“ABD'nin ve Reel Kapitalizmin olmayan geleceği” / Robert Kurz ile söyleşi

Selçuk Salih Caydı: Irak'ı işgal ederken Uluslararası meşruiyeti boşveren ABD'nin fütursuz tavrı, dünyanın birçok yerinde olduğu gibi Türkiye'de de tehdit olarak algılandı. Irak'daki direniş, Amerikalıların başını, dayanma sınırlarını zorlayacak ölçüde ağrıttı. Gerçi Amerikan Ordusu koca bir dev, ve dünyadaki milli orduların her biriyle -Clausewitz'in çizdiği çerçeve dahilinde- savaşabilecek güçte. Ama Iraklıların kanıtladığı gibi bu dünyada savaşlar sadece milli ordularla yapılmıyor. Savaşacak güç ve yetkinlikte olanlar sadece milli ordular değil. Sizce Amerikan Ordusu yenilmez bir güç mü?

Robert Kurz: Siyasetin kontrolü altındaki milli orduları, Clausewitz'in tarif ettiği anlamda ve klasik savaşlar bazında ele aldığımızda, Amerikan eskeri mekanizması, -diğer ordulara göre daha iyi motive olabildiğinden değil- sadece teknik üstünlüğü nedeniyle gerçekten de yenilmez bir ordudur. İkinci Dünya Savaşı'ndan beri, endüstriyel bakımdan en gelişmiş kapitalist ülke ABD'dir ve onun “daimi savaş ekonomisi” silah endüstrisi alanında, Batı Avrupa veya Rusya tarafından geçilemeyecek bir mesafe kaydederek nitel ve nicel avantaj kazanmıştır. Tabii bu sözümona yenilmezlik, pişmiş topraktan kırılgan ayaklar üzerinde duruyor. Sürekli gelişen 'meta/mal üreten' modern ekonomik sistem bazında, devlet güçlerinin milli rekabet içinde bulunduğu bir dünyada yaşıyoruz artık. Üçüncü Endüstri Devriminin krizi dahilinde ele aldığımızda, dünya halklarının büyük kısmı kapitalist karlılık anlamında “fuzuli” insanlar haline gelecekler.Devletler de nizami yetki ve ehliyetlerini tamamen kaybedecebilecekleri bir noktaya gelecekler; tıpkı bugün Üçüncü Dünya ülkelerinde artan sıklıkta görüldüğü gibi. Dünya pazarına serbestçe katılmak anlamındaki “Gelişmek/ilerlemek” paradigması çökmüştür; sermaye küreselleşiyor. Böylece, bütün diğer milli ordular tarafından malup edilemez konumdaki ABD askeri gücü de boşluğa, ofsayta düşmüş oluyor. Artık kendisiyle eşit düzeyde herhangi bir rakibi yok. Diğerlerine karşı emperyal etkide bulunmak mücadelesinde Batı Avrupa ve Rusya, ona karşı gelebilecek potansiyel karşıt güçler değiller artık. Onlar da, 'kapitalist bütün'ün dünya polisi ABD'ye bağımlı, ona tabi yardımcı güçler oluyorlar.

Diğer yandan Miloseviç ve Saddam Hüseyin gibi devletçi rejimler, iflas etmiş bir “gecikmiş/sonradan modernleşme”nin, yenmeye müsait konumdaki türleridir. 'Meta/mal üreten' kapitalist sisteme ve dünya pazarına katılımları bakımından son kullanma tarihi geçmiş demode türlerdir. Kapitalist dünya krizinin asıl sonuçları, devletler ötesi bir karakter arzediyor. İktidar gücünün şimdiye kadarki şekliyle kapitalist dünya krizi, kontrol edilemeyen ve önceden hesap edilemeyen türde; yani yüksek teknolojiye sahip askeri mekanizmanın erişemeyeceği/etkileyemeyeceği karakterde.

Soru: ABD özeline geri dönecek olursak, “Dünya Polisi”nin 11 Eylül'den sonra belirginleşen yeni savaş tarzı konusunda yetersiz kaldığı açıkça görüldü. Bu arada herkesin merak ettiği asıl konu, kimsenin yaralayamadığı o güçlü mitolojik kahramanın, Aşil'in tek ölümcül yeri, yani topuğunun yeri neresi?

