Üretimin ve serbest piyasanın önü açılarak küresel kriz durdurulabilir mi?
Global ekonomik krizden nasıl çıkılır sorusuna verilen yanıtlar artık herkesi ilgilendiriyor. Kriz, ulus-devletlerin bankalara verdikleri trilyonlarca Dolara rağmen son bulmadı. Gerçi şimdilik bir çöküş söz konusu değil. Ama global sistemin zengin merkez ülkelerinde devletlerin bankalara hangi teminatla ve hangi geri ödeme koşullarıyla halkın vergilerinden oluşan paraları verdiği muğlak. Serbest piyasanın özel firmalarını kurtarmanın, devletlerin ne işini bitirdiği gibi konular da tartışılıyor. Kâr odaklı düşünmeyen ulus-devletler olmasaydı, kâr odaklı düşünen küresel firmalar veya uluslararası konsorsiyumlardan hiçbirinin aklına, bankalara o paraları vermek gelmezdi, çünkü paraların geri ödenmesi imkansız. Bu bile, krizin aşılması için vahşi neoliberal anlayışa sadık kalarak ulus-devletlerin küresel piyasa lehine tasfiyesini öneren 1990’lı yılların “popüler” görüşünün iflas edip tükendiğini gösteriyor.
Kriz hakkında o kadar çok şey yazılıyor ki, bazen suçu, kestirme yoldan büyük bankalara/bankerlere atarak sistemi temize çıkarmaktan çekinmeyenlerin absürd halleri gözden kaçabiliyor. Bankalar kötü de üretim iyi mi? Üretime ve piyasaya inanan “iyimser” yaklaşımlar, en hafif deyimiyle, sistemin nasıl işlediği konusunda sorunludurlar. Neden konjonktürel değil de bir sistem kriziyle karşı karşıya olduğumuzu, “sağlıklı kapitalizm”in sihirli sözcüğü “üretim“ ile ve onun bugünkü haliyle açıklayabiliriz.
‘Üretim’, neoliberalizm öncesi liberal/milli ekonomilerin sihirli sözcüğüydü. Şimdi o kadar moda değil, çünkü borsa spekülasyonuyla ve sıcak parayla, çok daha fazla (ve hızlı) para kazanılabiliyor. Sistemin 1970’lerden beri izlediği eğri de bu durumla ilgili. Üretimle kazanılamayan para, spekülasyonla kazanılıyor. Neoliberal dönemin anafikri de bu zaten. ‘Üretim’, reel ekonomiyle ilgili somut bir şey olduğundan, finans kapitalin sanal ekonomisinden çok daha güvenilir görünüyor -ki doğru. Ama krizi aşmak için üretime ve reel ekonomiye dönmek mümkün mü?
1980'ler öncesinin liberal ve sosyalist (kooperatist kapitalist) ekonomileri, milli sınırlar dahilinde işlemekteydi. Global tek tip neoliberal kapitalizmde, piyasanın önündeki milli sınırlar kaldırıldı. Global işbölümü devri başladı. Sendikasız ucuz Çinli işçileri çalıştırıp „giderler“den kısmak için sermaye, üretim birimlerini Çin'e ve benzeri "işçi cennetlerine" taşıdı. Üretimdeki görece artışa ve çeşitlenmeye rağmen, bu alandaki kârlar sınırlı kaldı. Avrupalıların, Amerikalıların ve Japonların evleri alışveriş merkezine döndü, artık birşey almıyorlar. Yeni cep telefonları ve tablet bilgisayarlar dışında üretim/tüketim alanında büyük satışlar ve kâr oranları yok. Çinlilerin, Hintlilerin, Rusların, Brezilyalıların ve Türklerin evleri henüz dükkana dönmedi; hadi o piyasalar da tüm ürünlere sınırsız/sorumsuz sonuna kadar açılmış olsun.. Küresel ekonomik krizi, üretimi artırıp milli sınırları tamamen kaldırarak aşmak mümkün değildir, çünkü kapitalist üretim biçimi de krizde.
