Yeryüzü Cenneti Ladakh, modernizm ve İslamcılığın rolü...

Asya'daki eski söylencelerde adı sıkça geçen bir dağ vardır. Sanskritçe kaynaklarda "Meru" diye anılan bu dağ, "Dünyanın merkezi" sayılır. Çin'in özerk Tibet bölgesinde, Hindistan sınırına oldukça yakın bir yerde bulunur. Meru, Tibet Budizmine göre, "Cennet'in olduğu yer"dir. Ama eğer bir sosyal Cennet'ten bahsedeceksek, kutsal dağın kuzey-batısında başka bir yeri, adına "Küçük Tibet" denilen Ladakh'ı konuşmalıyız. Hindistan'ın en kuzeyinde, Jammu & Kaşmir özerk bölgesindeki Ladakh, 1970'li yıllara kadar halkının para kullanmadan yaşadığı, kendi kendine yeten, yüksek bir kültüre sahip, özgün bir düzene sahip olduğunu söyleyebileceğimiz son yer. 
Bu bölgenin Dünya'da tanınması, bir yol inşaatıyla başlar. 1970'li yılların başında Hindistan Hükümeti, Küçük Tibet'i Hindistan'dan daha kolay ulaşılır bir hale getirmek amacıyla, bölgeyi güney ila bağlayan bir yol yaptırır ve Ladakh turizme açılır. Tabii sadece turistler gelmez! Çağ, tüm dünyada devrimciği gençliğin çağıdır, 1968'liler sırtçantalarıyla heryerdedirler ve gittikleri heryere, ezilenlerden yana tavır alan, çevrenin ve eski kültürlerin korunmasını önemseyen militan ruhlarını da beraberlerinde götürürler. Henüz yirmili yaşlarındaki Helena Norberg-Hodge, dilbilimi eğitimi alan meraklı bir linguisttir (dil bilimci). Küçük Tibet'e geldiğinde tek amacı, Ladakh halkının dilini öğrenip bu konuda akademik bir makale veya bir kitap yazmaktır. Ancak bölgeye 1975'de gelen genç kadın, Ladakh'ın çok özel ve özgün bir yer olduğunu çabucak anlar ve burada bulduğu toplumsal düzeni Dünyaya anlatmak amacıyla 1978'den itibaren yoğun bir çalışma içine girer, "Ladakh Projesi"ni başlatır. İsveç doğumlu Helena'nın 3000 küsür metre yükseklikteki çöl benzeri bölgede Ladakh'ı tanıtmak için gösterdiği çaba, Tibet'in siyasi başkenti Lhasa'dan ayrı yaşamak zorunda kalan Dalai Lama'nın da dikkatini çeker ve Helena'nın Leh'te kurduğu proje merkezine gelip onu şereflendirir. 
Önce, Ladakh'ın nasıl bir yer olduğundan bahsedip, sonra kısaca düzenini ve Ladakh Projesini anlatacağım.
Ladakh, Hindistan'ın en kuzeyindeki Jammu & Kaşmir eyaletinin tam merkezindedir ve bu özerk Hint eyaletinin neredeyse dörtte üçünü oluşturur, yüzölçümü de Belçika'nın iki katı kadardır. Kültürel ve tarihi başkenti Leh adlı kasaba, aynı zamanda en büyük yerleşim birimidir. Turizme açıldığı dönemde Ladakh'ın toplam nüfusu en fazla yüzyirmi bin. Himalayalar'ın kuzeyindeki sıra dağlarda, Tibet platosuna komşu Ladakh, aynı gün içinde eksi 15 ile artı 20 dereceler arasında oynayabilen ısı değerlerine sahip. Burada yazın kırk derece sıcaklık yaşanabiliyor, ama kışın eksi kırk derece soğukluk da olabiliyor. Ladakh halkının yaşadığı vadi, buzul sularının beslediği, çok kısa yazlarda yemyeşil olan bir yer. Halk buğday ve yulaf ekiyor, koyun, inek, yak ve 'dzo' denen melez bir yak türü yetiştiriyor. Yılın sekiz ayı kar ve buzla kaplı bölgede halk kışın hiç çalışmadan evlerinde yaşıyor, sadece su almak ve hayvanlara yem vermek için, bir de dost ziyaretleri için evinden çıkıyor. Bu bölgedeki halkın galiba en ilginç özelliği, hiç çöp üretmemesi ve -müzik aleti yapmak amacı dışında- ağaçlardan tek bir dal bile koparmaması. Bölge halkı, hayvanların dışkısını (tezek) yakarak ısınıyor, insan dışkısını da gübre olarak kullanıyor ve Helena bu bölgeye ulaştığında buradaki özgün sistemin en az 800 yıldır hiç değişmeden aynen sürdüğünü saptamış. Helena'nın amacı Ladakh kültürünü (ve tabii ekonomi anlayışını) koruyup Dünyaya anlatırken, onu Batı kökenli bilim ve tekniğin imkanlarını kullanarak, Dünyanın başka yerlerinde de uygulanabilir hale getirmek. Helena Norberg-Hodge, bu çabaları nedeniyle 1986'da Alternatif Nobel Ödülü ile taltif edilmiş.
