Fethiye’li köylü Kral Midas’ın kulakları, altınları ve misyonu

Platon’un anlattığı ve dünyanın bu tarafını kökten sallayıp sarsan, şiddetiyle Atlantis uygarlığını bile denize gömen korkunç depremler silsilesinden altıyüz yıl kadar sonra bir gün...
Ankara dolaylarındaki Gordiyon’a doğru ilerleyen bir kağnı, Ege sahilindeki Antik Fethiye kentinde doğan varoş çocuğu ihtiraslı Midası taşımaktadır. Birkaç parça eşyası ve annesiyle birlikte kağnı tepesinde ağır aksak yol alan Midas, ülkesi Frigya’nın başkentine doğru ilerlerken, buraların eski filmlerindeki gibi, “Seni fethetmeye geliyorum kahpe Gordiyon“ demiş midir bilmiyoruz. Ama Anadolu’nun kutsal damarının, hırsı boyundan büyük bu genç adamın şahsında insanlığa, Midas'la ölümsüzleşecek dersler vermeye hazırlanmakta olduğunu biliyoruz. 
Midas, Gordiyon’a iki günlük mesafedeyken, ülkenin Hükümdarı Gordios ölür. Kral Gordiyos’un varisi olmadığından, ölüm olayı gizli tutulur. Devlet erkanı saray ahalisi, kimin yeni kral ilan edileceği sorusunun yanıtını rahiplere bırakırlar. Onlar da kendilerince şöyle bir karar verirler:
“Uzaklardan gelip şehre ilk giren kişi Kral ilan edilmelidir.“
Midas, sallana sallana o kapıdan girip kral olmuş “zat-ı şahane“dir. Tabii, kültürsüz ve kaba biri olduğu anlaşılan Midas'ın şanslı mı şanssız mı olduğuna, yazının sonunda siz karar vereceksiniz!
Milas'ın kulakları hakkında anlatılan hikayeleri biryerlerden duymuş veya okumuş herkes gibi günümüz bilim adamları da, kralın kafatasını bulunca, önce kulaklarına bakmışlar tabii ve kralın doğuştan garip asimetrik bir kulak yapısına sahip olduğunu, kulaklarını gizlemek için özel başlıklar takmış olabileceğini falan yumurtlamışlar. "Belki onca söylencenin nedeni, bu kadar sıradan ve can sıkıcı basit bir "bilimsel/dilimsel" kusurdur, malum söylanceler de boştur. Biz, sıkıcı kuru ruhsuz bilim yerine, hikayeleri tercih ediyoruz ve devam ediyoruz. 

Haybeden kral olan Midas, daha yüksek makamların eşiğini de aşındırmaya başlar. Onun, Tanrılar arasında yapılan bir yarışmaya jüri üyesi seçilmesi, bugüne dek dillere destan olmuş hikayesinin ve dolayısıyla ölümsüzlüğünün de başlangıcıdır. Midas'ı jüri koltuğuna çağıran, bizzat Apollon'dur, yarış da sanatta kalite yarışıdır! Erkek yakışıklılığının timsali, müziğin ve sanatların koruyucusu Apollon, gümüş liri elinde, onunla yarışmaya cüret eden Pan'ı beklemektedir. Ormanların ve doğanın koruyucusu keçi bacaklı Pan, flütüyle iptidai bir melodi çalar. Ardından Apollon alır liri eline ve öyle güzel bir melodi yayılır ki etrafa, doğa ve hayvanlar susar ve bu muhteşem sesler harmonisini dinlerler. Müzik daha bitmeden, ikinci jüri üyesi Lidya kralı Tmolos, elindeki Corona Triumphalis’i (yani Akdeniz defnesi yapraklarından yapılma tacı) Apollon’a uzatır. (Bu basit taç, en yüce zaferlerden sonra hükümdarlara takılan, “Mağrur olma Padişahım“ nişandır.) 
