Milliyetçilik, tarım toplumlarında neden ortaya çıkmadı

(Milliyetçilik yazıları 3)
Kapitalizm öncesinin toplumlarını en genel anlamda ikiye ayırabiliriz:
Son beşbin yıldır giderek güçlenen ve 13'üncü yüzyıldan sonra tarihin asıl damarını oluşturan “Yazılı/yerleşik toplumlar” ve onların öncesinde yüzbinlerce yıllık “Yazısız/göçebe toplumlar." B
urada kısaca bahsedeceğimiz toplumlar, yazıyı yaygın bir şekilde kullanmaya başlayan yerleşik tarım toplumları. Yani bugünkü “uygar” toplumların ataları. Ve ilk önce Anadolu'da (Urfa bölgesi) ortaya çıktığı malum. Yapılan araştırmalara göre bu adamlar, göçebe hemdaşlarına göre çok daha kırılgan, hastalıklı ve çirkindiler. Zor hayatlarının tek avuntusu, kendi çitlerinin gerisine çekilip orada güvende olduklarına inanmaktı... Hastalıklı, karaktersiz ama “güvenli” bir hayat!..

Kapitalizme has “Para/iş toplumları” öncesinin tarım toplumlarında, milliyetçilik ortaya çıkmamıştır/çıkamamıştır. Bunun nedeni, milliyetçiliğin ne olduğu ve nasıl işlediğini anlamak için de önemli görünüyor. (Önce kesinlik kazandırmamız gereken konu şu: Kapitalist toplumlardan önce -sırf Marx öyle istedi diye- dünyaya “Feodalizm” hakim olmamıştır. Batı orijinli bir laf olan "Feodal toplumlar", Orta ve Batı Avrupa'ya özgüdür ve dünyanın tamamına doğru genelleştirilemezler.)
Y
azılı bir kültür geliştirenler ve yazıya hakim olan insan sayısı, çoğunluğun içinde genellikle istisna veya azınlıktı. Yazılı kültürün yaygınlaşmasıyla birlikte, ilk kez yazı üzerinden ortak kültür kurmak geleneği de başlamıştır. Ama bu, sanıldığı gibi herkesi homojen bir kültür altında toplamak için kullanılmamıştır -hatta tam tersi olmuştur.
K
apitalizm öncesi yazılı kültürünün temel özelliği; homojenliği değil farklılıkları özendirmesiydi. Çeşitli kesimler arasındaki farklılıklar ne kadar fazlaysa, kesimler o ölçüde kendi iç dünyalarına kapanabiliyorlardı, kendilerini daha kolay tanımlıyorlardı. Bu aynı zamanda bir 'kendini diğerlerinden koruma' mekanizması şeklinde de işlemekteydi. Bu, desteklenip özendirilen bir durumdu. Osmanlı sisteminde de, yanyana yaşayan ve birbirinin içine girmeyen sayısız kültürel yapının varolduğunu biliyoruz.
Kültürel bakımdan aynı olması beklenen gruplar bile, çeşitli nedenlerle diğer benzerleriyle aralarına mezhepsel/yerel/lehçe farkları koyuyorlardı. Mesela bugün hepsine toptan Ermeni dediğimiz halkın Anadolu'da hem farklı Hristiyan mezheplerinden olanları, hem de farklı lehçeler konuşanları vardı, tıpkı Rumların ve diğerlerinin de olduğu gibi (Mesela bugün bile Antakyalı Hristiyan Araplar kendilerine Rum derler vb.) Ve bu durum normal sayılıyordu. Aynı köy veya kasabada yaşayan ve aynı dili konuşanların bile, çeşitli nedenlerle diğerleriyle araya bir fark koymak için farklı lehçeleri veya adetleri benimsediği, hatta kendilerini farklı adlandırdıkları falan oluyordu. Kapitalizm öncesinin yazılı kültürü ve devleti, sadece Osmanlı coğrafyasında değil, bütün dünyada bu genel tutumu destekliyordu.

11'inci ve 12'inci yüzyılda dört-beş milyon kadar insanın yaşadığı Anadolu'ya, Selçukluların ilk döneminde bir milyon Oğuz Türkü'nün göçtüğü sanılıyor. Bugünkü anlamda konuşacak olursak, birbirinden ayrı ayrı oturan/yaşayan ve çeşitli dillere/inançlara sahip halkların yaşadığı Anadolu, 12'inci Yüzyıldan itibaren Latince metinlerde "Türkiye" (“Turcia”) diye adlandırılmaya başlanmıştır. Bizans'ın itirazlarına rağmen, bu ismin çok nesnel bir nedeni vardır. Çeşitli halklar, Anadolu'nun belli bölgelerine dağılmışken, Anadolu'nun tamamında görünen tek halk göçmen Türklerdir. Anadolu'nun her köşesini ortak bir paydada de facto bir araya getirmişleridir. Kısa sürede Türkçe, Rumcadan daha yaygın ortak Anadolu dili haline gelmiştir. Ama daha sonraki yüzyıllarda “Türklük”, dilin de ötesinde (elit) bir anlam kazanmıştır... (Mesela 19'uncu yüzyıl Tunus'unun yerel hakim kesimleri, hemen hiç Türkçe bilmedikleri halde kendilerini “Türk” diye adlandırıyorlardı. -1869'da finans krizi sonucu buraya gelen İngiliz-Fransız-İtalyan Avrupalı "maliyecileri" şaşırtmıştır.)