Ladakh'ın yüzde 99.6'sı insan yaşamına uygun olmayan çöl ve dağlardan oluşuyor. Bölgenin bu özelliği insanları hem doğaya uyumlu bir yaşam sürmeye zorlamış, hem de dünyadan yalıtarak, burada özgün bir sosyal/kültürel yapının ortaya çıkıp günümüze kadar yaşamasına olanak sağlamış.
Ladakh'ın özgün düzeninin ana fikri; toplumda hiçbirşeyin boşa/çöpe gitmediği, sinerjik/dayanışmacı bir köydemokrasisi. 
Buradaki "Köydemokrasisi" sözcüğünü, (Basisdemokratie/Grassroots democracy) sosyal medyadaki halinyle "Doğrudan demokrasi" diye adlandırmanın yanlış olmayacağını düşünüyorum. Ayrıntıya girmeden, bence en önemli özellikleri şunlar: Savurganlığın ve birşeyleri boşa harcamanın esamisinin olmadığı, toplumun bireylerinin birbiriyle sağlam ilişkiler kurduğu, herkesin birbiriyle dayanıştığı (bu zaten zorunlu), çevreyi kesinlikle kirletmeyen, -ama galiba en ilginci- hiçbir suç işlemeyen bir toplum. Helena'nın en çok dikkatini çeken, bu toplumda en küçük bir suçun bile işlenmemesi, şiddet uygulanmaması, en küçük hırsızlık olaylarının bile olmaması olmuş. Bu tip olaylarla da şöyle başa çıkıyorlar: Toplumda anlaşmazlık ve gerginliğe neden olabilecek konulardan kaçınılıyor. Yazılı hiç bir yasa olmamasına rağmen, yazılmamış yasalara karşı hareket edene son derece toleranslı/anlayışlı davranıyorlar ve işin daha ilginç yanı, toplumsal baskı da uygulamıyorlar ve kişinin davranışını değiştirmesini bekliyorlar -ve o kişi de davranışını değiştiriyor! Bunun nasıl olabildiği ise oldukça basit. Toplumun genel mantalitesi, kişiyi sonunda topluma uyduruyor ve Ladakh toplumunda şiddete asla -hiçbir şekilde- başvurulmuyor, saldırganlık görülmüyor. Helena, hayatında, Ladakh'lılar kadar ruh sağlığı ve özgüveni yerinde bir halk görmediğini söylüyor. Zaten dil bilimci iken bu işini bir kenara bırakıp Ladakh toplumuyla ilgilenmesinin nedeni de bu. Helena Norberg-Hodge, insanların bu uyumlu ve sağlıklı halini, "Bir bütüne dahil olduğunun bilincinde olmak ve bütünün tek tek bireylerin toplamından daha büyük olduğunun farkında olmak" diye özetliyor.