Yarışmanın sonucu o kadar kesindir ki. Apollon'un müziği ile Pan'ın düttürüsünü kıyaslamak mümküb değildir. Ama Midas ne yapar? Elindeki Corona Triumphalis’i pasaklı Pan’a uzatır. Apollon buna çok kızar!
“İyi müzikle böyle bed bir düdük sesini birbirinden ayıramayacak kadar müzikten bi-haber birinin kulağı, insan kulağı olamaz“ der ve Midas’ın kulaklarını eşek kulağına çevirir. 
Sanatın, en yüksek değer sayıldığı M.Ö. 690’lı yıllarda, sanattan hiç anlamayan kaba-saba Midas'ın, krallığı aynen devam eder tabii, ama kendisine verilen cezayı tebaasından gizler, kulaklarını kapatan özel başlıklar yaptırır. Hata yaptığını, bu kutsal cezayı çekmesi gerektiğini, hikayenin devamından öğreniyoruz. 
Bu hikaye bitmeden bir başkası, hem de dikensiz bir gül bahçesinde başlıyor.
Frigya kralı Midas’ın sahip olduğu uçsuz bucaksız gül bahçeleri vardır. Buram buram kokusu Arş-ı Ala'yı tutan bu güzelliğe Tanrılar kayıtsız kalmaz. Hatta Apollon, "Şu kulak işini yeniden bir düşünelim, bu kral artık güzellikten anlıyor" demiş de olabilir. Gel velakin, şu bahçe işinde bir kusur var. Sadece "tanrılar" değil, kutsallık prensibi de, Tanrı da, bu tip 'Mülkiyet' ile daima sorunlu olmuştur. Kısacası, birilerinin çit çevirip çevirip, "buralar benim" demesini sevmezler. Anadolu'daki olay da şöyle gelişir:
Şarap Tanrısı Dionisos’un arkadaşı Satiros, muhafızları takmadan Midas'ın bahçesine girer ve gül kokusundan başı dönüp, bir fidenin dibinde mutlu/mesut uykuya dalar. Uyandığında karşısında Midas ve iki muhafızını bulur. Kral, insan suretindeki Satiros'u tanımış mıdır tanımamış mıdır belli değil, ama ona çok iyi davranır, sarayında ağırlar, ziyafet çeker. 
Midas'ın bu tutumu Dionisos'un hoşuna gider ve bunu ödüllendirmek ister. Ona o klasik soruyu sorar: "Dile benden ne dilersen." Milas burada, sadece sanat konusunda bön olmayıp, hayatın gerçek kalitesi konusunda da bön olduğunu, hatta yolsuz ve haris biri olduğunu da göze sokarcasına, "Dokunduğum herşeyin altına dönüşmesini istiyorum" der. Dionisos, ona sırıtıp, "Eh sen istedin" demiş olabilir. Midas nasıl büyük bir hata yaptığını bir saat içinde anlar! O zamanlar saat olmasa da, istediği herşeyi altına çevirdikten sonra elini attığı ilk elmanın da altına dönüştüğünü, su kupasındaki suyun da altın suyuna döndüğünü görünce, soluğu Dionisos'un huzurunda alması pek uzun sürmemiş olsa gerek. Dionisos'dan, bu laneti derhal geri almasını ister -o da alır. Ama kurtulması için, İzmir Körfezine dökülen Gediz nehrinin kolu Sart (Paktalos) çayında yıkanmasını şart koşar. Midas, gidip çayda yıkanır ve altın illetinden kurtulur kurtulmasına da, hikaye burada bitmez. Anadolu tanrıları bu kültürsüz haris krala takmıştır bir kere!
Midas, imara çok önem veren bir kraldır. Gordiyon'a öyle duvarlar yaptırmıştır ki, "Bu duvarları kimseler geçemez, beni de kimse, yüksek koltuğumdan edemez" diye kurum kurum gezinirken, bugünkü İran'dan göçebe Kimmer'ler gelip Gordiyon'un tozunu atarlar. Sonra Midas'a ne mi olur? İşte oralara gelmeden, bu uzun hikayeyi neden anlattığımız konusuna gelelim.

