Dinsel şiddetin kökenleri hakkında...

Suriye'de barbarca insan öldüren İslamcıların Suriyeli bir askerin başını gövdesinden ayırırken tekbir getirmeleri, 21'inci yüzyılda bir ibret vesikası olarak tüm belleklere kazındı. Bu inanılmaz cinayetleri işleyen militanlara Suriye'de "Tayyibin hayvanları" gibi bir "lâkab" takılmış olması ve Türkiye'de siyasi iktidar olan islamcılıcılığın tüm dünyada sorun haline gelmesi, konuyla Türklerin doğrudan ilgisini açıklamaya yeter sanırım. Merdan Yanardağ'ın dün belirttiği gibi (1), Türkiye'nin -Dünyaya örnek olması için "Müslüman Kardeşler" formatında özene bezene üretilmiş- İslamcılığının büyük hesap hataları yapması ve konjonktürün dönmesi, yenilgisini ve hızlı çözülme/çöküş aşamasını da beraberinde getirdi. Bu yenilgi, "Cihad Enternasyonalizmi"ne global bir hezimet olarak dönerken, Türk islamcılığının önemini görmemize de yardımcı oluyor. Ve bu önemin, esasen Türkiye'nin yakın geçmişdeki en seküler/demokratik islam ülkesi olmasından geldiği gibi bir durumu da algılamak zorunda kalıyoruz. AKP'nin İslamcı programını tedavüle sokup bu konuda -Türkiye çapında- önemli başarılar kazanması ve devleti kontrolü altına almasına rağmen, özellikle Gezi İsyanından beri Dünyayı dehşete düşüren şiddet uygulamaları, din-şiddet ilişkisine yeniden bir göz atmayı zorunlu kılıyor. 
    Dinsel şiddetin kökeni inanamayacağınız kadar eski. O tarih içinde Haçlı Seferleri de, Hz. Muhammed'in din savaşları da, hatta -bugünkü anlamda- ilk tek Tanrılı dini kurmayı deneyen Mısır firavunu Ehnaton'un gök renkli mavi savaş miğferi bile oldukça yeni sayılır. Dinsel şiddetin önemi, dinin en yoğun yaşandığı alanların başında din savaşının bulunmasından geliyor. 
    Dinsel amaç uğruna insan öldürmek, veya öldüreni hoşgörmenin/övmenin, arkaik çağlardan gelen "insan kurban etmek" eylemiyle ilişkili ve onun bir devamı olduğu hakkında yazılmış önemli bir külliyat var. Bu olay, tarih içinde tam üstesinden gelinememiş bir defonun "çağdaş" ifadesi. Nigel Davies, referans alınan bir çalışmasında, dinsel bir tören olarak insan kurban etme eyleminin, sanıldığı gibi bir istisna değil, eski kavimlerde çok yaygın olduğunu gösterir (2). Burada önemli olan, elbette sadece "insan kurban etmek" eylemi değil, ondan daha çok, neden insan kurban edildiği sorusu.
    Eski kaynaklar, insan kurban etmenin bazen kitle halinde yapıldığını, yani çoluklu çocuklu çok sayıda insanın kurban edildiğini gösteriyor. Bu olayı, insanların kendilerini tanrılara sunuşu gibi sunan bilimciler de oldu, ama daha çok bir tür değiş tokuş gibi duruyordu; insanlar tanrılara kurban sunuyor, tanrılar da insanlara gözkulak oluyor ve onlara nimetlerini sunuyorlardı. Ama neden insan kurban ediyorlardı? Kurban bir sözcük olarak asla kan dökmek anlamına gelmiyor, fakat bu sözcüğün tarihte kan anlamına gelmesini sağlayan ve insanların bir kesimini de olsa "kutsal savaş" anlayışını yaşatmaya iten şey neydi? Bu konudaki en ilginç bulgular ve açıklama, etnolog Adolf E. Jensen'den.
