(Milliyetçilik yazıları 5)
Endüstrileşme öncesinde toplumların kapitalistleşmesi, henüz belli bir kültürel homojenleşmeyi zorunlu kılmadığından, milliyetçilikler de halkların içine kadar nüfuz etmemişti, milliyetçilik henüz bir zorunluk değildi. Klasik anlamda milliyetçilik, endüstrileşme (endüstriyel kapitalizm) ile ilgili bir konudur ve en yıkıcı/katliamcı etkisini de endüstrileşme çağı başladıktan sonra göstermiştir.
Milliyetçiliği zorunlu kılan gelişmelerin başında, rasyonal düşüncenin yaygınlaşması gelmektedir. Çünkü ancak rasyonalleşmenin yaygınlaşması sayasinde 'Burjuva/kapitalist mantalitesi' güçlenip halk nezdinde kabul görmüştür. Kabul görmesi de, para bazlı düşünme modelinin halk tarafından içselleştirilmesi ile ilgilidir.
Burada Eske Bockelmann'ın para/ritm (takt) teorisine dönüş yapmak mümkün:
Orta Avrupa'da bazı şehirlerde ve bölgelerde 17'inci yüzyılın ilk yarısında başlayan önemli mental değişiklik, sanattaki ilginç değişikliklerden de okunabilmektedir. Bir zihniyet, tam anlamıyla benimsenip içselleştirilmiştir. Bu zihniyet ekonomi alanında esasen şöyle özetlenebilir:
Eskiden mal alım-satımı sırasında mal esas, para taliyken, daha sonra para esas, mal tali olmuştur. Bu köklü mental değişim, kapitalizmin açıklanması ile ilgili önemli bir konu olmayı sürdürüyor. Bockelmann, bu önemli dönüşümün insan ruhundaki izleri incelemiş ve şiirden müziğe uzanan bir alandaki etkisini, detaylı bir şekilde kanıtlamıştır.
Paranın, başlı başına bir meta olarak ortaya çıkması aşamasında, belli bir zaman sonra ikinci bir sıçrama olmuştur. Bu sıçrama, sistemin para/kar bazlı büyüme özelliğinin bir sonucudur.
Endüstrileşme, bu sıçramanın ertesinde yaşanan, daha da hızlandırılmış ve yoğunlaştırılmış kapitalist para/iş sisteminin dayattığı kültürel homojenleşmenin çok daha yoğunlaştığı ve hızlandığı dönemdir. Ve Endüstri toplumu, sürekli büyümek zorundadır. Büyümeye odaklı endüstri toplumu, bu konuda tarihte tek ve benzersizdir.
Yeni endüstri toplumu, paracıl, tektipleştirici düz mantığı ile her şeyden önce, yeni bir çalışma biçiminin ifadesidir ve fabrika merkezli bu ücretli kapitalist çalışma biçimi/anlayışı, milliyetçiliği zorunlu kılmaktadır. Endüstrileşme döneminde milliyetçilik, Faşizm/Nazizim/Stalinizm şeklinde aşırı bir uca kadar savrulmuştur. Bu tür faşizan milliyetçiliklerin, fabrika/iş/üretim fetişizmi herkesin malumudur.
Sosyal alanda tarım toplumu ile endüstrileşmiş toplum arasındaki en önemli farklardan biri de, tarım toplumunun durağan, endüstri toplumunun ise mobil olmasıdır. Endüstrileşme devri insanı, her türlü işi yapabilecek, iş nedeniyle yer ve meslek değiştirebilecek, bunun için eğitilebilecek ve sekiz saatlik iş gününü benimseyecek bir modern birey olmak zorundadır. Endüstrileşmenin yaygınlaşması aşamasında Türkiye'de de müthiş iş göçleri olmuştur. Mesela İstanbul'un nüfusu, 1960'li yılların başından günümüze kadar, üçe katlanmıştır. Endüstrilerin mobil halklara ihtiyaçları vardır, bu da otomatikman kültürel homojenleşmeyi zorunlu kılar. Eskiden kendi köyünde doğup kendi köyünde ölen insan sayısı, nüfusun çoğunluğunu oluşturuyordu. Şimdi tersidir. Kürtlerin Batı Anadolu'ya gelişi de endüstriyel sosyal mobilizasyonun bir sonucudur. Bu dönemde, Kürt ayaklanması da olmamıştır, çünkü kapitalistleşme (ve onu destekleyen, homojenleştirici Milli Eğitim) sayesinde hem yaşam koşulları modernleşmiştir, hem de Kürtler tarihte ilk kez Batı Anadolu'da da yaşamaya başlamışlardır. Endüstri toplumunun homojen bir parçası olabilmek için- Milliyetçi sosyo-kültürel homojenleşmeyi kabullenmeleri gerekiyordu, kabullenmişlerdir. Mikromilliyetçi anlamda "Kürt kimliği" anlayışı henüz ortaya çıkmadığından, farklı aşiretler bazında çeşitli 'Kürtlükler'in yaşadığı, herkesin kendini Türkiye Cumhuriyetinin 'Türk Milleti'ne dahil saydığı bu aşama (1940'lardan 1980'e kadar), ikinci sonradan modernleşme dönemine (Neoliberal döneme) kadar devam etmiştir. Neoliberalizm öncesi dönem, aynı zamanda endüstrileşmiş 'Milli Ekonomi'ler dönemidir.
