Yeni Zelanda'dan eski Zelanda'ya, eski Türkiye'den yeni Türkiye'ye sansasyonel yenilikler.

Son zamanda küçük ve de örnek ülkelere takmış vaziyetteyim. Nüfusu İzmit kadar olan (350 bin) İzlanda'nın kriminal romanlarını birbiri ardından okuyup, ülke tarihi hakkında kitaplar edinip inanılmaz güzellikteki masallarıyla ilgilendikten sonra, uzunca bir zamandır ilgi alanımı teşkil eden Bhutan'a -yani "Gökgürültüsü Ejderinin Ülkesi / Druk Yul"a- döndüm (bu ülkenin Dünyayı yakından ilgilendiren ve ilgilendirecek olan yanı, dünyayı değiştirebilme kapasitesi. Ülkeye has özellikler hakkında, kafayı bozup kitap bile yazabilirim. "Daha Nereye Kadar" adlı kitabımın yeni baskısında bu ülkeden de bahsedeceğiz elbette). 

İzlanda'da bulunmuş yakın bir dostum var. Bu ülkenin insanının eski efsaneleriyle ve batıl inançlarıyla birlikte nasıl rasyonel örnek bir yaşam tarzı kurduğunu Türkiye'de mutlaka anlatmak gerek. İzlanda'nın olağan hayal dünyası bu ülkenin kendisinden çok daha büyük. Ülkenin "ihraç malları listesi"nde, "Kriminal romanlar" diye bir kalem olduğunu biliyor muydunuz? Geçtiğimiz hafta boyunca İzlandalı Yrsa Sigurdardottir'den okuduğum üç kriminal romandaki konu ve detay zenginliğinden sonra kendi adıma, ülkenin resmî istatistiklerinin doğruluğundan hiç kuşku duymadığımı söylemeliyim.

Yeni Zelanda'da yaşayan yakınlarım var, ama ben bu ülkeyi yıllardır, J. R. R. Tolkien'in "Yüzüklerin Efendisi" ve "Hobbit" eserlerinin, film formatında yeniden yaratıldığı yer olarak tanıyorum. Kendi başına benzersiz sanat eserleri olan bu filmlerin rejisörü Peter Jackson Yeni Zelandalı. Serinin sadece ilk üç filmin 17 Oscar ödülü alması bir yana, bu filmlerde yaratılan estetik, daha sonraki "Hobbit" serisi filmlerde Tolkien'i çok aşarak tam bir mükemmelliğe ulaştı ve film tarihinin baş yapıtları listesine girdi. Tolkien'in "Smarillion" adlı devasa kitabının da elbet bu formatta filmi veya filmleri yapılacaktır, o malzeme tükenmiş değil. Küçük ülkelerin etkili büyüsüne kapılmamak imkansız. Türkiye'nin komşusu Gürcistan da kendi orijinal alfabesi, kültürü, yeryüzünde şarabı icad etmiş olması, şeker kutusu gibi evlerinin güzel mimarisi ve küçücük kiliseleriyle harika bir yer değil midir? Yeni Zelanda son günlerde özellikle dikkatimi çekiyor, çünkü orada çok ilginç bir şey oluyor ve bu ilginçliğin başka yerlerde de yaşanacağı ve geleceğe doğru yeni bir eğilim haline gelebileceğini düşünüyorum (Bu yazının yazılma nedeni de bu). Yeni Zelanda'da ne mi oluyor?