    Jensen, arkaik toplulukları araştırırken, tarım yapan yerleşik kültürlerin kökeninde ortak bir dinsel kültün bulunduğu sonucuna varıyor ve bu sonucu burada "Tanrısalın öldürülmesi" diye özetleyebiliriz (3). Kulağa çok absürd gelen bu olayın ilginç bir izahı var. Tarımın Dünyada ilk kez Urfa bölgesinde yapıldığı (ve orada Göbeklitepe'de, tarihte bilinen ilk mabedin inşa edildiği) malumumuz. Jansen'in tesbit ettiği üzere tarım yapmaya başlayan arkaik toplumların kökeninde bir söylence var ve buna göre tanrısal bir yaratığın/kişinin ölümüyle birlikte dünyanın düzeni kuruluyor ve bu ölümden, boylar için gerekli tarım bitkileri ortaya çıkıyor (veya insanlara gösteriliyor). Jansen, ilk kurban törenlerinde, insanlar ile hayvanlar arasında bir fark gözetilmediğini de tesbit etmiş. Öldürülenler, daha önce öldüğü veya öldürüldüğü varsayılan tanrısal/kutsal yaratıkla/kişiyle özdeşleştiriliyorlarmış, yani her kurban töreninde aslında aynı şey kurban edilmiş oluyormuş. Kökeni bu kurban törenleri olan ilk dinlerde şiddet kullanma olayının bu nedenle merkezi önemde olduğu sanılıyor. Ama insanlar kutsalı neden öldürmüş olabilirler veya çok eskiden olduğu varsayılan böyle bir olayı neden tekrarlayıp yeniden üretmişler, din için insan oldürmeyi neden kutsayıp kurumsallaştırmışlar?
    Bu soruya, Walter Burkert bir yanıt veriyor ve bu olayın tarih öncesi ve tarım öncesi avcılık yaparak yaşayan insanların kurdukları ilk toplumsal yapıyla ilgili bir durum olduğunu söylüyor. Konu "adalet" ile ilgili. İnsanlar, adaletin karmaşık yapısı yerine, "Günah keçilerini cezalandırmak" diye özetlenebilecek basit bir yöntem uyguluyorlarmış. Toplumdaki karmaşık haksızlık konularının yarattığı huzursuzluğu, sorumlu olan/sayılan (veya bu sorumluluğu üslenen) birini bulup cezalandırarak gideriyorlarmış (4). Bu "adalet anlayışı"nın devlet kurmayan/kuramayan arkaik toplumlarda uzun süre yaşadığını ve devlet öncesi devrin bir "ürünü" olduğunu bilmek çok önemli. Burada ekstaza varan boyutlarda nefret ve/veya öfkenin de devreye girdiği ve insan kurban etmek olayına neden olduğu varsayılıyor. İlkel kabilelerde adaletsizlik yaşandığında bunun çabucak kabile içi kanlı kapışmalara dönüşmesini önlemek için ve bu yolla kabilenin yokolma tehlikesine karşı, böyle bir yöntem kullanılmış. Kabileye mensup ailelerin birbirine girmesini önlemek için birinin günah keçisi ilan edilip kurban edilmesi ve böylece kabilede huzurun/düzenin yeniden sağlanması anlayışı kutsanmış. İlginç olan, bu yolla kabile adına öldürülen kişinin gerçekten suçlu olup olmadığının pek bir öneminin bulunmaması. Hatta antropolog René Girard, kurbanın tesadüfen seçildiğini söylüyor (5). Anlaşılan, arkaik toplum, birinin bir suç için cezalandırılmasından çok, toplumu suçluluk duygusundan/psikolojisinden kurtulmasını önemsiyordu. Toplum sakinleşip barış yeniden tesis edilince, "Düzenin yeniden kurulması" da gerçekleşmiş oluyordu.
    Toplumsal barışı, canını feda ederek yeniden sağlayan lanetlenmiş kişinin ölerek kutsallık kazanması bilgisi, bilim adamlarının araştırmalarıyla ulaştıkları sonuç ve bu sonuçta, toplumun bugün de bildiğimiz bir özelliğini görüyoruz: Toplumlar, sadece akılcı/rasyonel karaların bir sonucu olarak ortaya çıkmıyorlar/çıkmamışlar.