1970'lerde bir otomobile ödediğiniz parayı üç aşağı beş yukarı bugün de ödüyorsunuz. Ama bugünkü arabanızda, eskisiyle kıyaslanamayacak kadar çok teknoloji ve konfor bulunuyor. Bilgisayar sistemi, ses sistemi, iç döşemesindeki lüks ve daha bir çok ekstra, 70 model arabanızda yoktu. Bunların hepsine tek tek ekstra değer biçin ve toplayın. Eski otomobiliniz, bu lükslere sahip olmadığı halde şimdiki otomobilinizden ‘daha değerli’. Şimdiki arabanız, bu lüksleri çıkardığınızda, eski model arabanızdan çok daha ucuza geliyor. Bunun anlamı şudur: Bugünün otomobillerinde çok daha fazla işçilik, daha fazla yeni fikir, daha çok Arge/mühendislik, daha nadir/pahalı hammadde kullanıldığı halde, yeni otomobillerin ‘Reel değeri’ eskisinden çok daha düşüktür. Bundan sonraki arabalar da, muhtemelen daha düşük reel değere sahip olacaklardır. Üretilen ürünlerin (meta/mal) real değeri mütemadiyen düşüyor. Bunun kapitalist sistemde bir karşılığı vardır ve reel değer düşüşünün bir sınırı bulunmaktadır. O sınır, “makul kâr” sınırıdır. Reel üretim sisteminde kâr, bu reel değer yitimine bağlı olarak iyice düşmüştür. Kâr edebilmek için eskisinden çok daha fazla üretim yapmak ve üretilenlerin çok daha fazlasını satmak gerekiyor. Peki neden böyle?
Kapitalist sistemde önemli olan, iş gücünün, kapitali çoğaltmak için kâr getirecek meta/mal üretmesidir -ki kapital çoğalsın ve yeniden yatırılıp daha da çoğaltılsın. Bu denklem, kapitalizmin özüdür, ama 1970'lerden itibaren bozulmaya başlamıştır. Aynı süreçte, işçilerin (yani sistemin kapitalistlerden sonraki ikinci önemli bileşeninin) önemini yitirdiğini görüyoruz. bu süreçte ‘Hizmet sektörü’ (ve Beyazyakalılar sınıfı) hızla büyürken, üretici reel sektörde vasat bir büyüme sözkonusuydu. Kıyaslayınca, üretimin hizmet sektörüne göre esasen yerinde saydığı görülür. 2007 OECD rakamlarına göre, hizmet sektörünün Amerikan ekonomisindeki oranı yüzde 79'dur (1980'lerin ortasında yüzde 62 kadardı). Durum dünyada ve Türkiye'de de pek farklı değildi. Bu gelişmenin özü şudur: Aynı 8 saatlik iş süresi zarfında, aynı sayıdaki işçi, ne kadar üretirse üretsin, (ürettiklerinin sayısı ister 500, ister 1500 olsun) ürettiklerinin toplam ‘Reel değeri’ aynıdır, değişmez. Çoğu Çin'de üretilen ürünler dünyayı mala da boğsa, -bu kadar çok malı alacak insan bulunsa veya bulunmasa- üretimden edilecek kâr pek fazla değişmeyecektir. (Bu denklemi kurup kanıtlayan Chicago üniversitesi öğretim görevlisi sevgili Moishe Postone’yi de selamlıyoruz bu arada)
Üretim arttıkça çok daha ucuza maletmek zorunluluğu, kapitalizmin sistem yasasıdır, -fabrikalar da Çin'e o yüzden gitmiştir zaten. Sistemin bugünkü motorunu finans kapitalin teşkil etmesi ve hizmet sektörünün patlaması da reel sektördeki bu tıkanıklığın bir sonucudur. Sistem, kapitalist sistemin yukarıdaki belirttiğimiz denklemindeki konstant değerinin ‘Üretici işgücü’ olduğunu unutmuş görünüyor. Rasyonelleşme ve çeşitli kârsal nedenlerle işçilerin sayısını sürekli düşüren sistem, kendi altını oymuştur. Çünkü üçretli iş, kapitalizmin bütün denklemlerinin temel taşıdır, temel konstant değeridir. Şimdi, yeni bir yükselen konjonktür yakalamak amacıyla üretime dönerek -finans piyasasındakine az da olsa yakın- yüksek kâr marjı yakalamak, bunun için sonsuz sayıda yeni ürün üretmek de imkansızdır. “Tatmin edici miktarlarda“ kâr edebilmek için artık o kadar çok yatırım yapmak, o kadar çok üretmek ve o kadar çok ürün satmak gerekmektedir ki, sayılar fantazi sınırlarını zorlamaktadır. Bu imkansız hale gelmektedir. Mesela her Çinli aileye bir otomobil satabilmek için gereken çelik ve petrol miktarı, yeryüzünde bulunmamaktadır! Bu ve benzeri nedenle üretime dönüş, sistemin kâr mantığıyla çelişmektedir. Krizi kapitalist yöntemlerle çözmek artık mümkün görünmüyor.