Birbirinden ayrı/farklı olmaya özenen Anadolu halklarının (ve dünyanın diğer yerlerindeki halkların) ortak dil veya kültür benimsemesi, sadece yöneticiler katında bir önem taşıyordu. En yaygın ortak dil Türkçe, zaten 12'inci Yüzyıldan itibaren -halkların yöneticileri bazında- bilinen bir dildi. Fakat aşağıya doğru halkların Türkçe bilmeleri hiç kimsenin ilgilenmediği gereksiz bir konuydu. Ayrıca homojenlik, zamanın mantalitesine ve ekonomik yapısına da uygun değildi. Halk ve kültür gruplarının, kendi ekonomik bağımsızlıklarına önemli ölçüde sahip olduklarını biliyoruz. Devletle ilişkiler, vergi ve askerlik düzeyindeydi -onu da halkların yönetici pozisyondaki kişi ve aileleri hallediyordu. Bu sosyo-ekonomik yapı, tüm Anadolu'nun kültürel homojenleşmesini hem gereksiz hem de imkansız kılıyordu. Durum, dünyanın başka yerlerinde de esasen böyleydi. Vergi toplamak ve güvenliği sağlamak konuları dışında kimin hangi kültürden olduğu veya hangi dili konuştuğu kesinlikle önemsizdi. Sadece devlet görevlilerinin ilişki kuracağı, sözkonusu halkların yöneticisi konumundakilerin Türkçeye hakim olması veya tercümanlarının olması gerekiyordu, o kadar. Türlü-çeşitli Anadolu halkının kendi aralarındaki ilişkiler de sınırlı olduğundan, halkın aşağıya/tabana doğru tamamının ortak bir dil kullanması kesinlikle gereksizdi -hatta kullanmaması daha iyiydi. Ayrıca bu parçalı durum, sadece tek tek halkların değil, merkezi devletin de işine geliyordu ve statükonun devamı için gerekli koşullar, kolayca yeniden üretebiliyordu. Tarım toplumlarının sosyo-ekonomik bakımdan kendi içine kapanıp, kendi içinde kendi ekonomisini döndürebilecek durumda olması, bu yapının, sürtüşme olmadan bir arada yan yana yaşamasına olanak tanıyordu. Toplumların birbirine ekonomi üzerinden karşılıklı muhtaç olması durumunun ya olmadığını ya da sınırlı/önemsiz boyutlarda seyrettiğini biliyoruz. Yani böyle bir kültürel/ekonomik atmosferde, merkezi devletle ilişkili kültürel homojenleşmeye dayanan “Milliyetçilik” gibi bir fikrin (ideolojinin) ortaya çıkması imkansızdı. Bu düzende, kapitalizmle aradaki en önemli fark, ücretli yoğun iş (ve para) sisteminin henüz kurulmamış olmasıdır. Yani yaygın bir iş bölümü, karmaşık ürünler ve o ürünler için gereken hammadde/malzeme çeşitliliği ve bunlar için gerekli yoğun şehirleşme henüz yoktu. Kitle halinde üretim de yoktu. Henüz üretilen ürünler, 'kişiye özel' üretiliyorlardı ve bunlar için usta ve çırakları, tek bir şeyi üretmek amacıyla -genellikle- sipariş üzerine üretmek esasını benimsemişlerdi. Yaygın/girift/karmaşık üretim ilişkileri, kapitalist üretim biçimiyle birlikte ortaya çıkınca, insanların birbirleriyle çok yönlü ilişki içinde olmaları gerekti. Bu yeni durum, yanyana yaşayan izole topluluklarla sürdürülemezdi. Halk arasında ortak dil kullanma gereksinimi, karmaşık üretim işlemlerini kolay anlayabilmeleri için halka okuma-yazma öğretmek ve milli eğitim (“ortak ülkü”) de buradan ortaya çıkmıştır. Aynısı, daha uzun bir süreç içinde Orta Avrupa ve Kuzey Amerika'da yaşanmıştır. Belli kültürel merkezler (ve düşünceler) etrafında kültürel homojenleşmeler bu vesileyle ortaya çıkmıştır. Avrupa'da bu süreç, uzun ve yavaş gerçekleştiği için, mesela Fransa'da, İngiltere'de ve Orta Avrupa'da kendi sınırları dahilindeki farklılıklar iyice törpülenerek, oldukça homojen sayılabilecek ilk uluslar/milletler ortaya çıkmıştır. Bu süreç Anadolu'da hem çok daha geç başlamıştır, hem de farklı ulusdevletler doğmasına müsait siyasi bir yapı olmadığından, çok kanlı bir iç savaşlar ve bölünme/parçalanmalar dönemi yaşanmıştır. Türkiye'de, Avrupa'da olduğu gibi ne yerel prenslikler vardı ne de bir asiller sınıfının oluşmasına izin verilmişti. Kapitalizmin