Gençliğin geleceğe el koyuşu ve Yeni Türkiye’nin olası yol haritası (23)


Bu geleceğe doğru bir öngörü, bir tahmin yazısıdır. 2025 yılının ortasına doğru ilerliyoruz ve Türkiye kendi tarihini yazmaya devam ediyor. 19 Mart 2025 günü paradigma değişti. Devreye, nihayet ‘Türkiye’nin geleceği’ yani gençlik girdi ve ülkedeki ‘Tek Adam Rejimi’nin sonuna doğru gün sayımı başladı.

Bunu yıllardır, “Ana Muhalefet Partisi’nin oluşturacağı bir iktidar döneminde demokratik arka planın sağlandığı atmosferde, Türkiye’yi asıl yönetecek olan ‘Yeni Kamucu (Sol) Siyaset’in ortaya çıkacağı şeklinde ifade ediyordum. Yeni Muhalefet doğdu. Gençlik hareketinin, iktidar değiştikten sonra evine işine döneceğini bekleyenler varsa avucunu yalar. Bu hareket, hızlı bir evrim geçirerek, ülke çapında forumlar, örgütlenmeler ile kollektif bir muhalefete dönüşebilir. Öngörüm bu yönde.

   Gençlik hareketinin taşıyıcı teorik kuvvetinin çok çeşitli Sol partiler oluşu ve bu partilerin kendi aralarındaki -eskiden kalma- bir takım “fikir ayrılıkları” ve aşılamamış tekkeci zihniyetleri nedeniyle güçlü ve etkin bir birliğin kurulması yolunda gereksiz engellerin çıkarılması, yoğun halk desteği ve gençliğin umutsuzluğunu yenme isteğinin gücü nedeniyle henüz görünmüyor. Türkiye’nin genç umudu, bu ayrılıkları, hem de teorik bir yerden aşarak, giderek kollektif bir harekete dönüşebilir. Buradan yeni bir parti veya partiler de doğabilir, Türkiye’yi devralacak yeni muhalefet kendine farklı bir siyasi ifade/temsil biçimi de bulabilir. Gençlerin örgütlenmesi halka doğru genişleyerek, tekkeci Sol anlayışların dar sınırlarına sığmayacaktır. Almanya’da Yeşil Parti, çeşitli forumlar, çevreci örgütler ve Sol grupların ittifakıyla ortaya çıkmıştı. Bu gelişmeye bizzat tanık olduğumdan nasıl oluştuğunu biliyorum.

   Gençlik hareketi, elbette, eski Sol partilerin dar kalıplarına sığmayacak, o partileri ya değiştirecek ya da aşacaktır, ama Sol karakterini koruyacağını söyleyebiliriz. Burada benim uzun zamandır bahsettiğim, adını giderek “Sol” diye nitelendirmeyecek, (post-kapitalist bir sistemi ülke özelinde örmeye başlayacak) sahici anlamda “Kamucu” ve/veya “Müşterekleşmeci” bir anlayışın önderlik etmesi mümkün. Yeni bir başlık altında kollektif hareketler veya partiler doğabilir. Burada yeni akımın öne çıkabilecek teorik yanından bahsetmeyeceğim, post-kapitalist karakterde olacak (o nedenle Sol hareketten doğuyor zaten. Neredeyse tek ölçütü her açıdan “maddiyat” haline gelmiş Sağ’dan böyle bir şeyin doğması hiç mümkün değil).

   Türkiye, 2027 yılını, yeni bir rejim ile ve eski rejimin kamuya karşı işlediği suçlardan yargılandığı bir atmosferde yaşayabilir, zira halk ve gençlik hareketi bunu talep edecektir.

   Günümüzde en merak edilen konu, bugünkü rejimin nasıl son bulacağı ve bu sonun barışçı yollardan gerçekleşip gerçekleşmeyeceği. Bence barışçı yollardan gerçekleşecek, zira meşruiyetini giderek yitiren plütokratik iktidarın, halk ve gençlik muhalefetine karşı şiddet kullama ihtimali hızla düşme eğiliminde. Gösterilerin devam etmesi, muhalefetin saldırgan kararlı tutumunu sürdürmesi halinde, iktidar partisiyle bile alakası kalmamış plütokratik yönetimin yalnızlaşması mümkün. Şimdilik sadakat üzerinden işleyen yapıların yavaş yavaş işlemez olması, iktidar partisi başta olmak üzere, iktidarın taşıyıcı kolonlarının kendi istikballerini düşünerek plütokratik yönetiminden desteklerini birer ikişer keserek, onu çok daha zayıflatabilirler. Bu arada dış dünyadan da baskılar gelebilir.

   Iyice zayıflayan plütokratik yönetimin bizzat iktidar safları tarafından siyasetten çekilmeye doğru itilmesi yaşanabilir. Bu şartlar altında şimdiki yönetimin belirleyeceği bir Liderin, iktidarın yeni önderi olma ihtimali de, başarı şansı da bulunmuyor. Bu yeni şartlar altında yapılacak bir erken seçimle Türkiye’de iktidar ve rejim değişikliği görülebilir. Bugünün en çok sivrilen muhalefet liderlerinin, Cumhurbaşkanı ve Başbakan olacağı Türkiye’de muazzam bir kültür patlaması bekliyorum. Sabırla ve hasretle beklediklerim ise yeni mizah dergilerinde çıkacak karikatürler ve yeni basın. Yeniden gazete alabilmek ve Türkçe derinlikli yazılar okumak istiyorum. Şimdinin “muhalif” sayılan ilkel gazeteleri ve televizyonları yerine, Dünyaya da konuşabilen yeni bir basın-yayın ve devasa kültür-sanat hayatı bekliyorum. Türkiye 2025-2026’da yeniden doğuyor. 