Robert Kurz: 11 Eylül, küresel melez azınlık kapitalizminin, klasik askeri alanın dışından gelen beklenmeyen saldırılara karşı çok zayıf olduğunu gösterdi. Aynı durum, dünya polisinin işgali altındaki bölgelerde, devlet sonrası (poststaatlich/poststate) dönemin gerillası için de geçerli. Yeni “Asimetrik savaş” hakkında çok şey yazıldı. Makro boyutta ABD her zaman kazanıyor, mikro boyutta da her zaman kaybediyor. Şu “Terörizme karşı savaş” denen şey sonuçlandırılabilecek birşey değil, çünkü bizzat Batı'nın ortaya çıkardığı kapitalist dünya krizinin hayaletine karşı yürütülen bir savaş. Savaşan iki tarafın da belli bir perspektifi yok, çünkü savunabilecekleri toplumsal alternatifler geliştiremiyorlar.

Amerikan askeri mekanizmasının bambaşka bir sınırı daha var, o da mali sınırı. ABD'nin silah üstünlüğünü sağlayan ekonomik koşullar bşr daha geri gelmemek üzere geçmişte kaldı. 'Meta/mal üreten' kapitalist sistemin küresel krizi,her yerde, mali krizler şeklinde görünüyor. Ve kapitalizmde kaynaklar, askeri amaçlar için bile olsa, sadece 'finanse edilebilir' durumda olmaları halinde seferber edilebilirler. Günümüzün kriz şartları altında Batı Avrupa ve Rusya'nın ekonomik-mali bakımdan ABD'nin askeri büyümesini taklit edip tekrarlamalarına imkan yok. ABD de gittikçe artan bir hızla kendi 'finanse edebilme' sınırlarına dayanıyor. ABD şu andaki askeri mekanizmasını, kendi gücüne dayanarak kopyalayabilecek ve yeniden kurabilecek durumda değil; küresel sermayenin ve paranın ABD'ye akışına bağımlı. Küresel krizin yayılması ve maliyetlerin yükselmeye devam etmesiyle birlikte para akışı kesilmek zorunda -ki daha şimdiden rekor düzeyde borçlanmaya neden olmuştur. Askeri operasyonlarla Irak'ı, Afganistan'ı ve diğer ülkeleri devamlı işgal altında tutmak, pek yakında ABD'nin soluğunu kesecektir.

Soru: Amerikan Ordusu Irak'ı işgal altında tutuyor. İşgalin eski malum “gerekçeleri bir yana, göstermelik birkaç girişim dışında ABD'nin “söz verdiği” demokrasi ve düzenden eser yok. Sizce ABD Irak'ta bir düzen mi yoksa bir düzensizlik mi kurmak istiyor?

Robert Kurz: ABD'nin sadece Irak için değil, dünyanın Irak dışında kalan kısmı için de hiçbir stratejik gelecek tasarımı bulunmuyor. Elinde yüksek teknolojiye sahip askeri mekanizmasından başka kullanabileceği bir şey olmadığından, kendi sisteminin dünya çapındaki krizine karşı, ileriye doğru askeri bir kaçış yaparak tepki veriyor. Belki daha sonra İran'a Suriye'ye, Kuzey Kore'ye ve diğer ülkelere saldıracak, ama bunun sonucunda ancak Pirus zaferi kazanabilir. Çünkü ABD'nin toplumsal anlamda; ideolojik sayıklamalar ve siyasi hayaller dışında, insanların önüne koyabileceği, onlara sunabileceği tatmin edici hiçbir şey yok. Modern siyasi ve hukuki sistem, ancak dünya pazarındaki rekabet kabiliyetinin varlığına ve devamına uygun olduğu ölçüde varlığını sürdürebilir. Bu özelliğin -Üçüncü Endüstri Devrimi'nin şartları altında- sönmeye başladığı yerlerde, Batı matrisine/sistemine uygun siyasi ve hukuki yapılanmalar ya bozuluyorlar ya da hiç kurulamıyorlar.