Milliyetçiliğin asıl taşıyıcısı endüstileşmiş toplumlardır. Emdüstrileşmiş kapitalist toplumları, daha öncesinin ilk kapitalist (Osmanlı) döneminden ayıran özelliklerin başında, Milli Eğitim gelmektedir. Endüstrileşmiş tüm toplumlar, 'Tevhidi tedrisat'ın esas olduğu bir eğitimle, endüstri toplumu insanını üretmek zorundadırlar. Endüstri toplumunun karmaşık/girift ve çok boyutlu iş ilişkileri sistemi, kültürel bazda homojen bir halk gerektirir.
Çok hızlanan, çeşitlenen ve ortak normların hızla arttığı endüstrileşme aşamasında Milli Eğitim, esas olarak, ortak değerler yaratmak bakımından bir zorunluluktur. Milli Ekonominin devlet kontrolünde/koordinesinde veya katılımıyla işlemesi buna bağlıdır. Yani Kürtçülerin, "Kürtçe eğitim", otonomi falan gibi ayrışmaya doğru giden talepleri, en başta bütüne ve gene Batı Anadolu'nun Kürt kökenli Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına zarar verir. Çünkü ekonomik kimliğin esas olduğu endüstri toplumunda ekonomik bir karşılığı olmayan etnik/dini kimliklere göre siyasi bölünmeler üretmek, hiç kimsenin kabul edebileceği bir şey değildir. Daha önemlisi, kendi farazi sınırları içinde mesela milli bir "Kürt ekonomisi" kurmak, bugünün dünya koşullarında hem mümkün değildir (bu Kuzey Irak'ta bile kurulamamıştır) hem de bunu denemek, bölünen ekonomileri zayıflatacağı için ne "Kurdi" ne "Tırki" sermayesinin destekleyeceği bir şeydir. Kürtçü aydınlar çok laf üretiyorlar, ama matematikten hiç anlamıyorlar. -Ki, çok boyutlu derin hesap-kitap işleri, endüstri toplumunun bir numaralı özelliğidir.
Endüstrileşmiş kapitalist bir ülkede şu iki kavram yanyana gelmez:
"Kürdüz" ve "Batı Anadolu bizim de vatanımız.."
Bu denklemin doğrusu şudur:
"Kürdüz" ve "Batı Anadolu bizim vatanımız değil.. sadece Kürdistan bizim vatanımız."
Veya şudur:
"Biz 'Türküz' (Milletin/Ulusun adı anlamında)" ve "Anadolu'nun tamamı bizim vatanımız."
Endüstrileşmiş kapitalist bir ülke kaldığı sürece, Anadolunun tamamı, sadece kültürel homojen 'Türkler' için vatandır. Bu denklemi bozmanın bedeli, bunda ısrar edilmesi halinde, sadece iç savaş olabilir -çünkü homojenleşmeyi dayatan, bizzat sistemdir. (Neoliberal entel/dantel takımının sandığı gibi sadece kuru istek/irade/demokrasi falan değildir) Yani son altmış yıldır Batı Anadolu'da yaşayan ve şimdi "Kürdük" diye entellik attıranlar, önce İstanbul Boğazında ne aradıklarını, buraya nasıl geldiklerini ve neden Batı Anadolu ve İstanbul'da oturabildiklerini düşünmek zorundadırlar.