Pessimism, a kind of mental inertia

Pessimism is often mistaken for a characteristic of the "clever" and confused with intelligence. This is an illusion. However, pessimism has nothing to do with either foresight or reality. Rather, pessimism can be explained by intellectual short-sightedness, a lack of imagination and mental sluggishness. The pessimist perpetuates and generalises the darkness of the present moment, making temporary situations permanent and darkening the future with the shadow of the present. This view is not intelligence, but a state of indirect surrender that lives in fear.

Optimism, on the other hand, is not passive naivety, but an active and questioning thought activity. An optimist is not deceived by the darkness that appears on the surface; he/she analyses in depth, looks for ways out and evaluates alternative possibilities. He/she understands hope not as a rosy dream, but as the dynamic that underlies life. The flow of life tends towards optimism, because nature does not stand still, it changes and renews itself. An optimist is a person who moves in harmony with this change. And he does this without limiting himself to conventional ways and forms of thinking.

The pessimist transforms his state of mind into a universal principle. He believes that today's depression is tomorrow's truth. He seals the future with the traumas of the past. Since he can see no light in the darkness, he becomes silent; when he becomes silent, he becomes passive, and when he becomes passive, he accepts things as they are. This surrender is an act that leads not only him but also those who believe in him to despair.

Moreover, the dogmatic pessimist relies on his own narrow perception of reality, in which the sources that feed his ideas are exhausted. Instead of arriving at the truth, he reconstructs it according to his own fears. He argues in his own way, but in reality he disguises his fear. This is nothing other than a sabotage of reality that goes by the name of "realism".

Intellectual "thinking", which has a linear character, makes us depressed because it confronts us with our mortality, our biological limits and our loneliness as "I". The result of thinking is that we do not necessarily find definitive answers to our questions and thinking in its advanced stage remains a fruitless process (1). However, non-linear and non-ego-based thinking -for example, the state that Daoists call "Wu Wei"- is a kind of "non-linear thinking" that proposes to trust the inherent flow of life. Moreover, Wu Wei is one of the known natural ways of dealing with coincidences (2).

The pessimist often unconsciously produces what he fears. In order to be prepared for bad situations, they produce the conditions for these situations step by step. In this way, the pessimist becomes an extra in the bad scenario that he has written himself. He excludes good possibilities and ignores them on the grounds that they are not "realistic". With this attitude, the pessimist does not realise that he is committing murder against the future. The pessimist devalues hope, belittles dreams and tries to destroy the new by belittling it. For example, when pessimists refer to optimists as "Pollyannists" (3), this is not only a trivialisation, but also an active attempt to hinder optimists. But a mind that cannot dream, that cannot imagine anything better, is doomed to live only with the remnants of the past and wallow in the mire of the past. The pessimist undermines both his own originality and that of others.

As in Turkey today, where people have overcome the walls of fear and taken the initiative into their own hands, listening to the pessimists and participating in their fearful darkness will only lead to delays. Courage is not fearlessness, but acting in spite of fear. And only then does life have meaning. In times of great change/upheaval, it is necessary not to listen to pessimists who wear the mask of "realism", but to optimists who know how to dream courageously.


(1) George Steiner, “Warum Denken traurig macht” 2005

(2) Theo Fischer, “Wu Wei, Die Lebenskunst des Tao” 1991

(3) The Turks call optimists "polyannaists" because it goes back to the main character of the novel "Polyanna", a young girl who always finds something positive even in the worst situations. The book was written by Eleanor H. Porter (1913).

Pessimismus, eine Art geistige Trägheit

Pessimismus wird oft fälschlicherweise für eine Eigenschaft der "Klugen" gehalten und mit Intelligenz verwechselt. Dies ist eine Illusion. Pessimismus hat jedoch weder etwas mit Weitsicht noch mit der Realität zu tun. Pessimismus lässt sich vielmehr durch intellektuelle Kurzsichtigkeit, mangelnde Vorstellungskraft und geistige Trägheit erklären. Der Pessimist verewigt und verallgemeinert die Dunkelheit des gegenwärtigen Augenblicks, macht damit vorübergehende Situationen dauerhaft und verdunkelt die Zukunft mit dem Schatten der Gegenwart. Diese Sichtweise ist keine Intelligenz, sondern ein Zustand der indirekten Kapitulation, der in Angst lebt.

Optimismus hingegen ist keine passive Naivität, sondern eine aktive und hinterfragende Denkaktivität. Ein Optimist lässt sich nicht von der Dunkelheit, die an der Oberfläche erscheint, täuschen; er/sie analysiert in der Tiefe, sucht nach Auswegen und bewertet alternative Möglichkeiten. Er/sie begreift Hoffnung nicht als einen rosigen Traum, sondern als die Dynamik, die dem Leben zugrunde liegt. Der Fluss des Lebens neigt zum Optimismus, denn die Natur bleibt nicht stehen, sie verändert und erneuert sich. Ein Optimist ist ein Mensch, der sich mit dieser Veränderung im Einklang mit ihr bewegt. Und er tut dies, ohne sich auf konventionelle Wege und Denkformen zu beschränken.

Der Pessimist verwandelt seinen Geisteszustand in ein universelles Prinzip. Er hält die Depression von heute für die Wahrheit von morgen. Er besiegelt die Zukunft mit den Traumata der Vergangenheit. Da er kein Licht in der Dunkelheit sehen kann, wird er still; wenn er still wird, wird er passiv, und wenn er passiv wird, akzeptiert er die Dinge, wie sie sind. Diese Kapitulation ist ein Akt, der nicht nur ihn, sondern auch diejenigen, die an ihn glauben, zur Verzweiflung bringt.

Darüber hinaus stützt sich der dogmatische Pessimist auf seine eigene enge Wahrnehmung der Realität, in der die Quellen, die seine Ideen nähren, erschöpft sind. Anstatt zur Wahrheit zu gelangen, rekonstruiert er sie nach seinen eigenen Ängsten. Er argumentiert auf seine Weise, aber in Wirklichkeit verschleiert er damit seine Angst. Dies ist nichts anderes als eine Sabotage der Realität, die unter dem Namen "Realismus" betrieben wird.