İki büyük ve 700 küsür küçük adadan oluşan Yeni Zelanda'nın yerlileri Polinezyalılar bile burayı 1280'lerde keşfetmişler ve buraya keşif amacıyla 1942'de seyahat eden ilk Avrupalı, Hollandalı Abel'e kadar yerliler kabileler halinde barış içinde yaşıyorlar. Maori'ler, Abel'in Hollandalılarının karaya çıkmasına bile izin vermeyip saldırmış ve 4 Hollandalı gemiciyi öldürmüşler. Bu adaları Arjantin'in güney adalarının bir devamı sanan Tasman'ın aksine, bir yıl sonra buraya gelen Hollandalı denizci Hendrik Brouwer, adaların Arjantin'le alakasının olmadığını anlamış. Hollandalılar, mala ve paraya dönüştürmek için fellik fellik "yer" ararken yeni bir ülke keşfetmenin sevinciyle buraya "Nieuw Zeeland" diye bir isim uydurmuşlar. Avustralya'da "Zeeland" diye bir yer zaten olduğundan, bu "yer" de onun "Yenisi" olmuş. Burada dikkat çekmem gereken bir şey var: Hollandalılar Avustralya'ya "Nieuw Holland" adını takmışlardı ve bu ad tutmadı, ama "Yeni Zelanda" adı tutmuş görünüyordu, -ta ki birkaç gün öncesine kadar...

Yeni Zelanda nüfusunun yüzde 68 kadarını Büyük Britanya'lı ve Afrupalı beyazlar, yüzde 15 kadarını ise yerli Maori'ler teşkil ediyor. Ülkenin en ilginç yanlarından biri, bu ülkenin resmî dilinin Maori dili "Te Reo Māori" olması (herkesin sandığı gibi "İnciluzca" değil). Tabii halkın tamamına yakını kendi arasında İngilizce konuştuğundan, devlet dairelerinde konuşulan dil de otomatikman -gayrı resmi olarak- "İnciluzca" oluyor ama Yeni Zelanda Anayasasında İngilizce'nin "İ"si bile bulunmuyor. İyi işleyen bir demokrasiye sahip bu ülkede, Maori'lerin bir partisi var ve partinin lideri Rawiri Waititi, "Ülkenin Hollanda ürünü adını artık terkedip gerçek adıyla analım" diye bir öneri yapınca, halk bu yeniliğe büyük destek verdi. Şimdi harıl harıl imza toplanıyor. Eğer yeterli sayıda imza toplanıp, ülke Meclisinde öneri kabul edilirse -ki yüksek ihtimalle kabul edilecek, ülkenin adı "Aotearoa" diye değiştirilecek. Bu ad, Bhutan'ın Gökgürültüsü Ejderi'nden daha sakin bir semada seyrediyor ve "Uzun Beyaz Bulut Ülkesi" anlamına geliyor.

Yeni Zelanda, Avrupalı sömürgecilik/kolonyalizm ile başlayan kapitalist çağda, Maorilerle yapılan savaşlar ve onbinlerce insanın ölümü sonunda 1835'de imzalanan bir anlaşmayla önce bağımsız oluyor. Otuz Maori önderinin meclisi tarafından yönetiliyor. Beş yıl sonra 1840'da Büyük Britanya İmparatorluğuna katılıyor. İşte o tarihten 181 yıl sonra bu ülke, kendi vatandaşlarının rızası ve isteğiyle eski adı "Aotearoa"ya dönüyor.

Daoist yazıtlarda ve kadim Çin Yıllıklarında, bugünkü Amerika'nın bulunduğu yerde "Panku" diye bir büyük ülkenin varlığından bahsedilir. Milattan öncesine uzanan bu yazıtlar, Amerika'nın Kristof Kolomb tarafından "keşfedilmesi"nden öncesine dayanır (Pîrî Reis'in efsanevi Ming amirali Zheng He'nin çizdiği haritalardan yararlanarak çizdiği o ünlü haritasının Kolomb'un önüne düşmesinden çok öncesine). Bugün adına Amerika denen kıtanın varlığı çok eskilerden beri bilinmekteydi (ama Avrupa'da bilinmemekteydi). İzlanda'yı vatan bilen Vikingler de Kuzey Amerika'da koloniler kurmuşlardı. Bu diyara da adını Amerigo Vespucci'nin verdiğini herkes bilir, daha önceki adlarını da yakında herkesin öğreneceğinden kuşkum yok. 

Çinlilerin "Panku" dedikleri yere Amerikan Yerlileri ne ad veriyorlardı? Bu da elbette gündeme gelecek ve Yerli kabileler tarafından verilen adlardan biri, kıtanın adı olarak seçilecektir.