Irak'ta, rekabet kabiliyetine sahip kapitalist bir üretim sisteminin kurulması için yatırım yaparak bunu finanse edebilecek tek bir Allah'ın kulu yok. Yalnız petrol endüstrisinin işler duruma getirilebilmesi için bile devasa yatırımların yapılması gerekiyor -kionun da pek olanağı yok. Irak'a yapılan askeri saldırı, bu ülkenin bakımsız altyapısını tıpkı Yugoslavya'da olduğu gibi, daha da bozdu. Üstelik Irak'da şimdi adını burada anmaya deyecek bir “yeniden inşa” çalışması da görülmüyor. Herhangi bir perspektiften yoksun Batılı kriz sömürgeciliği, işgal ettiği ülkeleri ve bu ülkelerin halklarını ne yapacağını da bilmiyor. Halklara, daha da büyütüp sonsuzlaştırdığı bir kaos ortamı, şiddet ve yoksulluktan başka Bir şey sunamıyor. Başını ABD'nin çektiği Batı, 'meta/mal üreten' sistemin artık tarihi sınırlarına dayandığını ve insanlığın ezici çoğunluğunun, dünya pazarınınkriterlerine göre yaşayamayacağı gerçeğini kabul etmek istemiyor. Bu bağlamda, onlar için bir “getirisi” olmayan bazı Yer altı kaynaklarını da (yüksek maliyeti nedeniyle) kullanmayıp kapatıyorlar. Batı'nın içine düştüğü bu zor durumun, askeri yöntemlerle bertaraf edilmesi mümkün değil. Irak'ın ABD tarafından işgali, sırf bu nedenle, gelecekteki olası benzeri girişimlerde görüleceği gibi başarısızlığa uğrayacaktır.

Kriz bölgelerinde Amerika'nın militarist ve işgalci politikası, sadece önemsiz bir siyasi ve sosyal azınlığı kendine dayanak olarak alabilir. Bu azınlık esas itibariyle kriz bölgelerindeki üst ve orta tabakanın artıklarından, “Jeunesse doree”* tipi, Batı'da Batı tipi bir öğrencilik dönemi geçirmiş olanlardan ve belki ülkelerinin Amerikan işgaline uğramasını umut edenlerden oluşuyor. Bunlar, toplumsal 'gelişim süreci'nin olumlu istikamette seyredeceğine artık inanmıyorlar. Bu yüzden de, içine doğru patlayarak küçülmekte olan dünya pazarında Batılı tüketim ürünlerinden/hizmetlerinden paylarına düşeni kaybetmemek, onları korumak istiyorlar. Bu istekleri elbette bir hayalden ibarettir. Globalleşmenin “Jeunesse doree” takımı her yerde, hatta Batı'da da var.Bunlar, morali bozulmuş bir enlektüel tabakanın sosyal ve ekonomik sefaletine işaret etmek bakımından, sadece bir dipnot olmak değeri taşıyorlar.

Soru: Amerikan entelektüelleri 11 Eylül'den sonra, kendisine “Başkanımız” diye hitap ettikleri George W. Bush'u “terörizme karşı savaşında” desteklemek amacıyla ortak bir bildiri yayımladılar (“What we're fighting for: A Letter from America”). Orada şöyle bir cümle de var: “Doğayla ilintili insan haysiyetinin en açık siyasi ifadesi, demokrasidir.” Amerika'nın “Batılı Değerleri” gerçekten de evrensel değerler mi?

Robert Kurz: Kendi sisteminin ürettiği dünya krizinden -ileriye doğru- askeri yöntemler kullanarak kaçışı, ileriye doğru ideolojik kaçışıyla tam bir uyum içinde ABD'nin global koruması altındaki Batılı evrenselcilik (Universalismus/universalism), bugün de sermayenin değerlendirilmesiyle ilgili bir şey. Kapitalizmin bütün dünyaya yayılmasıyla orantılı olarak evrenselleşti. Böylece evrenselciliği ideolojik anlamda savununların iddia attiği gibi, tarih ötesi bir gerçekliğe sahip değil; tam tersine, belli bir tarihsel dönemin, kapitalizm çağının tarihi ile sınırlı. Tabii evrensellik, insanlara uğur ve mutluluktan başka herşey getirdi. Evrensellik, dünyaya muazzam bir sefalet getiren sosyal zorunluluklar ve iktidar sistemi anlamına gelmektedir. Ve her zaman, insanların diskalifiye olmaları anlamına gelmiştir.Kapitalist kriterlere göre bir şekilde yetersiz sayılan insan kitleleri, diskalifiye oup sistemin dışında kalıyorlar. Kendi kriterleriyle değerlendirdiğinizde evrenselcilik kocaman bir yalandır.

