Bir yangının öğrettikleri


Köyceğiz'de esen rüzgar güya Poyraz ama adeta saç kurutma makinasından esiyor. Kuru ve sıcak. Sokaklarda, alışverişe gidenler dışında kimseler yok. Göl kenarındaki Cafe ve restoranlarda oturanlar, dükkanların kendi çalışanları ve denizsizlikten gözü dünmüş iki kuzey Avrupalı turist, sadece onlar mutlu görünüyor, çünkü bu diyarda yaşanan orman yangınları felaketinden en az haberdar olanlar onlar. Köyceğiz'de herkesin gözü cep telefonunda, sosyal medyadan gelecek yeni haberlerde ve tabii yangını söndürmeye çalışan tanıdıklarından bekledikleri WhatsApp mesajlarında. Basın ve bildik televizyon kanallarını izleyen yok, artık burada bile kimse televizyon seyretmiyor. Dağ köylerinden gelmiş, Köyceğiz'de otelde çalışan Yörük bir kadın, gözlerinde endişe, yangının nasıl dağdan dağa atladığını, köyden annesinin babasının çıkarıldığını, yirmi kadar koyun ve keçilerinin Köyceğiz'in eşiğindeki başka bir köye indirildiğini anlatıyor.

Hem Muğla şehir merkezindeki eski Otogar'da hem de her yangın bölgesinin çok yakınında Belediye'nin ve sivil yardım gruplarının gönüllüleri gece gündüz çalışıp, Türkiye'nin her yerinden yağan yardımları ihtiyacı olanlara ulaştırıyor. Bu merkezlerde para yardımı kesinlikle kabul edilmiyor, onunyerine ihtiyaç duyulan şeyler listesine uygun olacak şekilde eşya, araç-gereç, yiyecek ve içecekler kabul ediliyor. Büyük alışveriş zincirlerinin gönderdiği içecekler için başka bir firma, buzdolabı fonksiyonuna sahip yarım düzine TIR getirmiş. Yangın söndürme tüplerinden, ateşe dayanıklı giysi ve eldivenlere kadar, insanların ihtiyacı olan herşey geliyor ve bunların hepsi tek tek kayda geçiriliyor. Yardımları kimin aldığını, yardım gönderenlere bildirecek bir sistem üzerinde de çalışıyor gönüllüler. Devlet yardımları ise doğrudan devletin kurumları üzerinden, ateşe karşı cephede mücadele edenlere ulaştırılıyor ve inanın herkes ama herkes, gece gündüz uyumadan çalışıyor. Şimdi ateşl kontrol altında ama birkaç gün öncesine kadar burada çalışanlar, nöbetleşe bir-iki saat uyuyarak olayı devam ettiklerini anlatıyorlar. Türkiye'den gelen moral destek, maddi desteği çok aşmış durumda. 

Köyceğiz, bütün evlerin iki veya üç katlı olduğu, 1970'lerin Türkiye'sini dondurup korumuş gibi içinedönük küçük bir belde. Buraya hakim olmuş üzüntü keder ve öfkeyi, yediden yetmişe herkeste ilk elden göremiyorsunuz, ama ilk ayaküstü sohbette hemen öğreniyorsunuz. Hükümete en çok kızdıkları konu da, yangına havadan müdahale eden uçak ve helikopterlerin uzun süre görünmemiş olması, sonradan görünenlerin de azlığı. Yangın, hiç bir arazözün ulaşamayacağı yüksek yamaçlarda, asıl akşama doğru nasıl bir cehennem olduğunu ateş ve dumanıyla zorla hissettiriyor. Jandarmaların bile bu kadar nazik ve kibar olduğu, herkesin birbirine kardeşi gibi dikkat ettiği, etkilenen birini farkedince hemen ona müdahale edip ateşten uzaklaştırdığı alan, tam bir distopya atmosferi. Türkiye'de görmediği yer kalmamış, 1999 depremi dahil bir dizi felakate bizzat şahit olmuş biri olarak kendimi hiç canlı bir distopya içinde hissetmemiştim. 

Songünlerin tüm isi ve kirini beraberinde taşıyan bir Jeep'in tepesinde ormana daldığınızda yol bitip, yangın nedeniyle grayderlerin açtığı toprak yoldan yangına müdahale timleriyle hoplaya zıplaya yol alırken, önünüzü toz ve dumandan neredeyse göremiyorsunuz. Böyle yollarda araba kullanmaya alışık değilseniz ilk fırsatta dumanı üstünde yanmış şarampola uçabilirsiniz. Etraf yeşil değil hömür karası ve kül grisi. Mucize gibi yanmamış ufak tefek birkaç fidana hayretle bakıyorsunuz. Arabanın camlarını açamıyorsunuz, çünkü o zaman zorlukla nefes alıyorsunuz. "Söndü" denen yerlerden dumanlar tütüyor, hatta arada ufak tefek alevler görüyorsunuz ve "Soğutma çalışmaları" denen şeyin üzerine neden bu kadar titrediklerini anlıyorsunuz. 