Das intellektuelle "Denken", das einen linearen Charakter hat, macht uns depressiv, weil es uns mit unserer Sterblichkeit, unseren biologischen Grenzen und unserer Einsamkeit als "Ich" konfrontiert. Das Ergebnis des Denkens ist, dass wir nicht unbedingt endgültige Antworten auf unsere Fragen finden und das Denken in seinem fortgeschrittenen Stadium ein fruchtloser Prozess bleibt (1). Nicht-lineares und nicht-Ego-basiertes Denken -zum Beispiel der Zustand, den die Daoisten "Wu Wei" nennen- ist jedoch eine Art "nicht-lineares Denken", das vorschlägt, dem inhärenten Fluss des Lebens zu vertrauen. Außerdem ist Wu Wei einer der bekannten natürlichen Wege, mit Zufällen umzugehen (2).

Der Pessimist produziert oft unbewusst das, was er befürchtet. Um auf schlechte Situationen vorbereitet zu sein, produziert er Schritt für Schritt die Bedingungen für diese Situationen. So wird der Pessimist zum Statisten in dem schlechten Szenario, das er selbst geschrieben hat. Er schließt gute Möglichkeiten aus und ignoriert sie mit der Begründung, sie seien nicht "realistisch". Mit dieser Einstellung merkt der Pessimist nicht, dass er einen Mord an der Zukunft begeht. Der Pessimist wertet die Hoffnung ab, setzt Träume herab und versucht, das Neue zu zerstören, indem er es herabsetzt. Wenn beispielsweise Pessimisten Optimisten als "Pollyannisten" (3) bezeichnen, ist das nicht nur eine Verharmlosung, sondern auch ein aktiver Versuch, Optimisten zu behindern. Doch ein Geist, der nicht träumen kann, der sich nichts Besseres vorstellen kann, ist dazu verdammt, nur mit den Überresten der Vergangenheit zu leben und sich im Sumpf der Vergangenheit zu suhlen. Der Pessimist untergräbt sowohl seine eigene Originalität als auch die der anderen.

Wie heute in der Türkei, wo die Menschen die Mauern der Angst überwunden und die Initiative in die eigenen Hände genommen haben, wird das Hören auf die Pessimisten und die Teilnahme an ihrer ängstlichen Dunkelheit nur zu Verzögerungen führen. Mut ist nicht Furchtlosigkeit, sondern das Handeln trotz Angst. Und nur dann hat das Leben einen Sinn. In Zeiten großer Veränderungen/Umwälzungen ist es notwendig, nicht auf Pessimisten zu hören, die die Maske des "Realismus" tragen, sondern auf Optimisten, die mutig zu träumen wissen.


(1) George Steiner, “Warum Denken traurig macht” 2005

(2) Theo Fischer, “Wu Wei, Die Lebenskunst des Tao” 1991

(3) Die Türken nennen Optimisten “Polyannaist”. Es geht auf die Hauptfigur des Romans “Polyanna” zurück, ein junges Mädchen, das selbst in den schlimmsten Situationen immer etwas Positives findet. Das Buch wurde von Eleanor H. Porter geschrieben (1913).

Kötümserlik, bir tür ruh tembelliği (22)


Kötümserlik, çoğu zaman “akıllı”lara has bir özellik sanılır ve zekâ ile karıştırılır. Bu bir yanılsamadır. Oysa kötümserliğin, ne ileri görüşlülükle ne de gerçeklikle alakası vardır. Karamsarlık, daha çok düşünsel miyoplukla, eksik hayal gücüyle ve zihinsel atalete teslimiyetle açıklanabilir. Kötümser, yaşadığı ânın karanlığını daimileştirip evrenselleştirir, böylece geçici durumları kalıcı sayar ve geleceği, bugünün gölgesiyle karartır. Bu bakış açısı, zekâ falan değil, korku içinde yaşayan dolaylı bir teslimiyet halidir.

İyimserlik ise,  edilgen bir saflık değil, bilakis aktif ve sorgulayıcı bir düşünme faaliyetidir. İyimser kişi, yüzeyde görünen karanlığa aldanmaz; derinlemesine analiz eder, çıkış yolları arar, alternatif ihtimalleri değerlendirir. Umudu, toz pembe bir düş olarak değil; hayatın özündeki dinamizm olarak kavrar. Hayatın akışı iyimserliğe yatkındır, çünkü doğa durmaz, değişir, yenilenir. İyimser, bu değişimle birlikte, onunla uyum içinde hareket eden kişidir. Üstelik bunu, kendini bildik düşünme tarzı ve kalıplarıyla sınırlamadan yapar.

Kötümser ise içinde bulunduğu ruh halini evrensel bir ilkeye dönüştürür. Bugünün depresyonunu yarının hakikati sayar. Geleceği, geçmişin travmalarıyla mühürler. Karanlıkta ışık göremediği için, sessizleşir; sessizleştikçe pasifleşir ve pasifleştikçe, yaşananları olduğu gibi kabullenir. Bu teslimiyet, yalnızca onu değil, ona inananları da umutsuzluğa sürükleyen bir eylemdir.

Dahası, dogmatik kötümser, fikirlerini besleyen kaynakların tükendiği yerde, kendi dar gerçeklik algısına yaslanır. Gerçeğe ulaşmak yerine, onu kendi korkularına göre yeniden inşa eder. Kendince akıl yürütür, ama aslında korkusuna kılıf uydurmaktadır. Bu, “gerçekçilik” adı altında yürütülen, gerçeğe yapılmış bir sabotajdan başka bir şey değildir.

Doğrusal/linear entelektüel bir karaktere sahip olan “düşünmek”, bizi depressif yapıyor, çünkü insanı ölümlülüğüyle, biyolojik sınırlarıyla ve bir “Ego” olarak yalnızlığıyla yüzleştiriyor. Düşünmek sonucunda sorularımıza ille kesin cevaplar da bulamıyoruz ve düşünmek, ilerletilmiş aşamalarında sonuçsuz süreçler olarak kalıyor (1). Oysa doğrusal olmayan ve Ego’yu baz almayan düşünce -örneğin Daoistlerin “Wu Wei” diye adlandırdığı eylemsiz etkinlik hali, hayatın içkin akışına güvenmeyi öneren bir tür “doğrusal düşünmeden, düşünme biçimi”. Üstelik Wu Wei, tesadüflerle baş etmenin de bilinen doğal yollarından biri (2).