    İnsan kurban etmek ve kurbanı kutsamak olayının böyle yaygın ve çok eski bir nedeni olduğu doğruysa (doğru olduğunu varsayalım); tüm günahı -Hz. İsa örneğinde de olduğu gibi- bir kişiye yükleyip sonra onu ille de kötü bir biçimde öldürmek niye? Girard, çok eski söylencelerden damıttığı "Öldürülen kutsal kişi" (Günahkeçisi) anlayışının, korkudan tekrarlandığını ve bir gelenek haline getirildiğini öne sürüyor. Toplumun günahlarını üslenen biri kurban edilerek toplumsal barış sağlanmış, "toplum bir daha karışmasın" diye belirli aralıklarla insan kurban edilmeye başlanmış -zaten kurbanın insan veya hayvan olması başta önemsenmiyormuş, çok sonra hayvan kurban etmek esas alınmış ve bu dönüşümün de insanın/toplumların ruhsal tekamülüyle ilgili bir durum olduğuna özellikle dikkat çekelim. Bilim adamları, kabileler arasındaki savaş oyunlarının (ve daha sonra savaşların) da, esasen "kurban edilecek insan bulmak" amacıyla yapıldığını ve kutsandığını ortaya çıkarmış. Din'in ilk ilkel halinin, insanları yatıştırmak ve toplumsal barışı sağlamak için ilk toplumlarda önemli bir rol oynadığı söylenebilir -ama ilk toplumlarda!
    Dinsel şiddet konusunda öne çıkan diğer önemli konu, bu olayın nasıl günümüze kadar durmadan yeniden üretilebildiğini de açıklıyor, malesef insan doğasıyla ilgili bir şey: "Taklit etmek."
    İnsanlar, başarılı/güçlü gördüklerini taklit ediyorlar. İnsanlık tarihinin başlangıcından beri yaşanan bir şey. Ama aynı kişinin/şeyin taklidi, taklit edenler arasında otomatikman rekabet ve çatışma üretiyor. Rol modelleri, eskiden beri son derece önemli. Bu özelliğin, "insan kurban etmek" ayininin çeşitli şekillerde yaşatılmasını sağlayan etmenlerden biri olduğunu söyleyebiliriz. Ve "Taklit" özelliğinin çıkmazı da, Eski Ahit'deki "Göze göz, dişe diş" (6) ilkesiyle anlaşılabilir. Bazen bir savaşçı olarak zuhur eden Tanrı Yahve, eski Yahudi kaynaklarında, sadece kavimleri değil, onlarla birlikte hayvanlarını da yoketmeyi emredebilmektedir (7). İlginç olan, dinin en kutsal anlarının savaş (insan öldürme) eylemi olarak ifade edilmesi oldukça yaygındır, mesela Hinduların en popüler kutsal metni Bhagavadgita, Tanrı Krişna'nın Prens Arcuna'yı savaşmaya ve öldürmeye ikna etmek için spiritüel sırlarını açıkladığı bir manzumedir (8). "Göze göz dişe diş" anlayışı, bitmeyen bir kin ve intikam sarmalı ürettiği için, tek Tanrılı dinlerde de sürebilmiştir. Tam da bu şiddet sarmalını kıran ve şiddete karşılık vermemeyi öneren Hz. İsa'nın, çağının günah keçisi ilan edilip barbarca öldürülmesi, eski (taklit) alışkanlıkların ne kadar eski ve köklü olduğunu göstermektedir. Haçlı Seferleri ile bir din savaşları çağı başlatan Hristiyanlar da belki Peygamberini anlamakta zorlanmışlardır, ama günümüzün şiddet karşıtı özgürlükçü protesto/gösteri kültürünün, Hz. İsa'nın o zaman devrim niteliğindeki bu düşüncesiyle uyumlu oldukları söylenebilir.
