Plütokratik otokrasiden, demokratik Kamu Yararı Ekonomisine


Dünyada aşırı sağcı popülizmin yükseldiği görüntüsü yanıltıcı olabilir. Liberal kapitalist ABD’nin bile plütokrat oligarklarını sebilane bardağı gibi dizerek teşir eden bir otokrasiye dönüşme eğilimleri, pek de olumlu karşılanmıyor. 2025 yılında iktidarı devralan Trump’ın yeni ABD yönetimi, neo-popülizm döneminin yükselişini değil, nasıl bir şey olduğunun anlaşılıp düşüşe geçtiğine işaret ediyor olabilir. Yapış yapış karamsarlığın adeta akışkan bir gölge gibi her yere yayıldığı bu dönemde, birçok kişi, popülizmin ve sağın zayıflaması ihtimalini en azından şimdilik “imkânsız” sayıyor. Durum hiç de göründüğü kadar ümitsiz değil. Modern dünyanın dinamikleri ve tarihsel süreçlerini daha derinlemesine mercek altına aldığımızda, 2025 yılından itibaren daha da belirginleşecek 21’inci Yüzyıl paradigmalarından bazılarını görebiliriz. Ilki ve bu yazıyı ilgilendireni, “Biz duygusu” diye adlandırmak istediğim etkin ve de yetkin halkların müdahalesi. Son sözü kâl-ü belâdan beri tarih boyunca her zaman ve daima halk söyler. Halkın rızası olmazsa, değil kral, onun tanrısının bile hükmü geçmez.  

Şimdi bazıları, -ki aralarında artık Avrupalılar da var- “Demokrasi” tarihte sadece yüz yıl yaşayabilmiş bir dip nottur, otokrasilerin binlerce yıllara uzanan bir tarihi var” diyedursun, eskinin otokratik hükümdarları de halkın rızasını almak zorundaydı. Çin’de Ming hanedanlığını kuran, Moğol Yüan hanedanlığına isyan eden “Kızıl Türbanlılar”ın çete lideri bir köylüydü. Günümüzde bu rıza, halkın oy kullanarak birilerini yönetim mercilerine seçişi şeklinde tecelli ediyor ve Dünyanın tamamında iyi kötü icra ediliyor. “Otokrasi daa iyi” diye, halkın iktidarları seçme yollarını kısıtlarsanız, olaylar çığrından çıkar ve sonuçta gene halkın dediği olur, hep böyle olmuştur. 

Günlük modern hayatın merkezinde hâlâ “ekonomi” yer alıyor ve bu durum, köhne neoliberal sistemin sorunlarının giderek daha karmaşık hale geldiği günümüzde sorgulanıyor. Ekonomi, bugünkü anlamıyla, kapitalist sistemin temel taşlarından biri olan “bireyin sınırsız özel mülkiyeti” üzerine inşa edilmiş bir yapıya sahip. Kapitalizmin özünü oluşturan bu anlayış, bireyi, maddi mülkiyeti üzerinden değerlendirip adeta kutsuyor. Tarihte yaklaşık 200 yıldır var olan bu sistem, “varlıklı birey”in yüceltilmesini sağlayan özellikleriyle, öncesindeki sistemlerden tamamen ayrılıyor. Kapitalizm, eskiden sadece krallara ve kısmen asillere tanınan “varlıklı birey” olma hakkını bir “burjuva vatandaş” zümresine tanıyan ve bu yönüyle bir istisna teşkil eden sistemin adı. Bireyi esas alan bu yaklaşım, “bireysel özgürlükler” dediğimiz avantajları da getirdi. Tarihte ilk kez “herkes yasa önünde eşittir” türünden kazanımlar, modern kapitalizmle birlikte geldi. Aşırı sağcı otokrasi, demokrasiyi “bir dip not” sayarak “eskiye dönüş”ü konuşadursun, değişmez gerçek de orada duruyor: Halkın rızası. Ve o halk, eskinin marabası değil, sistemin vazgeçilmez nitelikli taşıyıcı kolonu ve de plütokrasinin Apple’ın Tesla’nın Microsoft’un nitelikli müşterisi. 