Kötümser, korktuğunu çoğu zaman bilinçsizce üretir, korktuğunu başına getirir. Kötü durumlara hazırlıklı olmak adına, o durumların koşullarını adım adım üretir. Böylece kötümser kişi, kendi yazdığı kötü senaryonun figüranı olur. İyi ihtimalleri ise “gerçekçi” olmadığı gerekçesiyle dışlar, görmemezlikten gelir. Karamsar, bu tutumuyla, geleceğe karşı cinayet işlediğinin de farkında değildir. Karamsar, umudu değersizleştirir, hayalleri küçümser ve yeni olanı küçümseyerek yok etmeye çalışır. Mesela, kötümserlerin  iyimserleri “Polyannacı” (3) diye yaftalaması, yalnızca bir küçümseme değil, aynı zamanda iyimserleri aktif bir engelleme çabasıdır. Oysa hayal kuramayan, daha iyisini tahayyül edemeyen bir zihin, sadece geçmişin kalıntılarıyla yaşamaya, geçmişin bataklığında debelenmeye mahkûmdur. Kötümser, hem kendisinin hem başkalarının özgünlüğünün altını oyar.

Bugün Türkiye’de olduğu gibi halk korku duvarlarını aşmış, inisiyatifi eline almışken, kötümserleri dinlemek ve onların ürkek karanlığına fit olmak, sadece gecikmelere yol açar. Cesaret, korkusuzluk değildir; korkuya rağmen eylemde bulunmaktır. Ve hayat ancak o zaman anlam kazanır. Büyük değişim/dönüşüm zamanlarında, “gerçekçilik” maskesi takmış karamsar kötümser korkakları değil, hayaller kuran cesur iyimserleri dinlemek gerekir.



(1) George Steiner, “Warum Denken traurig macht” 2005
(2) Theo Fischer, “Wu Wei, Die Lebenskunst des Tao” 1991
(3) Eleanor H. Porter, “Polyanna” 1913

Right-wing populist extremism is a deceptive phenomenon

At first glance, it may seem like right-wing populism is gaining momentum around the world. But that impression might be misleading. Even in the liberal-capitalist United States, the country’s slide into autocracy—where plutocratic oligarchs are paraded like disposable cups—is being met with growing unease. The Trump administration, which returned to power in 2025, may not actually signal the rise of neo-populism, but rather its exposure and slow decline.

We’re living in a time when sticky pessimism hangs over everything like a heavy mist. Many now believe the fall of populism and the far right is impossible—at least for the moment. But the situation isn’t nearly as hopeless as it appears. If we take a closer look at the dynamics and deeper historical patterns of the modern world, we can already detect some key paradigms of the 21st century that will become even clearer from 2025 onward.

One of them—and the one this episode focuses on—is something I’d call the spirit of “we”—a shift toward active, capable citizenry stepping in. Because, throughout all of history, it’s always been the people who have the final word. Without the consent of the governed, not even kings—and certainly not their gods—have any real power.

Some commentators—even in Europe—now say that democracy was just a brief footnote in history, lasting maybe a hundred years, while autocracy stretches back for millennia. But even the emperors of the past needed the backing of their people. Zhu Yuanzhang, who led the “Red Turban” rebellion against the Mongol Yuan dynasty and founded the Ming dynasty, was a poor farmer. When he declared himself emperor, he took the name Hongwu.

Today, the will of the people is expressed through elections—a system that, for all its flaws, is practiced globally. And if you try to restrict the public’s right to choose its leaders in the name of “more efficient” autocracy, you may end up triggering exactly the kind of upheaval that brings that system down. Because the people will always have the final say. Always.

In today’s world, the economy still sits at the center of daily life. But the problems of the aging neoliberal system are becoming increasingly tangled—and increasingly questioned. The modern economy is built on the principle of unlimited private property for individuals—one of the core building blocks of capitalism. This idea, which places the individual’s wealth at the center of their identity and worth, has been elevated to something almost sacred.

Capitalism, which emerged around 200 years ago, radically differs from previous systems by turning the “wealthy individual” from a royal exception into a middle-class ideal. This focus on the individual also brought with it important benefits—what we now call “individual freedoms.” Rights like “equality before the law” became real only with the advent of modern capitalism.

Right-wing autocracies may dismiss democracy as a “mere historical footnote” and dream of returning to some idealized past—but one fact remains: the consent of the people. And today’s people are not the peasants of old. They are educated, economically active, and essential pillars of the system—savvy consumers of Apple, Tesla, and Microsoft.

Back in the Cold War era, the so-called Socialist Bloc was often seen as an alternative to liberal capitalism. But at its core, it carried the same capitalist DNA: same labor systems, same currencies, same commodities. What changed was the face of power: instead of wealthy individuals, the Socialist Bloc elevated the nomenklatura—a privileged elite at the top of the state apparatus.

This elite wasn’t necessarily rich, but they had control—and that control allowed them to manipulate resources to serve their own interests. What really set the socialist countries apart was their suppression of individual rights in the name of “society”—even sanctifying the state and the collective good. But after experiencing both socialism and neoliberalism, it’s now much clearer: individual and collective rights must exist in balance.

Wild capitalism, which assumes it can continue down an authoritarian path without democracy, has picked up some shiny new labels in recent years—like “anarcho-capitalism.” But after all the struggles and victories for democratic rights, the path forward now seems to be one of public good economics. Even if the far right doesn’t like it, we might as well call it “neo-communism.”

But why is the public good rising again?

In traditional Confucian societies in Asia, being “an individual” was once seen as inappropriate—even shameful. These societies envisioned a strict hierarchy where everyone knew their place, and no one was considered equal. In systems where democracy had no real space, the people’s happiness and welfare were still seen as paramount.