Altın, sadece eski Hükümdarların değil, yeni Hükümdarların da tamah ettikleri madenin adıdır. Hep, uluslararası ticaretin asıl para birimi niyetine kullanılmıştır ve maddi bir karşılığı olduğundan, enflasyon denen şey binlerce yıl boyunca pek artmamıştır. Altın'a gümüş karıştırma olayları iyice artınca, 1717'de bir 'Altın Standardı' belirlenmiştir ve esasen bu standarda endeksli (kağıt) para sistemi de 1850-1875 yılları arasında Büyük Britanya'nın inisiyatifiyle, tam anlamıyla ilk dünya para endeksi olmuştur. Bu standardı sürekli yeniden tanımlayıp kalıcı olmasını sağlamak çabasının, genç kapitalist sistemle alakalı olduğunu bilmem söylemeye gerek var mı. Altın standardı, 1931 yılına kadar yaşamıştır. Eski çağlarla 'Değerler' üzerinden bir şekilde süren ilişkinin o tarihte koptuğunu görüyoruz. 1931'den sonra dünya para sistemi Amerikan Doları üzerinden altına endekslenmiştir (Bretton-Woods Sistemi) ve 1973'e kadar da böyle kalmıştır. Sonra ABD'nin, dış ticaret açığının iyice yükselip ABD dışındaki Dolar miktarı Amerikadaki Dolar miktarını aşınca, ABD bu standardı terketmiştir ve gazete basar gibi Dolar basmaya başlamıştır. Maddi karşılığı kuşkulu Dolarların "tirajı" günümüze dek artıp durmuştur.
Bugünkü "Ekonomik Kriz"in bir sistem krizi olduğunu söyleyip duruyoruz. Robert Kurz'un deyimiyle bugün piyasada dolaşan para o kadar çoktur ki, sadece bilgisayar ekranlarında sayı olarak gösterilebilen global para miktarının yüzde 97'sinin maddi karşılığı yoktur!
İşte bu acaip durumun artık sürdürülemez bir noktaya geldiği ve dev bankaların Midas'ın kaleleri gibi birer birer çöktüğü günümüzde, altın endeksinin yeniden kullanılması gerektiği konusunda kulisler yapılıyor, konferanslar veriliyor. İyi niyetli bu girişimlerle birlikte, Nixon'un altın endeksini kaldırmasından sonra yaşanan ekonomik krizlerin katlanarak arttığını, "bişeyler yapılması" gerektiği söyleniyor ve o "bir şey" de, altın endeksine dönüş oluyor. Altına yatırım, para-pul işleriyle ilgili herkesin klasik refleksidir. Savaş olur, felaket olur, hemen altın alırlar. Şimdi kriz oluyor, gene altın alıyorlar -zira altın fiyatları sürekli yükseliyor. Ama o yükseliş, bu kez farklı.
Neden mi?!.. 
Midas burada yeniden devreye giriyor, günümüze kadar neden yaşadığını ve misyonunu anlatıyor.
Kral Midas, altının yenmediğini hatırlatan ilk kişidir. Son kişi ise Amerikalı Cree yerlilerinin şefi Seattle'dir. 1854'de, "Son balık öldüğünde, son nehir kuruduğunda, son ağaç kesildiğinde, beyaz adam paranın yenmediğini anlayacak" diye bir söz söylemiştir. Bugün, paranın yenmediği, Avrupa ve Amerika'da "teorikman", Afrika ve Asya'da da "pratikman" biliniyor. 