para/iş ilişkilerinin metropollerden başlayarak (İstanbul, Selanik, İzmir) toplumlara hakim olmasıyla birlikte, belli kültürel merkezlerin (genellikle en kapitalitleşmiş çevrelerin) etrafında ortak kültür havzalarının oluşması, yeni milliyetçiliklerin ortaya çıkmasını kolaylaştırmıştır. Fakat Anadolu'daki kadar büyük farklılıkların bir arada yaşadığı bir yerde, görece kısa sürede -Avrupa'daki gibi- tek bir milliyetçiliğin taşıdığı, Anadolu'nun tamamında kültürel homojenleşmenin barışçıl yoldan kurulması imkansızdı. Osmanlı İmparatorluğu'nun ana gövdesinden savaşla önce Yunanistan'ın kopması da çok anlaşılır bir durumdur. Kendi içinde en çok kapitalistleşmiş İmparatorluk halkına mensup Rumların Yunan milliyetçiliğini benimseyip, halka ortak dil, tarih, ülkü aşılamaları, İmparatorluğun tüccarı ve devlet tecrübesine sahip görece homojen kapitalistleşmiş halkının Mora'da ilk milli devleti kurması tesadüf değildir. (Bu tarihten neredeyse yüz yıl sonra bile Osmanlı İmparatorluğu'nun dışişleri bakanının bir Rum olması da tesadüf değildir.) Ama homojenleşme, devam etmiştir. 19o8-1918 dönemini, sadece Osmanlı'nın değil, Anadolu'nun kıyameti sayabiliriz. İmparatorluğun Türkçe merkezi kültürüne kendini yakın/ait hissedenlerin, bu sürede, İmparatorluğun terkettiği yerlerden Anadolu'ya göçtüğünü ve Türkçe merkezi kültüre yakın ahalinin nüfusunun Anadolu'da hızla arttığını biliyoruz. Aynı dönemde savaş bahane edilerek Ermenilerin Anadolu'dan çıkartıldığını, en son Kurtuluş Savaşı sonunda ve büyük mübadele sonucu Rumların Anadolu'dan çıkartıldığını da biliyoruz. Şimdi geriye dönüp baktığımızda, Anadolu'da tek bir ulus-devlet kurulması için bu homojenleşmenin er geç yaşanmak zorunda kalınacağını da görüyoruz. Homojenleşme eğer o zaman olmasaydı, İkinci Dünya Savaşı sırasında -bahaneyle- olabilirdi. (Dünyada Birinci ve İkinci Dünya Savaşları birbirinin devamı ve tamamlayıcısı olmuşlardır.) Bu süreçte merkezi devleti elinde bulunduran ve yeni Türk milliyetçiliğini kuranlar, önce Doğu'da Ermeni milliyetçiliğini, sonra Batı'da Yunan milliyetçiliğini yenmek zorunda kalmışlardır. (Burada masum olan milliyetçilik yoktur...) Türk milliyetçiliği, girdiği savaşları kaybedebilirdi. O zaman Anadolu'da kanlı-bıçaklı, daimi itilaflı birkaç ulus-devlet kurulmuş olurdu ve Birinci'nin bir rövanşı olan İkinci Dünya Savaşı'nda ikinci bir kıyamet yaşanırdı ve Anadolu'da birlik gene sağlanırdı. Kısacası Anadolu, yapı itibarıyla kapitalizmin berbat doğasına en yabancı yerlerden biriydi. Ama tarih boyunca bir güç ve kültür merkezi olması gereğinin/geleneğinin dayatmasıyla, kapitalizme uygun tek/bütün bir ülke olmak zorundaydı. Kapitalizmin dayatmasına uymak zorunda kalmıştır. (Eğer bu süreç Avrupa'daki gibin uzun sürseydi, belki bu kadar büyük travmalar yaratmazdı. Bugünün "Ulus"larına kalan travmalar tonla: Ermenilerde soykırım travması. Rumlarda Anadolu'dan kovulma travması. Türkler'de yenilmişlik ve imparatorluğu parçalanmışlık travması, Avrupa ve Batı karşısında eziklik ve aşağılık kompleksi vs.) Anadolu'da yaşananların diğer nedeni, Avrupa'ya çok yakın olması ve Avrupa'daki kapitalistleşmeden şeklen çok etkilenmesidir, onu taklit etme ihtiyacı duymasıdır. Mesela aynı ölçüde büyük tahribat, Hindistan'da -ülke üçe bölünmesine rağmen- olmamıştır. (Ama Rusya ve Çin'de, Türkiye'dekinden çok daha ağır olmuştur.) Kapitalizmin Anadolu'da neden olduğu kanlı kıyamet asla unutulmayacaktır -ve hesabı sistemden ve onun zebanilerinden sorulacaktır. (En azından Ermenilerin ve Rumların Anadolu'da, Türklerin Balkanlarda/Filistin'de/Anadolu'da yaşadıkları katliamlar, tehcirler adına hesabı sorulacaktır -hem de şimdi inanılamayacak ölçüde "derinlemesine!..")

(devam edecek)