There’s a well-known Taoist saying in Asia: “The best government is the one you don’t notice.” China’s remarkable economic success over the past three decades didn’t come from being invisible—it came from massively improving the welfare of its people. In Confucian cultures, it’s not equality that matters, but contentment and discipline within the hierarchy.

Yet when China’s success is viewed only through its authoritarian lens, some draw the wrong conclusion: “Maybe we’ll be more successful if we become more authoritarian.” This is a dangerous illusion.

As countries like China and India—places where the “we” mindset runs deep—continue to rise, the question is: can this push the liberal capitalist system to transform into a public-good-driven economy? Without changing its DNA, built on the “wealthy individual,” that seems unlikely.

Even in Asia, restricting democracy in the name of the common good doesn’t necessarily mean the public interest is being served. Many authoritarian regimes are surrounded by plutocracies—tight inner circles that privatize public resources and treat society as a pool to exploit. They don’t even offer the people a flicker of hope to justify their authority.

This shows us something important: a future politics that truly defends the public good doesn’t need to be Eastern, Confucian, or based on traditional collectivism. On the contrary—whether East or West—any regime that hands national wealth to a privileged elite, no matter what it calls itself (“republican,” “socialist,” “anarcho-something”), may find itself challenged by new, populist, public movements starting in 2025.

These new “we” societies, while valuing individuality, may also start putting limits on extreme private wealth—nationalizing excesses not to punish, but to humanize.

Plütokratik otokrasiden, demokratik Kamu Yararı Ekonomisine (21)


Dünyada aşırı sağcı popülizmin yükseldiği görüntüsü yanıltıcı olabilir. Liberal kapitalist ABD’nin bile plütokrat oligarklarını sebilane bardağı gibi dizerek teşir eden bir otokrasiye dönüşme eğilimleri, pek de olumlu karşılanmıyor. 2025 yılında iktidarı devralan Trump’ın yeni ABD yönetimi, neo-popülizm döneminin yükselişini değil, nasıl bir şey olduğunun anlaşılıp düşüşe geçtiğine işaret ediyor olabilir. Yapış yapış karamsarlığın adeta akışkan bir gölge gibi her yere yayıldığı bu dönemde, birçok kişi, popülizmin ve sağın zayıflaması ihtimalini en azından şimdilik “imkânsız” sayıyor. Durum hiç de göründüğü kadar ümitsiz değil. Modern dünyanın dinamikleri ve tarihsel süreçlerini daha derinlemesine mercek altına aldığımızda, 2025 yılından itibaren daha da belirginleşecek 21’inci Yüzyıl paradigmalarından bazılarını görebiliriz. Ilki ve bu yazıyı ilgilendireni, “Biz duygusu” diye adlandırmak istediğim etkin ve de yetkin halkların müdahalesi. Son sözü kâl-ü belâdan beri tarih boyunca her zaman ve daima halk söyler. Halkın rızası olmazsa, değil kral, onun tanrısının bile hükmü geçmez.  

Şimdi bazıları, -ki aralarında artık Avrupalılar da var- “Demokrasi” tarihte sadece yüz yıl yaşayabilmiş bir dip nottur, otokrasilerin binlerce yıllara uzanan bir tarihi var” diyedursun, eskinin otokratik hükümdarları de halkın rızasını almak zorundaydı. Çin’de Ming hanedanlığını kuran, Moğol Yüan hanedanlığına isyan eden “Kızıl Türbanlılar”ın çete lideri bir köylüydü. Günümüzde bu rıza, halkın oy kullanarak birilerini yönetim mercilerine seçişi şeklinde tecelli ediyor ve Dünyanın tamamında iyi kötü icra ediliyor. “Otokrasi daa iyi” diye, halkın iktidarları seçme yollarını kısıtlarsanız, olaylar çığrından çıkar ve sonuçta gene halkın dediği olur, hep böyle olmuştur. 

Günlük modern hayatın merkezinde hâlâ “ekonomi” yer alıyor ve bu durum, köhne neoliberal sistemin sorunlarının giderek daha karmaşık hale geldiği günümüzde sorgulanıyor. Ekonomi, bugünkü anlamıyla, kapitalist sistemin temel taşlarından biri olan “bireyin sınırsız özel mülkiyeti” üzerine inşa edilmiş bir yapıya sahip. Kapitalizmin özünü oluşturan bu anlayış, bireyi, maddi mülkiyeti üzerinden değerlendirip adeta kutsuyor. Tarihte yaklaşık 200 yıldır var olan bu sistem, “varlıklı birey”in yüceltilmesini sağlayan özellikleriyle, öncesindeki sistemlerden tamamen ayrılıyor. Kapitalizm, eskiden sadece krallara ve kısmen asillere tanınan “varlıklı birey” olma hakkını bir “burjuva vatandaş” zümresine tanıyan ve bu yönüyle bir istisna teşkil eden sistemin adı. Bireyi esas alan bu yaklaşım, “bireysel özgürlükler” dediğimiz avantajları da getirdi. Tarihte ilk kez “herkes yasa önünde eşittir” türünden kazanımlar, modern kapitalizmle birlikte geldi. Aşırı sağcı otokrasi, demokrasiyi “bir dip not” sayarak “eskiye dönüş”ü konuşadursun, değişmez gerçek de orada duruyor: Halkın rızası. Ve o halk, eskinin marabası değil, sistemin vazgeçilmez nitelikli taşıyıcı kolonu ve de plütokrasinin Apple’ın Tesla’nın Microsoft’un nitelikli müşterisi. 