Eğer burada İnsan Hakları'ndan da bahsedeceksek, önce insanın toplumsal tarifini sorgulamalıyız. Kapitalizmin, bir insanı hukuki anlamda “birey” sayması için, o insanın satabilecek bir şeyinin olması ve mal/hizmet satın alabilecek durumda biri olması gerekir. İnsanın bu kabiliyeti de -prensip itibariyle- o kişinin iş gücünün, sermaye değerlendirme sistemine uyarlanıp uyarlanamadığına bağlıdır. Oysa bugün gittikçe artan sayıda insan -hatta Batı'da bile- bu sistemin dığında kalıyor. Sistemin sessiz mantığına göre bu insanlar, insan olmanın bütün özelliklerini taşımıyorlar ve son tahlilde insandan sayılmıyorlar.

Soru: Amerikalı entelektüellerin bildirisindeki “Demokrasi” hakkında neler söyleyeceksiniz?

Robert Kurz: Benzeri şeyler demokrasi için de geçerli. Burada sözünü ettiğimiz şey (demokrasi); toplumun bireylerinin biraraya gelerek, toplumun kaynaklarının doğru şekilde nasıl kullanılabileceği hakkında karar verdikleri bir kurum falan değildir. Bu kararları verme hakkı, kör sürecin mekanizmaları tarafından ve pazarın -bugünkü şekliyle dünya pazarının- sosyal duyarlılıktan yoksun kriterleri tarafından toplumun elinden alınıyor. Demokrasi en başta, pazardaki rekabetin sonuçlarını düzenliyor. Aslında o, rekabetin öznelerinin düzenlenmesi demek oluyor. Bu yüzden demokrasi aygıtı aznı zamanda bir sınırlandırma, baskı ve tehdit mercii olma özelliği de taşıyor. Rekabet kabiliyetine sahip olmayanlar için demokrasi zaten anlamsız hale geldi. Sistemin dışında kalan kişilerin başına gelenler, sistem dışında kalan ülkelerin de başına geliyor artık. Dile getirilmeyen tüm bu insanlık karşıtı/düşmanı sonuçlar karşısında Batılı “demokratik” entelektüeller susuyorlar, bütün bunları görmezden geliyorlar.

Soru: Dünyanın tamamına aynı ekonomik düzeni (serbest piyasa kapitalizmini) aynı devlet biçimini (ulus-devlet, cumhuriyet vb.) dikte etme cüreti nereden geliyor? En ücra köşesine kadar dünyanın her yeri ve bütün insanlar birbirine benzeyince; Tibetli lamalar, Eskimolar ve Amazon yerlileri bile takım elbise giyip çizgili kravat takınca, Amerikalılar daha mı mutlu olacaklar sizce?

Robert Kurz: Kapitalizm, insanların ihtiyaçlarını dikkate almayan, irrasyonel bir; 'paranın durmaksızın daha fazla paraya çevrilmesi' olayıdır. Paranın birikimi işlemi, totaliter özellikler taşır ve yanıbaşında başka bir toplumsal şekillenmeye tahammül edemez. İşlem bu yüzden yayılıp genişlemeye yatkındır ve çoktan bir dünya sistemi haline gelmiştir. Dünyadaki bütün ülkeler, bütün kültürler, bütün insanlar, sermayenin aynı toplumsal şekli içinde yeralıyorlar. Bütün toplumsal varoluş biçimleri -buna rağmen- birbirinin aynı değildirler. Fakat asıl fark sermayenin global şekli dahilinde, kültürel değil ekonomiktir, kazananlarla kaybedenlerin arasındaki farktır, fakirlerle zenginler arasındaki farktır, gelişme ile “geri kalmışlık” arasındaki farktır.