Sadece Batı Anadolu değil, Anadolu'nun tamamı, 'Türk Vatandaşları'na açılmıştır. Kültürel homojenleşmiş diğer endüstri ülkelerinde de böyle olmuştur. Endüstrileşmiş bir toplumda bunun zorunlu olduğu da, bugün çok daha iyi anlaşılmıştır. Ülkenin tamamı, Milli Eğitimle 'Türk' olmuş (Ulus devletin milletinin/ulusunun adı) tüm T.C. vatandaşlarına açıktır Türkiye -ki endüstrileşmiş bir ülkede de böyle olmak zorundadır. Yani burada kimseye bölgesel bir sınırlama yoktur -ama bir şartla: Herkes, sistemin işlemesi için gereken asgari müşterekte birleşmelidir: Ulus devletin vatandaşı olarak 'Türk olmak'. Tıpkı Bulgaristan Türklerinin 'Bulgar' olması ve bununla bir sorununun olmaması gibi. Tıpkı Batı Trakya Türklerinin 'Yunanlı' olması gibi.
Kimlikçi, (bu nedenle de ayrılık/gayrılık güden) mikro-milliyetçi anlayışlar, endüstri toplumunda "yabancı madde"dir ve kimlikçilikte ısrar etmeleri halinde er veya geç, bütünün dışına çıkarılmak zorunda kalınacaklardır. Bunun anlamı daha şimdiden kesindir: "Kürdüm" diyenler, Batı Anadolu'dan ve İstanbul'dan çıkarılırlar. Yani sonuç felaket olur.
Endüstri toplumunun belirleyici en önemli sosyal özelliği Milli Eğitimdir...
Osmanlı dönemi (yani Türkiye'nin ilk kapitalistleşme dönemi) ve Cumhuriyet dönemi (yani Türkiye'nin endüstrileşme dönemi) arasındaki belirleyici fark, Milli Eğitim farkıdır ve onun kurguladığı Ulus Devlet Milliyetçiliğidir. Bazıları bu Milliyetçiliğin (Kemalizm) faşizan olduğunu söylüyor -ki kısmen doğru sayılabilir. (Ama aynı dönemde dünyadaki diğer milliyetçiliklerin bir çoğundan daha az faşizandır. Ya da şöyle söyleyelim: Endüstrileşme dönemi milliyetçiliklerinin hepsi, az ya da çok faşizandırlar.)
Endüstri toplumunun daha sonra daha ayrıntılı inceleyeceğimiz özelliği ise: Eğitimliler sınıfıdır.
Etnik/dini kökenine bakılmaksızın (ve sınıfsal kökenine bakılmaksızın) ilk kez endüstri toplumunda, 'Eğitim/diploma üzerinden' geniş bir kesimin sosyal statü kazanması, sosyal/kamusal güvence kazanması, şeref/haysiyet kazanması mümkün olmuştur. Bunu, endüstrileşme dönemine has, homojenleştirici Milli Eğitim, sağlamıştır.
Günümüzde, Milli Eğitim'in de ötesinde, dünyaya açık bir eğitim/görgü/kültür, en önemli yatırım sayılmaktadır. (Devlet bunun henüz bu ölçüde farkında değil malesef -ama çocuğu olanlar bunun farkında ve çocuklarını en azından iyi bir şekilde okutmak için ellerinden gelen herşeyi yapıyorlar!) Kısaca not: "Getirisi" en yüksek, önemli yatırımlar, betona değil insana yapılan yatırımlardır!..
Dikkat edilecek olursa, endüstrileşmenin başındaki savaşlar, (Balkan savaşından Kurtuluş savaşına) halkı kimin kendi Milli Eğitimi'nden geçireceği savaşlarıdır. Yunanistan ve Bulgaristan Batı Trakya'da eğitimi ele geçirmiş, mesela Yunanistan'da Türk sözünü (bugün bile) yasaklamıştır. Yunanlı talebeler okulda, ülkelerinde sadece "Müslümanların yaşadığını" öğrenirler, Türklerin yaşadığını değil. O müslümanların hepsinin İstanbul Türkçesi konuşması ise sadece bir "tesadüf"tür! Yunan Milli Eğitimi tornasından çıkmış bir Yunanlı için Türk, sınırın öte tarafındaki bıyıklı düşman tiptir. Aynı şey Türkiye için de geçerlidir. Milli Eğitim'in hiçbir tarih kitabında, 1080-1375 yılları arasında Adana-Mersin (Kilikya) bölgesinde yaşamış bir Ermeni krallığından bahsedilmez. Hatta birçok tarihçi bunu bilmez! Bu gariplikler, Milli Eğitim'lere özgü "normalliklerdir" ve kapitalizmi sorunlu olan tüm ülkelerde böyle saçma-sapanlıklar içerirler. Yani Türkiye'ye özgü birşey değildir.
(Endüstileşme döneminin ertesinde başlayan Neoliberal dönem ve şimdi içinde bulunduğumuz, 2008 sonunda başlayan Postkapitalist dönem'deki milliyetçilik ve türleri, başka yazıların konusu.)