Soğuk Savaş döneminde Liberal Kapitalizme alternatif gibi görünen Sosyalist Blok, özünde aynı kapitalizmin aynı DNA’sına sahipti. Aynı çalışma sistemi, aynı para türü, aynı meta üretimi. Sosyalist Blok’un otokratik korporatist “Sosyalizm”i, Liberallerin “varlıklı birey”i yerine “Nomenklatura”yı koymuştu. Eski Küçük Burjuva entelektüelizminin zirvesin teşkil eden Nomenklatura, “varlıklı birey”den ziyade, “kontrol edebilen iktidarlı birey”di ve varlıkları gereğinde kendi çıkarı istikametinde kullanabiliyordu. “Sosyalist ülkeler”i Liberel kapitalist ülkelerden ayıran, birey haklarını iyice kısmak karşılığında, “toplum”u, yani “kamu”yu ön plana çıkarması, hatta kutsamasıydı. Ama kamusal haklar ve görevlerle bireysel haklar ve yükümlülüklerin denge halinde varolması gerektiği, “Sosyalizm” ve “Neoliberalizm” deneyimlerinden sonra artık çok daha iyi anlaşılıyor.

Otoriterleşerek, yoluna “demokrasisiz” devam edebileceğini sanan vahşi kapitalizme, birkaç yıldır “Anarko-Kapitalizm” türünden janti isimler de yakıştırılsa, onca demokrasi deneyiminden ve kazanılan haklardan sonra geleceğe uzanan çizginin yönü, “Kamu Yararı Ekonomisi” olacak gibi görünüyor. Aşırı sağcılar beğenmez ama, bunun adını “Neo-Komünizm” bile koyabiliriz.

Kamuculuk neden yükselişe geçer? Asyalıların eski Konfiçyüscü toplum anlayışında “birey” olmak densizlik ve ayıp sayılıyor. Bu anlayış; herkesin toplum içindeki yerini bildiği, kimsenin bir diğeriyle eşit olmadığı hiyerarşik bir düzen öngörüyor. Bugün anladığımız anlamda “Demokrasi”nin kendine yer bulamadığı eski sistemlerin tamamında, halkı hoş tutmak ve refahını sağlamak esastır. Asya’da artık herkesin bildiği taoist bir söz vardır: “En iyi yönetim, varlığını hissettirmeyen yönetimdir” der. Çin’in son 30 yılda yaşadığı inanılmaz ekonomik başarının kökeninde, yönetimin kendini hissettirmemesinden çok, halkın refahını inanılamayacak boyutlarda yükseltmesi geliyor. Konfiçyüscü toplumlarda eşitlik değil, hiyerarşide herkesin halinden memnuniyeti ve disiplin önemsenir. Çin’in son başarısı, refahı artırılıp halka yayan “kamusal” yanından değil de otokrat yanından bakarak örnek alınınca, “oteriterleşirsek daha başarılı oluruz” yanılsamasını üretti.

Çin ve Hindistan gibi “biz” anlayışının güçlü olduğu Asya ülkelerinin yükselişi, acaba liberal kapitalist sistemi “kamu yararı ekonomisi” yönünde bir değişime zorlayabilir mi? “Varlıklı birey” temeli üzerine kurulmuş bir sistemin DNA’sını değiştirmeden, zor. “Biz” kültürünün gelişkin olduğu Asya ülkelerinde demokrasinin “toplumun genel yararı” adına kısıtlanması, kamu yararının her zaman ön planda tutulduğu anlamına gelmiyor. Uzun vadeli toplumsal etkileşimleri göz önünde bulundurmayan otokratik rejimlerin çoğunda, iktidarın çevresinde oluşmuş plütokrasiler var. Bunlar, kamu mallarını ve kaynaklarını özelleştirmeler ve ihaleler yoluyla ele geçiriyorlar ve kamuyu sadece “yararlanılacak kitle” olarak görüyorlar. Yani otoriterleşmeye katlanabilmesi için halka sundukları kuru bir umut ışığı bile yok. Bu durum, kamu yararını radikal bir şekilde savunacak ve sağlayacak yeni siyasi anlayışların mutlaka Doğulu, Asyacı, Konfiçyüscü bir “biz” anlayışı arka planına yaslanması gerekmiyor. Tam aksine. Ister Doğuda ister Batıda olsun, ülkelerinin kaynaklarını küçük bir imtiyazlı plütokrasiye sunan popülist yönetimler, “Cumhuriyetçi”, “Sosyalist”, “Anarko-bilmem ne” de olsalar, 2025’den itibaren kamucu halk hareketlerinin hedefi haline gelebilirler. Yeni “Biz” toplumları, bireyselliğe de alabildiğine önem vermekle birlikte, “varlıklı insan”ın varlığını sınırlayıp fazlasını kamulaştırarak, “insan” yapmaya aday.

The Importance of Democracy in a Shaky World

The world is rapidly heading toward a point of no return. For the moment, the most fundamental truth about the future is uncertainty and unpredictability. The global order, which in the past rested on certain rules, is today transforming into a fluctuating structure that transcends pragmatism and is shaped by arbitrary decisions. The effects of this transformation are not limited to the mechanisms of governance. If the population also adopts these same flexible and rule-free principles, it becomes genuinely difficult to predict what form societal dynamics might take.

Technology is one of the key players in this process. Digitalization and artificial intelligence, in the hands of large corporations that control global communication and information flows, have become a weapon. For example, the way Google algorithms are apparently used against independent and critical electronic media demonstrates that today’s technology can function at the whim of its owner. A similar situation is evident in the arms industry. Uncertainties in the procurement process of the famous F-35 fighter jets and the possibility that these planes could be remotely disabled highlight that the issue is not about possessing necessary technology, but about being able to develop it independently.

In this context, countries find themselves compelled to initiate a comprehensive transformation process to develop their own technologies and economic systems. Localization, economic, and strategic independence are no longer a choice but a necessity. A young population and the establishment of a robust industrial infrastructure are among the determining factors in this new, uncertain world.

Over the past decade, an "idea" has increasingly taken hold worldwide: "Democracies slow down decision-making processes, while authoritarian systems can deliver faster and more effective results." This discourse has become one of the most profound critiques of democracies. Yet democracy is not merely a form of government; it is also the foundation that enables freedom of thought, art, and conscience. Without democracy, the comfort, technology, and cultural development of modern life as we know it today would not have been possible.