Üçüncü Endüstri Devrimi'nin ardından, yeni dünya krizi şartları altında 'kaybedenler' ve 'fakirleşenler' kitlesi öylesine büyüyüp çoğaldı ki, artık koca koca ülkeler ve dünyanın çeşitli bölgeleri, kapitalizmin kendini kopyalayarak yeniden üterme özelliğinin dışında kalmaya başladılar. Ve kriz, bizzat Batı'nın içine kadar girip yayıldı.

Şimdi bu durumda ortaya, krizi -yanlış- bir kültürcü açıklamayla aşmaya çalışanlar çıktı. Kültürcü eleştiri, siyasi-ekonomik sermaye ilişkilerine ve onun şekillerine değil de güya “yabancı” saydığı bir başka kültüre yöneliyor. Oysa Batı'nın 'Kültür emperyalizmi'nin özü, kapitalist üretim şeklinin global bazda kabul ettirilmesinde yatar; dinsel tasavvurlarda değil, giyim tarzında da değil. Tibetliler, Amazon yerlileri ve diğerleri, dünya pazarında giderek daha da sefil durumlara düştükten sonra, geleneksel kıyafetlerini ve törenlerini geri alsalar bunun ne kıymeti olabilir?

Kapitalizm öncesi kültürler sanki hiç bozulmamışlar da, sadece dış görünümleri Batılı yaşam biçiminden etkilenmiş gibi yapamayız. Kapitalistleşme süreci yüzyıllardır devam ediyor. Dünyada bakir kalmış saf, yerel/yerli kültür diye birşey kalmadı. Tam tersine, kültüreli dinsel ve diğer özellikler, olumsuz anlamda evrensel kapitalizmin üzerini örterek ona folklorik parlak bir cila oluyorlar. Bugün ilan edilen neo-etnik, neo-aidiyetçi, neo-dinsel kimlikler; bütün bunlar yapay, sentetik bir gelişmeden başka bir şey değiller. İnsanların krizde hayatta/ayakta kalma dürtüsünden doğmuşlardır. Ayrıca bu kimlikler insanlara, kapitalist yoldan kapitalist metodlarla sunuluyorlar. Kapitalizmden kurtulmuş bir insanlık, kuşkusuz birçok pozitif şeyi, modern çağ öncesindeki Avrupa dışı gelenekleri benimseyebilir; ama mecburen içinde yeralmak zorunda kalacağı (dinsel ve etnik bazda) kapalı toplumlara ve cemaatlere artık geri dönemez.

Paranın belirlediği soyut evrenselliğin karşısında kültürel farklılık, başka bir şekilde yeniden keşfediliyor: eski donuk kültürel kimliklerin ötesinde, mesela dünyanın her köşesinde kitleler halinde yaşayan göçmenlerin şahsında. Kültür, zaten her zaman karışım demektir. Kapitalizm ve Batı sonrasının toplumunda kültür, gezegeni gerçek anlamda kapsayan bir ölçek kazanacaktır.

Soru: Dünyanın tamamını kaplayan veya kaplamayı hedefleyen kapitalizm/sosyalizm gibi sistemler, aynı kaynaktan, 'Aydınlanma' düşüncesinden doğdular. Global kapitalizm tahminlerden çok daha hızlı bir şekilde son sınırlarına ulaştığına göre, 'Aydınlanma' düşüncesi, kapitalizm ve sosyalizmden sonra yeni üçüncü bir global sistem doğurabilecek kadar genç mi?