Modern kapitalist sistemin boyaları döküldükçe, altından, kapitalizm öncesinin eski Dünyası yeniden görünüyor ve bu eski Dünya, aynen eskisi gibi kalmış, zamanı durudurup konserve etmiş bir Dünya değil, -eskinin yerel dînî bağnazlıklarıyla alakasız demokratik bir yerde duruyor ve kapitalizm çağının neden olduğu onca kan ve talana karşı rövanşist bir yaklaşım sergilemiyor. 

Türkiye'de -1950'de başlayan- Amerikan Çağı'nın yüzü haline gelmiş "Muhafazakar sonradanmodernleşmesi"nin boyaları döküldükçe, bu kesimin kullana kullana bambaşka bir şeye dönüştürdüğü ve son haliyle -ahlakı dışlayıp ritüel ve semboller üzerinden kimliğe dönüştürülmüş- "İslamcı İslamı" da tel tel dökülüyor. Muhafazakar kesime iliştirilip, sadece bu kesimin genel din kültürü ve kimlik malzemesi haline getirilmiş "İslamcı İslamı", Amerikan Çağı'nın Türkiye'deki izdüşümü milliyetçi-muhafazakarlar devriyle birlikte terkediliyor. Türkiye'de zaman içinde iyice çürüyen ve ülkeye asfalt-beton'dan başka bir modernleşme nimeti sunamamış milliyetçi-muhafazakar Türkiye dökülürken, altından görünen şey -şimdilik, ilk elden- kuruluş ayarlarına odaklanmış bir Cumhuriyet Türkiyesi. Ama henüz pek net görünmeyen şey, sonradan modernleşmiş/şehirlileşmiş taşra kökenli kesimin kimlik sembollerine indirgenmiş  "İslamcı İslamı"nın da kararlılıkla terk edilmekte olduğu olgusu. Konu henüz sadece "red" boyutundaymış gibi görünüyor, ateistlerin ve teistlerin sayısı tarihte hiç olmadığı kadar yükseliyor, ama "İslamcılık İslamı"nın, 1970'li yıllara kadar sadece namaz kılarken ve Kur'an okurken taktıkları beyaz tülbentleriyle anneannelerimiz tarafından yaşatılan halk İslamı ile alakasız kitâbi/selefî kültürsüz/Emevi kimliği hızla marjinalleşiyor ve gençliğe örnek olmak vasfını tamamen kaybediyor. Ülkeye hakim gibi görünen ama kendi kitlesi tarafından bile benimsenmeyen "İslamcı İslamı"nın yerini neyin alacağı birçoklarının gözünde belirsizliğini koruyor. Ülkeye milliyetçi/ulusalcı/cumhuriyetçi damardan falan değil, doğrudan kadim ruhundan nüfuz etmişlerin gayet iyi anlayacağı üzere, Türklerin Çin'den kaçıp Maveraünnehr'de yeniden başlattıkları tarihlerinde Türk elitlerinin benimsediği Müslümanlığın "Mu'tezile" türü/mezhebi çizgisine dönecekleri görülüyor. İslam bir Dünya uygarlığıyken, yani 1001 Gece Masalları icad edilip eski Yunan klasikleri Arapça'ya çevrilirken, Harun Reşid devrinde İslam coğrafyasına bu akım kakimdi (tabii bu yeni yöneliş, İslam dini ve kültürüne bağlı kalmak isteyenler için geçerli olacaktır ve muhtemelen yeni Türk eliti de bu çizgide olacaktır). Türklerin içine, bugünkü "İslamcı İslamı"nın gelişmesine yol açan ve esasen Nizamül-Mülk'e "borçlu" olduğumuz "Maturudî" İslamı'nı sokmak eylemi, bugünkünden pek farklı olmayan bir şekilde, Selçuklu ülkesinin 23 merkezinde açılan Maturudî medresesi ile bu Selçuklu fars Veziri tarafından başlatıldı. Tabii şimdi medrese/kurs/vaaz tekeli yok, insanlar da bin yıl öncesiyle kıyaslanamayacak kadar sağduyulu ve akıllılar. Türkiye'nin üzerine sıvanmış 70 yıllık Eski Türkiye sıvasının artık tutmayıp bloklar halinde dökülmesinin pratik anlamı, ülkeye önce sağlam bir rasyonel akıl ve laiklik/sekülerliğin geleceği, onlarla birlikte, yeni bir spiritüel/ruhani alanın açılacağıdır. İslam'ı uygarlık falan bir yana ahlaktan da "arındıran" ve meşrebine göre Kitab'ına uydurma "zenaatı" haline getiren anlayışın hızla "kriminal" sayılacağı bir dönem gelirken, tepki anlamında Türklerin başka dinlerle tanışacağı açık. Bu dinlerin başında, Bhutan'ın da resmî din saydığı Budizm geliyor (devletinin resmî dîni Budizm olan tek ülke). Türklerin, Hristiyanlık ve Yahudilik gibi dinlerden ziyade -Avrupalıların yaptığını yapıp- Dalay Lama'nın temsil ettiği Budizme yaklaşacaklarını sanıyorum, zira orada, Türklerin giderek daha yüksek sesle söylediği bir gerçek var, Dalay Lama'nın sözleriyle bu gerçeğe göre "Ahlak, dinden daha önemlidir". (Bu konu hakkında başka yazıları blogumda bulabilirsiniz, yenileri de muhtemelen gelecek). Bu değişim mümkün, zira şimdinin kitâbî "İslamcı İslamı"nın zıddına, eskiden gelen -yönetici elitin benimsediği- köklü gelenek, bu akılcı anlayışa daha yakın. Türkler, Tibetlilerin ünlü "Gezar Han"ına da aşinadır zaten (Tibetçe: Gesar Gyalpo). Anadolu'da Türkler tarafından -elbette- Mu'tezile geleneğiyle yazılmış ilk kitabın adı "Keşf'ul-akabe"dir (Farsça yazılmıştır) ve konusu Kur'an yorumu tefsiri falan değildir. Amasya'da yazılan Keşf'ul-akabe, bir astronomi ve felsefe kitabıdır, yani şimdinin islamcı yobazlarının hiç hazetmediği bir konudur. Anadolu'da 13. Yüzyıl başında gene Amasya'da yazılan ilk Türkçe kitap da tefsir fıkıh falan değil, alenen bir tıp kitabıdır: "Tuhfe-i Mübarizî"