In this regard, a historical comparison is noteworthy. The democracy and artistic understanding that emerged in ancient polytheistic Greece were, over time, altered by the influence of autocratic leaders and monotheistic religious authorities. Ancient democracy and the flawless ancient Greek statues eventually gave way to kingdoms and their subjugated, two-dimensional, primitive miniatures. While secular art relatively quickly returned to the aesthetics of ancient Greece, the return to democracy took much longer. The reemerging attitude today in Europe and other parts of the world that democracy is mere "chatter" carries the risk of plunging humanity into a new process of vulgarization and primitivization.

In a world where even the American president views himself as a king, the abolition of democracy and its replacement with authoritarian regimes is no longer just a thought. However, the opposite of this process seems more likely in the future. As global power dynamics shift, post-capitalist developments such as restrictions on property, nationalizations, and the strengthening of public economies could become some of the most prominent trends in the coming years. This means that while king-like authoritarian leaders may emerge on one side, novel democratic systems prioritizing the shared economic interests of the population could arise on the other.

During this time, utopias and new ideologies might also take shape. Developments such as local internet networks protected from external control, the fragmentation and regulation of massive corporations through state intervention, or unexpected, shifting alliances—like a rapprochement between China and Europe—offer clues about the direction the world might take in the near future. Unforeseen alliances could bring about an entirely new, unpredictable, yet unstable global balance beyond familiar geopolitical scenarios.

Disdaining democracy in the face of surprising developments would further reinforce the growing global trend of incompetent governance. The foundation of the modern life we are accustomed to rests on democratic systems that foster free thought and art. Thus, every rhetoric against democracy not only paves the way for authoritarianism but also prepares the ground for intellectual and cultural decline and mental shallowness.

On the other hand, in the modern world, the concepts of religion and spirituality must be separated. Kindness, the search for meaning, meditation, prayer, and faith can be part of an individual spiritual process, while the imposition of societal orders by religious authorities is perceived as an independently restrictive issue. Today, a new perspective that separates religion from spirituality is spreading rapidly.

The coming years could bring significant changes not only in politics and economics but also in cultural and social structures. The post-COVID-19 world might evolve in a direction distinct from previous systems. A new generation of politicians, unbound by traditional protocol rules and acting more directly and closely with the population, could take the stage. This might offer a chance to restore trust in politics. The world stands on the threshold of a major transformation process. Technology, economics, and forms of governance are not yet ready for rapid change. In this process, recognizing and protecting the value of democracy is not just a political decision but a fundamental necessity for a free, civilized, and just world.

Otokrasi ile Demokrasi arasında dengesiz Dünya (20)


Dünya, geri dönülemez bir noktaya doğru hızla ilerliyor. Şimdilik, geleceğe dair en temel gerçek artık bilinemezlik ve öngörülemezlik. Geçmişte belirli kurallara dayanan küresel düzen, bugün pragmatizmi aşan, keyfî kararlarla şekillenen oynak bir yapıya dönüşüyor. Bu dönüşümün etkileri sadece yönetim mekanizmalarıyla sınırlı değil. Halk da aynı esnek ve kuralsız ilkeleri benimsediğinde, toplumsal dinamiklerin nasıl bir şekil alacağını tahmin etmek zor.

Teknoloji, bu sürecin en önemli aktörlerinden biri. Dijitalleşme ve yapay zeka, küresel iletişim ve bilgi akışını kontrol eden büyük şirketlerin elinde bir silaha dönüşmüş durumda. Örneğin, Google algoritmalarının bağımsız ve eleştirel elektronik medyaya karşı bir şekilde işletilmesi, günümüz teknolojisinin sahibinin keyfine göre işleyebileceğini gösteriyor. Benzer bir durum savunma sanayinde de geçerli. Ünlü F-35 savaş uçaklarının tedarik sürecinde yaşanan belirsizlikler ve uçakların uzaktan komutlarla işlemez hale getirilebilme ihtimali, teknolojiye sahip olmanın değil, onu bağımsız geliştirebilmenin esas mesele olduğunu gözler önüne seriyor. Bu bağlamda, ülkeler kendi teknolojilerini ve ekonomik sistemlerini geliştirmeye yönelik büyük bir dönüşüm sürecine girmek zorunda kalıyorlar. Yerelleşme, ekonomik ve stratejik bağımsızlık, artık bir tercih değil, zorunluluk hâline geliyor. Genç nüfusa sahip olmak ve güçlü bir sanayi altyapısı inşa etmek, yeni ve belirsiz dünyanın belirleyici faktörleri arasında. Ancak tüm bunlar, yönetim biçimlerini ve siyasi yapıların etkinliğini daha da kritik hâle getiriyor.

Son on yıldır dünyada giderek alttan alta daha fazla gündeme getirilen bir “fikir” var: “Demokrasiler, karar alma süreçlerini yavaşlatıyor; otoriter sistemler ise daha hızlı ve etkili sonuçlar üretebiliyor.” Bu söylem, demokrasilere karşı geliştirilen en derin eleştirilerden biri hâline gelmiş durumda. Oysa demokrasi, sadece bir yönetim biçimi değil, aynı zamanda fikir, sanat ve vicdan özgürlüğünü mümkün kılan temel bir zemin. Demokrasi olmadan, bugün modern hayatın sunduğu konfor, teknoloji ve kültürel gelişim de mümkün olmazdı.

Bu noktada tarihsel bir paralellik de dikkat çekici. Antik Yunan’da gelişen demokrasi ve sanat anlayışı, zamanla otokratik yönetimlerin ve dini otoritelerin etkisiyle dönüşüme uğradı. Demokrasi ve mükemmel antik Yunan heykelleri, bir süre sonra yerini krallıklara ve onların hükmü altında iki boyutlu ilkel minyatürlere, ikonalara bıraktı. Ancak sanat, eski Yunan estetiğini yeniden keşfetmekte nispeten hızlı davransa da, demokrasiye dönüş çok daha geç gerçekleşti. Şimdi Avrupa’da ve dünyanın çeşitli yerlerinde tekrar yükselen “Demokrasi gevezeliktir” anlayışı, insanlığı yeni bir avamlaşma ve ilkelleşme sürecine sürükleme tehlikesini de içeriyor.