Yangının gözünde isten kararmış, pırıl pırıl gözleri ve bembeyaz dişleri iyice belirginleşmiş, gerçek savaşcılar var. Aralarında üniformalı Azeri askerler görünce yanlarına gidiyorum ve asker değil, paramiliter bir arama-kurtarma grubundan olduklarını öğreniyorum. Ermenistan'dan Karabağ'ı geri aldıkları savaşlarında cephede de görmüştüm onları, Ermenistan tarafından atılan roketlerin sınırdaki kasabalara nasıl düştüğüne ve sonrasındaki can pazarına şahit olmuştum. Bunları anlatınca heman dost oluyoruz ve kendilerini kendi ülkelerinde gibi hissettiklerini söylüyorlar. Onların gözleri de uykusuzluktan çakmak çakmak. Yangının merkezine geldiğinizde, koca bir dağın, bu kadar büyük bir alanın nasıl olup da yanabildiğine şaşıyorsunuz. Akşamın karanlığı yavaş yavaş indikçe, canavar daha bir irileşiyor, herkesin dikkatini zorla talep eder hale geliyor ve o fön gibi sıcak rüzgar, yükseklerde daha deli esiyor. Herkes pür dikkat, rüzgarın nereye doğru estiğine odaklı, zira ateşler, inanamayacağınız bir hızla ilerliyor ve sizin etrafınızı -anlayıp dinleyinceye kadar- çevirip sizi tuzağa düşürebiliyor. Bu tuzaklara yakalanıp çıkamayan kahramanlar hayatlarını kaybettiler.

Yangından etkilenmiş veya kıl payı kurtarılmış köylerin dal gibi ince genç yaşlı Yörükleri, inanılmaz bir dayanıklılık örneği sergileyip en önde tecrübeli itfaiyecilerle ve sivillerle birlikte mücadele ediyorlar. Toprak sıcak. Bazen öyle sıcak ki, spor ayakkabıların tabanları eriyor. Ve helikopterlerin su alabilmesi için hazırlanmış bir su havuzuna yangın helikopterleri inip kalkıyor. Köylerin dağlardan gelen berrak suyunun bir bölümü bu havuza aktarıldığından, ekinler mecburen kuruyor. Herkese ancak kendi ihtiyacı ve bahçesini sulayacağı kadar su veriliyor. Mısır ve Fasulye tarlaları kurumak üzere ama tehlike altındaki köylerde zaten kadınlar ve çocuklar yaşamıyor, onlar ya Köyceğiz'de ya da yangına uzak diğer köylerde misafirlikte. Buna rağmen birçok köylü kadın kocalarını yangına karşı yalnız bırakmamak için köylerine dönüyor, bir de ne olursa olsun köyünü terketmeyen yaşlılar var.

Yangın bölgesine gece inerken, yaşadığınız distopyanın en absürd noktasına yaklaştığınızı da hissediyorsunuz, zira ses yok. Kömür karası, her türlü ışığı yutan bir garabete dönüşüyor ve dumandan yıldızlar ve Ay da görünmüyor. "Mükemmel" bir karanlıkta, Jeep'in farlarının aydınlattığı istikamette viraj üzerine viraj alıp engebeler aşarak Köyceğiz'e girerken, insanların neden bu kadar hüzünlü olduklarını anlamak kolaylaşmıştı ama bazı kolaylıklar hiç de sevindirici durumlar değildir. İnsanlar, ateşin boyutlarından fena halde ürkmüşler ve en çok da yönetim zaafı gösteren Hükümet'e kızıyorlar. Olayın Hükümetten ziyade bir iklim meselesi olduğunu, yönetim beceriksizliklerinin bu durumu pekiştirip daha da aküt hale getirdiğini henüz pek konuşmuyorlar. Uluslararası kurumlar, bu yıl Temmuz ayının, şimdiye dek yaşanmış en sıcak Temmuz olduğunu tescil ettiler, sadece kâr odaklı düşünerek doğayı talan eden betonarme zihniyetin ne kadar marjinal bir şey haline geldiğini, yangın bölgesinde görmek mümkündü. Eskiden yeni bir dönem gelirken, yeni dönemin temsilcileri ile ondan öncekiler arasındaki zihniyet farkı pek de büyük olmazdı, sonuçta asfalt/beton ekonomisini sorgulayan yoktu, sorgulayanlar da genellikle genç marjinallerdi. Şimdi dağın göçer köylüleri Yörüklerden, otel çalışanlarına, memurlara, yaşlı başlı emeklilere kadar herkes doğanın değerini anlamış. Oralarda kaplumbağaları kurtarmak için gözü yaşlı koşuşturan kadınlar, hayvan pazarında hayvanlarla ilgilenen veterinerler, yangın bölgelerinde ateşle savaşan kimse zarar görmesin diye elektrik hatlarını kapatıp açan, ama kimseyi de elektriksiz bırakmayan muhteşem insanlar gördüm. Gecenin karanlığı ağır bir garabet gibi çökerken, köylerin ışıkları yandı. Yeni Türkiye, henüz kendisinin bile pek farkında olmadığı masumiyeti, güzelliği ve elbirliğiyle sergilediği inanılmaz gücü ile, her türlü zorluğu aşabileceğini öfkeli Göğe ve için için yanmaya devam eden Yere gösterdi. Yangın söndü, geriye sadece hüzün değil, çaresizliği şıpınişi yenen ılık bir sevgi kaldı. İnsanlar kötü günlerde birbirlerine tam anlamıyla güvenebileceklerini anladılar ve bu, yangının getirdiği en büyük kazanç oldu.