Soğuk Savaş döneminde Liberal Kapitalizme alternatif gibi görünen Sosyalist Blok, özünde aynı kapitalizmin aynı DNA’sına sahipti. Aynı çalışma sistemi, aynı para türü, aynı meta üretimi. Sosyalist Blok’un otokratik korporatist “Sosyalizm”i, Liberallerin “varlıklı birey”i yerine “Nomenklatura”yı koymuştu. Eski Küçük Burjuva entelektüelizminin zirvesin teşkil eden Nomenklatura, “varlıklı birey”den ziyade, “kontrol edebilen iktidarlı birey”di ve varlıkları gereğinde kendi çıkarı istikametinde kullanabiliyordu. “Sosyalist ülkeler”i Liberel kapitalist ülkelerden ayıran, birey haklarını iyice kısmak karşılığında, “toplum”u, yani “kamu”yu ön plana çıkarması, hatta kutsamasıydı. Ama kamusal haklar ve görevlerle bireysel haklar ve yükümlülüklerin denge halinde varolması gerektiği, “Sosyalizm” ve “Neoliberalizm” deneyimlerinden sonra artık çok daha iyi anlaşılıyor.

Otoriterleşerek, yoluna “demokrasisiz” devam edebileceğini sanan vahşi kapitalizme, birkaç yıldır “Anarko-Kapitalizm” türünden janti isimler de yakıştırılsa, onca demokrasi deneyiminden ve kazanılan haklardan sonra geleceğe uzanan çizginin yönü, “Kamu Yararı Ekonomisi” olacak gibi görünüyor. Aşırı sağcılar beğenmez ama, bunun adını “Neo-Komünizm” bile koyabiliriz.

Kamuculuk neden yükselişe geçer? Asyalıların eski Konfiçyüscü toplum anlayışında “birey” olmak densizlik ve ayıp sayılıyor. Bu anlayış; herkesin toplum içindeki yerini bildiği, kimsenin bir diğeriyle eşit olmadığı hiyerarşik bir düzen öngörüyor. Bugün anladığımız anlamda “Demokrasi”nin kendine yer bulamadığı eski sistemlerin tamamında, halkı hoş tutmak ve refahını sağlamak esastır. Asya’da artık herkesin bildiği taoist bir söz vardır: “En iyi yönetim, varlığını hissettirmeyen yönetimdir” der. Çin’in son 30 yılda yaşadığı inanılmaz ekonomik başarının kökeninde, yönetimin kendini hissettirmemesinden çok, halkın refahını inanılamayacak boyutlarda yükseltmesi geliyor. Konfiçyüscü toplumlarda eşitlik değil, hiyerarşide herkesin halinden memnuniyeti ve disiplin önemsenir. Çin’in son başarısı, refahı artırılıp halka yayan “kamusal” yanından değil de otokrat yanından bakarak örnek alınınca, “oteriterleşirsek daha başarılı oluruz” yanılsamasını üretti.

Çin ve Hindistan gibi “biz” anlayışının güçlü olduğu Asya ülkelerinin yükselişi, acaba liberal kapitalist sistemi “kamu yararı ekonomisi” yönünde bir değişime zorlayabilir mi? “Varlıklı birey” temeli üzerine kurulmuş bir sistemin DNA’sını değiştirmeden, zor. “Biz” kültürünün gelişkin olduğu Asya ülkelerinde demokrasinin “toplumun genel yararı” adına kısıtlanması, kamu yararının her zaman ön planda tutulduğu anlamına gelmiyor. Uzun vadeli toplumsal etkileşimleri göz önünde bulundurmayan otokratik rejimlerin çoğunda, iktidarın çevresinde oluşmuş plütokrasiler var. Bunlar, kamu mallarını ve kaynaklarını özelleştirmeler ve ihaleler yoluyla ele geçiriyorlar ve kamuyu sadece “yararlanılacak kitle” olarak görüyorlar. Yani otoriterleşmeye katlanabilmesi için halka sundukları kuru bir umut ışığı bile yok. Bu durum, kamu yararını radikal bir şekilde savunacak ve sağlayacak yeni siyasi anlayışların mutlaka Doğulu, Asyacı, Konfiçyüscü bir “biz” anlayışı arka planına yaslanması gerekmiyor. Tam aksine. Ister Doğuda ister Batıda olsun, ülkelerinin kaynaklarını küçük bir imtiyazlı plütokrasiye sunan popülist yönetimler, “Cumhuriyetçi”, “Sosyalist”, “Anarko-bilmem ne” de olsalar, 2025’den itibaren kamucu halk hareketlerinin hedefi haline gelebilirler. Yeni “Biz” toplumları, bireyselliğe de alabildiğine önem vermekle birlikte, “varlıklı insan”ın varlığını sınırlayıp fazlasını kamulaştırarak, “insan” yapmaya aday.