Amerikan başkanının bile kendini bir kral saydığı günümüz dünyasında, demokrasinin iptali ve yerine otoriter yönetimlerin geçmesi ihtimali artık hayal değil. Ancak bu sürecin tersinin gerçekleşmesi daha mümkün. Küresel güç dengeleri değişirken, mülkiyetin sınırlandırılması, kamulaştırmalar ve kamu ekonomisinin güçlenmesi gibi post-kapitalist gelişmeler önümüzdeki yılların en dikkat çekici eğilimleri olabilir. Yani, bir yanda kralvâri otoriter liderler ortaya çıkarken, diğer tarafta halkın ortak ekonomik çıkarlarını gözeten yeni sistemler boy gösterebilir.

Bu esnada ütopyalar ve yeni nesil ideolojiler de şekillenebilir. Dış kontrolden sakınan yerel internet ağları, dev şirketlerin devlet müdahaleleriyle parçalanması, Çin’in Avrupa ile yakınlaşması türünden hiç beklenmedik geçici ve değişken ittifaklar kurması türünden gelişmeler, yakın gelecekte dünyanın nasıl bir yöne evrileceğine dair ipuçları veriyor. Ummadık ittifaklar, artık alışılmış jeopolitik senaryoların ötesinde, tamamen yeni ve öngörülemez ama instabil bir küresel dengeyi beraberinde getirebilir.

Sürpriz gelişmeler karşısında demokrasiyi küçümsemek, dünyada giderek yükselen liyakatsiz yönetim anlayışının daha da güçlenmesine yol açacaktır. Bugün alışkın olduğumuz modern hayatın temelinde, özgür düşünce ve sanatın önünü açan demokratik sistemler yatıyor. Bu nedenle, demokrasiye karşı geliştirilen her söylem, sadece otoriterleşmeye değil, aynı zamanda entelektüel ve kültürel bir çöküşe, vasatlaşmaya da zemin hazırlayacaktır. Öte yandan, modern dünyada din ve spiritüellik kavramlarının da birbirinden ayrılması gerekiyor. İyilik, anlam arayışı, meditasyon, dua ve inanç gibi unsurlar, bireysel bir derinleşme sürecinin parçası olabilirken, dinî otoritelerin toplumsal düzeni şekillendirmeye yönelik dayatmaları, farklı bir konu olarak algılanmaya başlandı. Bugün, din ile spiritüelliği ayıran yeni bir anlayış hızla yayılıyor.

Önümüzdeki yıllar, sadece siyaset ve ekonomi alanında değil, kültürel ve sosyal yapılar açısından da büyük değişimlere sahne olabilir. 2021 sonrası dünya, bugüne kadar alıştığımız sistemlerden daha farklı bir yöne evrilebilir. Yeni nesil politikacılar, geleneksel protokol kurallarına bağlı olmayan, daha doğrudan ve halkla iç içe olan figürler olarak sahneye çıkabilirler. Bu, belki de politikaya olan güvenin yeniden inşası için bir fırsat yaratabilir. Dünya büyük bir dönüşüm sürecinin eşiğinde. Teknoloji, ekonomi ve yönetim biçimleri, hızla değişmeye aday. Bu süreçte, demokrasinin değerini anlamak ve onu korumak, sadece bir siyasi tercih değil, aynı zamanda özgür, uygar ve adil bir dünya için temel bir zorunluluk.

Anthony Quinn kitabı ve aktörün sevgili eşi Katherine Quinn’in jesti


Geçtiğimiz yıl bu günlerde, dünyanın bence en iyi karakter oyuncularının ilk on listesinde mutlaka yer alması gereken büyük Aktör Anthony Quinn hakkındaki kitabım yayımlanmıştı. Kitap aslında bir dörtlemenin ilkiydi. “Dört Karakter” adıyla hazırlamayı düşündüğüm bir çalışmanın ilk bölümü. Blogumda yayımlamış olduğum bölümlerin genişletilmesi sonucu oluşmuştu. Aslında ikinci bölümde Jean Gabin, üçüncü bölümde Jack Lemmon, dördüncü bölüm de de Gert Fröbe yer alacaktı. Ama dayanamayıp çalışmanın ilk bölümünü kitap halinde yayımlamaya karar verdim (iyi ki de vermişim, zira ilgi alanlarım değişti ve aldığım onca nota rağmen) diğer bölümleri hazırlamayı erteledim. Ancak kitap yayımlandıktan sonra yaşadığım en güzel şey, Anthony Quinn’in eşi Katherine Quinn’den gelen, aktör hakkında yazılmış kocaman bir kitaptı. Aktörün hayatını ve etkinliklerini çok güzel fotaraflar eşliğinde anlatan kitabın girişinde Katherine Quinn’in bana teşekkürü de çok hoş bir jestti elbette.

Diğer büyük karakter oyuncularıyla tamamlamadan yayımladığım Anthony Quinn çalışması, internetten araştırdığım kadarıyla O’nun hakkında Türkçe yazılmış tek kitap. Bu arada başka bir çalışmamı, “Sahnelerin Yıldızı”nı (iki tiyatro eleştirmeninin absürd sinir harbi hakkında bir hikaye) bitirdim. O -son halini almak üzere- demlenedursun, Jean Gabin’le ilgili okumalarıma ve seyirlerime devam edebilirim.

“Anthony Quinn / Bir karakterin doğuşu”nun ilk yılında bunları yazmak istedim. Sevgili Christine Huth-Hildebrand ile birlikte, çalışmalarımız hakkında sizleri bilgilendirmeye karar vermemizin bir gereği olarak…

Herkese harika bir yıl diliyorum.

Selamlar, sevgiler.