Ladakh'lıların, ilginç sosyal örgütlenmeleri var. Mesela birbirine coğrafi yakınlığı olan 4-10 ailenin/evin, belli işleri kendi aralarında iş bölümüyle halletmesi ve bu konuda her bireyin o ailelerin tümü içinde belli görevleri/sorumlulukları ve hakları var. Aileler bu ortaklığın bir işareti olarak ortak bir "Koruyucu ruh" seçerek, birlikteliklerine dini bir anlam/onay da katıyorlar. En fazla on ailenin dahil olduğu bu sosyal örgütlenmelere üyelik, bir kuşaktan diğerine geçiyor.
Bir Ladakh ailesi mesela aileden biri ölüp büyük duygusal çöküntü yaşadığında, ailelerin ortak komününden her türlü duygusal desteği ve maddi/manevi yardımı görüyor. Bu desteğin bir şartı yok, kimse karşılık beklemiyor. Böylece duygusal bir bağımlılık da oluşmuyor, bireyin özgürlüğü garanti altına alınmış oluyor. Aileler, çocuklarına da beraber bakıyorlar ve kurulan sistem/öncelikler sayesinde anneler hep çocuklarıyla veya onların çok yakınında oluyorlar. Çocuklar bu görev ve hakları, beş yaşından itibaren öğreniyorlar. Yaşlılar, ailelerin ortak sorumluluğunda oluyor. Özellikle karşılıksız yardım (zaten para kullanmıyorlar), her bireyin özgürlüğünü ve kendini özgürce geliştirmesini sağlıyor, yani başka toplumlarda benzeri durumlarda gözlenen toplumsal baskı yok.
Ladakh toplumu, tüm görev dağılımı ve haklar konusunda erkek ile kadın arasında bir ayrım yapmıyor. Erkekler, kadınların işlerini de yapıyorlar, veya tersi. Bu durumu erkekler sorun yapmıyor, -kadınlar da. Esasen tek eşlilik esas, ama şartlar gerektiğinde çok eşlilik de görülebiliyor. Ailelerin birlikte hareket etmesinin ve komünler kurmasının başka bir nedeni de, tarım arazilerinin çoklu mülkiyet yoluyla bülünmesinin önüne geçmek. Başka komünlerle evlilik halinde, dışarıdan gelin veya damat gelen kişinin, komünün ortak mülkiyeti üzerinde hakkı bulunmuyor, evlenenlerin birbiriyle uyuşup uyuşmayacağı konusunda astrologlar devreye giriyor ve bağlayıcı olmayan tavsiyelerde bulunuyorlar. Karmaşık bir aile sistemiyle, aile reisi bazen erkek, bazen kadın oluyor, bu da bir sorun teşkil etmiyor. Çok eşli evliliklerde bazı kadınların birden çok kocası olabiliyor (veya tersi). Aile sistemi ile nüfus artışı ile ölümler dengede tutuluyor. Mesela koskoca eyaletin nüfusu yüzyıllardır hep yüz-yüzyirmi bin arasında değişirken, 1970'lerde modernizme (tüm dünyadaki Batılı hayat tarzına) açıldıktan sonra bile yüzelli bine çıkmış durumda, yani modernizmin bozucu etkisi bile bu yapıyı tamamen bozamamış.
İlk kez 1941 yılında Hindistan'ın İngiliz idaresi, kadınların birden fazla erkekle evlenmesini yasaklamış, o zamandan beri bu adet azalmış, günümüze sadece istisnai durum olarak kalmış. Helena Norberg-Hodge'nin, Ladakh'a gittiği ilk günden itibaren utangaç olmayan ve erkeklerle şakalaşan özgüveni yüksek kadınlar dikkatini çekmiş. Ve her durumda, ailede kadınların erkeklerden daha önemli pozisyonda olduklarını yazmış (1). Ama hayvanların kesilmesi ve ticaret gibi işler esasen erkeklerin. Kadınlar kendi aralarında da eğleniyorlar ("gün" yapmak gibi) ve o zaman erkekleri cemiyetlerine sokmuyorlar, ama onun dışında kadınlar ve erkekler birlikteler.