Altın standardı gelecek, sistem düzelecek, dünya güllük gülistanlık olacak diye sevinenlere kötü haber: 'US Geological Survey'in haberine göre, yeryüzünde topu topu 33.000 ton altın kalmış bulunuyor. Bu miktarının çıkarılabilir/kullanılabilir kısmı sadece 15.000 tondur. Şimdi bu altının çıkarılması için kullanılacak siyanür miktarı, mesela Türkiye'nin yaşayan birkaç doğal havzasından biri Kazdağlarının altın aramak bahanesiyle nasıl bir felaketle karşı karşıya olduğu gibi konulardan bahsetmeyeceğim. Ben, tarih boyunca paranın asıl endeksi sayılmış bir maddenin -altının- bitişinden/tükenişinden bahsedeceğim. Malumunuz vechile altın, sadece para olarak kullanılmıyor, birçok hayati aracın/gerecin imalinde de kullanılıyor. 
Burada kısaca "Peak teorisi"nden bahsetmeliyiz. Hubbart Peak'in adını taşıyan bu teoriye göre petrol üretimi dünyada hızla yükselip bir yerden sonra yüksek miktarda üretilmeye bir süre devam edilecek, sonra üretim hızla düşecektir. Shell Firmasının bir numaralı petrol uzmanı Marion King Hubert, yaptığı onca araştırmanın bir sonucu olarak 1974 yılında, dünya petrol rezervlerinin 1995’de “peak“ yapacağını, yani en yüksek üretim seviyesini göreceğini ve bunun bir süre devam edip hızlı bir düşüşe geçeceğini söylemişti. Bunun anlamı, üretim eğrisinin ters bir “U“ çizerek hızlı bir düşüş dönemi yaşayacağıdır. Şimdi üretimin, tekleme sinyalleri veren zirvesinde yaşıyoruz. Aynı "peak" teorisi, şimdi altın için geçerlidir. Petrol fiyatları bu dönemde hızla arttı. Gerçi bu artışın başka açıklamaları da vardır, ama piyasada eskisinden daha çok aranan bir mal olduğu konusunda herkes hemfikir. Altın fiyatlarındaki güncel yükseliş, biraz bu "peak" durumundan olmasın?
Kral Midas'ın verdiği son ders, Tanrı'nın verdiği cezayı çekmekle ilgili görünüyor.
Midas, özel başlığının içine gizlediği kulaklarını bir sır gibi saklar saklamasına, ama en güvendiği sırdaşı -berberi- sırrı daha fazla saklayamaz. Sadık berber, sırrı bir insana söylemez, gider, ıssız bir yerde bir kuyunun içine bağırır: "Midas'ın eşşek kulakları vaaar!" O ses oradan dönüp dolaşıp insanların kulağına ulaşır, ulaşmalıdır, zaten cezanın amacı da budur. Midas, sırrı ortaya çıkınca, kulaklarının uzun kısmını doktoruna kestirse de, kulakları daha fazla uzar! Halkın alayına dayanamadığı dönem, şehrinin Kimmerler tarafından yıkıldığı dönem olmalı. Midas'ın nihayet uyanıp, kutsalın temel prensibini ve yüce ruhlu olmanın altınla/mülkle alakasızlığını anladığı dönemdir.
Midas daha fazla dayanamaz, Tanrı'ya yakarır. Bütün malını/mülkünü almasını ama ona şerefli bir ölüm bahşetmesini ister. Duası kabul olur. Midas'ın Kimmerler'e karşı savaşırken öldüğü sanılıyor. Kafatasındaki derin iz, spn bulgulara göre, onun başına aldığı bir kılıç darbesiyle öldüğünü gösteriyor. Anadolu'nun film gibi bir hayata sahip köylü çocuğu Kral Midas, kutsallık prensibinin ona verdiği dersi bugünün insanına ulaştırmak için günümüze dek yaşamıştır. Onu bu vesileyle anıyoruz. 
İnsanoğlu ve İnsankızı, altın hevesinden vazgeçmeyi, para peşinde koşmadan da güzel ve anlamlı bir hayat yaşanabileceğini yeniden öğrenince, Midas, kutsal görevini tamamlamış olacak.