiştim. İran'da ise bunun tersini, güçlü bir demokratik hareketlenmeyi gözlemliyorum. Türkiye'nin hâlâ tercih yapma şansı var ancak belirttiğim gibi gidişatın ileriye yönelik olduğunu söylemek zor. Yapı ve yapı karşıtları arasındaki mücadele hâlâ devam ediyor.