Helena Norberg-Hodge, dil araştırmaları konusunu bırakıp Ladakh toplumuyla ilgilenmeye başlaması hakkında, "Beni konumu/fikrimi değiştirmeye iten, Ladakh'da heryerde görüğüm hayat sevinciydi" diyor ve çöyle devam ediyor: "Önceleri, 'Ladakh'lılar çok gülüyorlar ama, gülücüklerinin altında mutlaka kıskançlıklar, öfkeler, ezilmişlikler vardır' diye düşünüyordum. Birkeç yıl onlarla beraber yaşadıktan sonra, gülücüklerinin, derin bir memnuniyetten ve iç huzurundan kaynaklandığını anladım. Sonraki dönüşümleri de o ölçüde dramatik oldu. Ladakh'lılar dışarıdan gelen yeni akımlara ve modernleşmeye kapılınca, modern insanın Batı'dan tanıdığımız aynı depresyonlarını, aynı huzursuzluklarını, aynı kızgınlıklarını, aynı saldırganlığını sergilemeye başladılar. Bireylerin yeni teknoloji, ekonomi ve eğitimin baskısı altında değişmesiyle, tüm toplumun da değişmesi, insanların sosyal baskı altına alınarak dramatik bir şekilde etki altına alınabildiklerinin kanıtıydı benim için." (2)
Ladakh toplumunun bu dramatik değişimi çok hızlı oluyor ve bunun galiba ilk gözle görünür maddi nedeni 'para' ve para ile kodlanmış ölçüsüz düşünme (tamahkarlık/açgözlülük) biçimi.
Bu bölgeye modern insanın ve modern yaşama/düşünme biçiminin turizmle birlikte geldiğini unutmayalım. Bu konuda Helena'nın gözlemleri ilginç: Dünyanın öbür ucundan birkaç günlüğüne Ladakh'a gelen Batılı turistler, bir Ladakh'lı ailenin bir yılda kullandığından daha çok kaynak kullanıyor, Maharacalar gibi her türlü lüks hizmeti alabiliyor ve bütün bunları o para denen şeyle yapıyor. Ladakh'da gençlerin kendi aralarındaki sohbetlerde, iki günde bu kadar harcayabilenlerin tüm yıl boyunca krallar gibi yaşadıklarına dair bir hurafe doğuyor, tıpkı bir ara Opel arabalarla Türkiye'ye gelen Almancıların zengin sanılması gibi bir durum. Ve, bu zenginliğin nasıl olabileceği konusunda hayal gücünün kanatlandığı, para kazanmak gibi yeni bir hedefin belirlendiği, böylece bu mantaliteye uygun tüm negatif etkilere açık hale gelinen hızlı bir dönem yaşanıyor.
Ladakh'ın modernizmle ilk tanışması 1962 yılında. Hint ordusu, Çin ve Pakistan ordularının bölgeye girme tehdidine karşı burada üsleniyor. Modern silahlar, modern ordu ve onun ihtiyaçları. Ama olay, bu bölgenin sosyolojik ve kültürel yapısını bozmuyor. Fotoraf makinaları, talepleri ve hediyelik eşya isteyen meraklı halleriyle Batılı turistler gelmeye başlayınca, olay değişiyor, çünkü 1974'den 1984'e kadar yılda 15 bin turist gelip bu bölgede kalıyor. 1989'de Leh'de olaylar başlayınca, turist sayısı o yıl 9 bine düşüyor, ama sonra yeniden eski kapasitesine ulaşıyor. Bu bölgede insanların evlerine kapanmadıkları Haziran-Eylül dönemi, turist sezonu haline geliyor. Bu süre içinde erkekler turist rehberi olarak çalışmaya başlayınca, tarlaları işlemek kadınlara kalıyor, çocukları da okula göndermemeye başlıyorlar, çünkü çocuklar da ufak tefek turistik işlerle, satıcılıkla falan ilgileniyorlar. Gençlik, ailelerinin boşuna çalışıp yorulduğunu, hiçbirşey yapmadan para saçtığını gördükleri turistlerin hayatının çok daha güzel olduğunu