Tabii bir de -eski Selçuklu elitler dini çizgisi ötesinde- eski Anadolu İslamı'nın içinde yaşayan ve günümüze kadar gelen "Kam geleneği" var. Batılı Antropologların "Arktik Histeri" gibi genel bir "bilimsel" dandikizm potasında "erittiği", insanlığın kadim ruhaniliğinin göçebeler tarafından modern zamanlara kadar yaşatılan türüdür. Bunun Türkiye'de nasıl canlanacağı konusunda başka, uzun bir yazı yazmak gerekir, ancak, Bhutan ve İzlanda'da bu konular, hoş masallar formatında hayatın renkleri olarak sürdürülüyor, yani kendisinden başka herşeyi "şirk" sayan anlayışa ters ve sadece bu nedenle bile Türkiye'de de -önce tepki manasında- canlanabilir. Bhutan'da Budizm öncesi Bon dininin Budizm içinde nasıl yaşayıp günümüze kadar geldiğine, İzlanda'da halkın görünmez yer cücesi halkı için nasıl küçücük dayalı-döşeli evcikler inşa ettiğine bakarak, rasyonel yaşama renk katmak adına çok renkli bir Anadolu'nun bizi beklediğini söyleyebiliriz, zira bu diyarda peri masallarından davul tozuna, Kalenderi dervişlerinden neşeli keşişlere, tılsımlı atlardan dengbej'lere kadar deryalar kadar çeştli renk var. Geleceğin sırrı da galiba burada ytıyor: Rasyonal akıl ve renkli söylenceler, masallar ve yobazın her türüne takkesini ters giydirecek ölçülerde kabına sığmayan devasa bir özgürlük.