Robert Kurz: Batılı Aydınlanma, insan aklının zaferi değildir. Bilakis; Batılı Aydınlanma, sermayenin yıkıcı aklını “akıl” ilan etmiştir ve topyekün rekabetin sivil öznesine, felsefi anlamda meşruiyet kazandırmıştır. Aydınlanma, dini tek tek kişilerin “özel meselesi” haline getirdi. Bunun nedeni; sermayeyi, sekülerleştirilmiş bir din haline getirmesidir -'soyut çalışma/iş' dini haline getirmesidir. Adına 'ölü iş'** dediğimiz 'Para', Batı'nın içkin/dünyevi tanrısıdır. Şimdiye dek görebildiğimiz kadarıyla sosyalizm, kendi kendisini tasdik etmek amacıyla Aydınlanma'ya dayanıyordu. Çünkü sermayenin -yani 'meta/mal üreten' sistemin- modern şekillerini aşamamıştı. Sosyalizm, dünya sermayesinin olgunlaşmış krizlerinden birinin ürünü bile değildi. Onun yerine, dünya pazarının taşrasındaki 'gecikmiş modernleşme'nin bir ürünüydü. Sosyalizm bu yüzden, milliyetçi bir örgütlenmeydi aynı zamanda. Aynı nedenle, sosyalizmin dini de 'soyut çalışma/iş' idi. Para faktörünü kullanarak pazarı daha farklı bir şekilde şekillendirmek ya da ayarlamak istiyordu. Ama günümüzde, Üçüncü Endüstri Devrimi'nin yaptığı hamle karşısında -ve sadece kapitalizmin değil, Batı'nın sahte aklı ve sahte birey/özne formu karşısında- tükendi. Bu saydığım nedenlerden dolayı, Aydınlanma düşüncesinden, insanların özgürlüğünü ilgilendirecek yeni bir perspektif çıkmaz. O da, bizzat 'meta/mal üreten toplum'a uygun parçalardan biridir ve bunların radikal bir şekilde topyekün eleştirilip aşılmaları gerekmektedir.

Burada asıl sorulması gereken soru, Aydınlanma'ya yöneltilecek eleştirinin nasıl formüle edileceğidir. Aydınlanma'ya karşı birçok ses yükselebilir, ama asıl önemli olan, gezegeni kapsayan ortak bir hareketle, şu “Modern” denen şeyin aşılmasıdır. Bu hareketin başarılı olabilmesi için, tıpkı krizdeki sermaye gibi uluslarüstü bir karaktere sahip olması gerekiyor. Aydınlanma'yı, tarihi bakımdan geleceğe açık olan alanda ileriye doğru yarıp çıkmak gerekiyor. -Gerici bir manevrayla, zamanda geriye doğru gidip geçmişe dönerek değil. Şimdilik bütün dünyada, geriye dönük hareketler yükseliyor. Dine sığınma olgusu Batı'da da mevcut. Dinin bize dünya hakkında söylemeye devam edebileceği şeyler konusuna gelince: Dinler, toplumsal alanda, artık geri gelmeyecek olan tarım kültürlerinin ürünleriydiler. Öyleyse dinler, bugünkü sosyo-ekonomik krizin aşılmasına fazla katkıda bulunamazlar.

Sermayenin çeşitli biçimlerine karşı; ayrıca insan kaynakları, doğal kaynaklar ve toplumsal ilişkilere yaklaşım konusunda yeni alternatifler geliştirilmediği sürece, kolaya kaçan kültürcü eleştiriler, tıpkı eski sosyalistlerin eleştirileri gibi önemsiz/hükümsüz olacaklardır. Böylece Max Weber'in dediği gibi, önce Batı'nın kurduğu 'demir kafes' içinde hapsolup kalacaklardır. Örgütlü sadakalarla/bağışlarla, kapitalizme alternatif olunamaz. Üçüncü Dünya'daki neo-dindar konjonktür; dünyanın sermaye tarafından ekonomik misyonerlik faaliyetine nasıl maruz kaldığı olgusunu gözardı ettiği sürece inandırıcı olamaz. Kapitalizmin ve dünya pazarının insanlara sunulma şekli, ancak bütün insanlığın devrimci çabasıyla aşılabilir.


* Bol paralı hedonist gençler anlamında. Fransızca, 'Yaldızlı Gençlik'

** Karl Marx, yazdığı 'Kapital' adlı kitabının birinci cildinde 'Ölü iş'i (Almanca: 'Tote Arbeit'), ücretli çalışmanın paraya dönüştürülmüş hali, yani 'Kapital' haline gelmiş hali anlamında kullanır. (S.S.C.'nın notu)

Mart 2004'de Yarın dergisinde yayımlanmıştır.