düşünüyorlar. Gerçekten tartışmaya değer bir konu. Ve para peşinde koçanlar deryasına katılıyorlar, ama mutluluklarını yitiriyorlar. Daha 1980'lerde, Ladakh'a gelen ucuz elektronik aletler ve modernleşen evlerle birlikte geleneksel yaşam biçimi terkedilmeye başlanıyor, Batı kökenli sözcükler Ladakh diline giriyor, ama en önemlisi, modern kurumların gelmesi. Batı tipi tıp merkezleri, bankalar, radyo ve televizyon istasyonları, Leh'de açılan mahkeme, Ladakh'lıların klasik sosyo-kültürel yapılarını kısa sürede yok ediyor. İngiliz-Hint usulü eğitim, yerel kaynakları, yaşam biçimini, hatta derslerde verilen örnekleri, tamamen görmezden geliyor. (3) Helena, bu kısacık süre içinde zenginler ve fakirler diye iki kesimin ortaya çıkışına ve aralarındaki gelir uçurumunun nasıl hızla büyüdüğüne şahit oluyor. Ama galiba en acı olanı, erkeklerin para peşinde koşmaya odaklandığı yeni modern yaşam biçiminde kadınların giderek daha çok eve kapanması, çocuklarla yalnız başına ilgilenmek, tarlalarla yalnız başına şlgilenmek zorunda kalması. Yani modernleşme Ladakh'a kadınların birden ikinci sınıf Ladakh'lı olmalarına da yol açmış.
Ladakh'ın klasik, yüzlerce (belki binlerce) yıldır mutlu insan üreten özgün düzeni bozulunca, Helena, burada neyin yittiğini anlayıp, Ladakh projesini başlatmış ve bu özgün düzenin prensiplerini insanlara yaymayı amaçlamış. Bu özellikler bizi elbette çok ilgilendiriyor, ama buranın Cennet'ken önce modernizm tarafından bozulması ve İslamcılar tarafından Cehennem'e döndürülmesi de ilgilendiriyor. Çünkü böylece İslamcılığın, modern bir bozukluk türü olduğunu -ona karşı falan olmadığını- anlıyoruz. Ladakh'ın turizme açılışından sadece on küsür yıl sonra, 1980'li yılların sonuna doğru bu bölgede İslamcılar görünmeye başlıyor. Konu da 1979'da bölge yönetiminin Leh (Budistler) ve Kargil (Müslümanlar) arasında Hint Hükümeti tarafından ikiye ayrılması.
Aslında Tibet Budizmi'nin asıl din olduğu bu bölgede İslam'ın tarihi dörtyüzelli yıl kadar bir tarihe sahip. Bir Budist Raja, komşu Baltistan bölgesinden Şii bir soylu kadınla evleniyor ve o tarihten sonra Rajaların Müslüman kadınlarla evlenmesi bir gelenek halinde sürdürülüyor. Tabii siyasi nedenlerle, bölgede istikrarın sağlanması için Rajalar tarafından düşünülmüş bir uygulama. Halktan da benzer evlilikler oluyor ve Ladakh'a Müslümanlar da yerleşiyor. Kargil dışında tüm Ladakh'da Müslümanlar azınlıkta. Hindistan ile Pakistan arasındaki siyasi sürtüşme de süre içinde öeşitli boyutlar alıyor. 1989'da, Budistlerle Müslümanlar arasında ilk sürtüşme çıkıyor. Bu arada o yıllarda Taliban'ın Afganistan'ın en önemli siyasi gücü haline gelmeye başlması, İslamcılığın tüm dünyada yükselmesi, Pakistan'ın Taliban'ı ve tüm İslamcıları destekleyen bir politika izlemesi, 1999 yılnda Ladakh'da da fena halde kendini hissettiriyor ve bir provokasyon, buradaki sosyal barışı fena halde zehirliyor. 