Giriş notu...
Fransız İhtilali'nin hemen öncesinden başlayarak, Türklerin Avrupa'dan çekildiği 1913'e kadarki dönem, modernizmin "inceliklerini" (yani güçlü ve zayıf yanlarını) anlamak için ilginç veriler sunuyor. Türkiye'nin en büyük bahtsızlığı, bu önemli dönemi -kendi tarih yazımı içinde- dünya tarihinden kopuk bir şekilde, bir "çöküş devri" olarak incelemesi ve bu olaylardan da belli tarihi kişilikleri sorumlu tutması. Bu değişime sosyo-ekonomik bir teorik dayanak göstermeye çalışmış Sol'un tamamıyla tasfiye edilmesi, "komplotik" etnik/dini kimlikçi nefret söylemlerinin genel söylemi belirlemesini sağlamıştır. Türkiye'nin "taze" kalmayı başarmış tüm müzmin düşmanlıklarının altında, bu dönemi dünya tarihinden (yani kapitalizmin tarihinden ve sosyo-ekonomiden) kopararak neoliberal dönemin kimlikçiliği üzerinden kişiselleştirmiş bir neo-muhafazakar ve neo-liberal anlayış yatmaktadır.
Klasik Sol'un (ve onunla birlikte neoliberalizm öncesi Liberalizmin ve onun ideolojisi makro milliyetçiliğin) çöküşü, neoliberal yükseliş karşısında büyük bir boşluk doğurmuştu. Şimdi neoliberalizme alternatif, Sol-Sağ ötesi yeni bir özgürlükçü çizgi yükseliyor. Sol geleneğe de dayanan bu yeni çizgi, iflas etmekte olan neoliberalizmi çok fena çizmektedir ve sadece entelektüel ve eski Sol kesimlerde değil, inançlı kesimlerde, sanat çevrelerinde, yeşilci çevrelerde, milliyetçi kökenli siyasi çevrelerde ve hatta reel ekonominin iş çevrelerinde yankı buluyor.
Modernizmi daha iyi anlayıp, onun netameli ruhuna nüfuz ettikçe, onunla "Müslüman" muhafazakarlar arasındaki kan bağını daha iyi anlamak mümkün.
Amerika'sından Çin'ine kadar bütün Dünya "artık böyle gitmez" diye çırpınırken ve neoliberalizmden/kapitalizmden şikayetçiyken, bir tek "Müslüman" muhafazakarlar bu dünyadan çok memnun!
(İlginç değil mi?)
Peki Niye?!
(Yeni konumuz)