1989'da ve 1992'de, İslamcılığın yükselişini görüp bu bölgede yerel partileri yasaklayan Hint Hükümeti, gene de "Budistler Kur'an'a hakaret etti" provokasyonunu önleyemiyor. Kargil bölgesinde bir köyden yayılan, "Kur'an'a hakaret ettiler" lafı kanıtlanmamış da olsa, Müslümanları öfkelendiriyor, dükkanlar kepenk indiriyor olaylar ve Ladakh'ın Başkenti Leh'e de sıçrıyor. Bu dönemde orada "Ladakh Buddhist Association" adında, Budistçi bir parti de var ve o da İslamcılara karşı yangına körükle giderek olayları daha da içinden çıkılmaz hale getiriyor ve intikam istiyor, Müslüman bir polis dayak yiyor, Müslümanların evlerini taşlıyorlar. Müslümanlar aynı tonda cevap veriyor. Budist bir polisi Muharrem ayında kendilerine vurmak için kullandıkları bir zincirle fena halde dövüyorlar. Kargil'de merkezi hükümete balı polis müdürünün evi yakılıyor falan. Buradaki şiddeti tasvip etmek, en başta Ladakh geleneğine ters, ama bu çatışmanın Müslüman tarafı, otonom elde etmek için "mücadele ediyor" ve asıl hedef otonomi de değil, Pakistan'a bağlanmak. Kargil'de Şii bir yönetim ve Şeriat istiyorlar. İran usulü Şeriat isteyen grubun adı da "Imam Khomeini Memorial Trust" ve asıl işi "okullar açmak" 2001 yılında, İngilizce eğitim veren 14 okula sahip. Yani aynen Fethullah Gülen cemaatininkine benzer bir uygulama. Kısacası, yüzyıllardır birbirilerinin farklılığını asla dert edinmemiş insanlar, birden ayrışmak ve "çoğunluğumun olduğu yeri ben istediğim gibi yönetirim, Demokrasi de bu değil mi?" derdine düşüyorlar.
Süreç içinde ortaya çıkan köçük bir burjuvazi, bu bölgede kalmaya devam eden Hint Ordusu ile ve turizm alanında "iş" yapıyor ve her kapitalist ülkede olduğu gibi "işinin bozulmasını istemiyor". Budistler Şii Müslümanlara saldırıyor, Sünni Müslümanlara değil, çünkü Rajaların evlendiği Müslüman kadınlar çoğunlukla Sünni Müslümanlarmış.
Cep telefonu, internet falan da işin içine girince, "Müslüman dükkanından alışveriş etme" veya "Budistlerin dükkanından alışveriş etme" kampanyalarına kadar düşmüşler. İslamcıların tüm dünyada zayıflamalarıyla birlikte, bölge de daha sakin. Ladakh sistemi içinde yüzyıllarca yaşadıktan sonra, modernizmin gelişiyle birlikte Ladakh sistemini terkedip Şeriat isteyen Müslümanlar, İslamcılığın kapitalizm türevi olduğunun da kanıtı. Sistemin ekonomisi çöken bölgelerinde de Şeriat meraklılarının hemen artması, İslamcılığın bir neoliberal kriz ideolojisi olduğunu gösteriyordu. Aynı ayrılıkçı/kimlikçi/Şeriatçı ideolojinin Ladakh'da da ortaya çıkması, buradaki kısa kapitalizm tarihini daha kolay anlamamıza yardımcı oluyor. Kırk yıl içinde eski Ladakh sosyokültürel sistemi ortadan kalktı, ama unutulmadı. Ladakh, eski mutlu günleri ve değerleriyle, postkapitalist yeni paradigmanın belleğinde yaşıyor ve geleceğe ilham veriyor…
Helena Norberg-Hodge en son "Mutluluk Ekonomisi" adlı bir film yaptı. Kurduğu "International Society for Ecology and Culture" (ISEC) yaşıyor. Önerdiği, doğayla uyumlu ekonomi hakkında bir de blog var. (4) 


Dipnotlar ve Kaynakça:
1. Helena Norberg-Hodge, "Learning from Ladakh" San Francisco 1991
2. Helena Norberg-Hodge, "Ladakh-Model for the Future?" New York 1984/5
3. Eva Dargyay / Ulrich Gruber, "Ladakh, Innenansicht eines Landes" 1980
4. http://theeconomicsofhappiness.wordpress.com