    Günümüzde "kahramanlık" duygusununun ve kavramının önemli bir erozyona uğramış olmasına ve bunun olumlu sayılamayacağına dair bir yazıyı bu blogda okuyabilirsiniz, ama toplum adına şiddet kullanmak hakkının, eskisi gibi "gücü gücü yetene" ilkesine göre değil de devletlere tanınması, modern hukukun doğuşu ile el ele yürüyen olumlu bir süreçle gerçekleşmiştir. Şiddet kullanmak hakkının devletlerden alınıp merkezi/global bir otoritenin iznine bağlanması aşaması ise 20'inci Yüzyıldan beri tartışılıyor/yaşanıyor. Ama hiçbirşey o kadar basit değil. Kutsal kavramlar eskisi gibi ille de dinsel değiller ve 20'inci Yüzyılın başından beri şiddet monopolü sadece devletlere ait değil, bir de "Kurtuluş Hareketleri" bu hakka sahip oldular ve genç Sovyetler Birliği, bu hakkı tanıyan ilk büyük otorite oldu. Anadolu'daki Kurtuluş Savaşının garantörü Sovyet Rusya idi. Ve o devir de geçti. Postmodern çağın yeni Metafiziği, yeni Ortaçağ'ın ortaya çıkmasını ve onunla birlikte din savaşının da yeniden hortlamasını sağladı. ABD'nin 34'üncü Başkanı Amerikalı general Dwight D. Eisenhower, Avrupa'da Nazilere karşı yürütülen savaşa "Haçlı Seferi" demişti, 43'üncü Amerikan Başkanı George W. Bush da, Afganistan ve Irak'a yapılan Amerikan saldırısını ve onun "çapını", "Global Haçlı Savaşı" diye izaha çalışmıştı! (10) 
    Neoliberal "Dünyada düzeni yeniden kurma" savaşlarını başlatan ABD ve müttefikleri kadar, onlara taklitçi "Göze göz dişe diş" imkanı sunan İslamcı Enternasyonal da, Ortaçağ'ın 21'inci Yüzyıl başında yeniden uyanışından sorumludurlar. Önemli rolü (en önemli rollerden ikincisini), bir kriz ideolojisi haline gelen "İslam" oynadı. Din Savaşı fikrini geniş bir kitleye yayarak, neoliberalizmin global yeni paradigmaya yenilmesine rağmen, din savaşı fikrini bugüne kadar Suriye'de Afrika'da ve dünyanın başka yerlerinde sürdürenler, İslamcılar oldu. Amerika'da ve İsrail'de bu Yüzyıl başında bir ara popüler olan "Din Savaşı" motifi, modern toplum olmanın şiddet karşıtı seküler yanına üstün gelemezdi, kapitalist sistemi işleten sosyoekonomik temel de buna izin veremezdi/vermedi. Ama kapitalist sistemin asla tam olarak tutmadığı ve günümüz aşamasında da global krizden en çok nasibini aldığı yerlerde, Taliban, Boko Haram gibi örgütler çıktı, yaptıkları tüm barbarlıkları "İslam'a" maletmeye başladılar. İslam da buna itiraz etmedi. Günümüz itibariyle "İslam adına" yapılan barbarlıkların, özellikle demokratik kesimlerden ve toplumlardan, eskisinden çok daha büyük/aktif tepki gördüklerini ve Dünya çapında "Din adına insan öldürmek" olayını sürdüren tek kesimin İslamcılar olduğunu/kaldığını biliyoruz. Bu vak'a karşısında Tayland'da Budistlerin Müslümanlara saldırısı, veya Hinduların Müslümanlara karşı bazen şiddet içeren hareketleri sönük kalıyor. 
    Dünya kamuoyunda, "Gerçek islam, Suriye'de Afrika'da kafa kesenlerin İslam'ı değilse, onlara karşı olanların neden sesi çıkmıyor, neden İslam'ı savunmuyorlar?" mealinde soru soranlar hiç de az değil (11). Türkiye'nin ne Hükümeti ne de islami herhangi bir STK'sı veya Cemaatinin bu konularda şiddetli protestosu oldu. İki cümlelik lütfen reaksiyonlar dışında, İslam adına yapılan barbarlıkları kararlılıkla kınamadılar,i bu konuda hiçbir kayda değer gösteri yapılmadı. Bu gerçek ve Din Savaşı'nın hala kutsanması, insanlığın barbarlıktan insanlığa geçiş aşamasında bu kesimlerin sınıfta kaldığını gösteriyor. Muktedir İslamcıların ellerinin değdiği herşey ve herkesin değersizleşmesi, kişiliksizleşmesi ve yalnızlaşması, biraz da "kadim" "kutsal şiddet"i açıkça veya sessizce desteklemeleri yüzünden. "Dinsel şiddet"in, uygarlık harcından sentezlenip ayrışmaya başlamasıyla ilgili bir durum yaşanıyor. 21'inci yüzyılın ikinci on yılında saflar belirginleşiyor ve "Tanrı'nın artık istemediği anlaşılan kutsal şiddet", insanlık tarafından terkediliyor, çünkü insanoğlunun/insankızının tekamül seviyesi, buna gerek duymuyor ve kutsallığın şiddet içermeyen yeni biçimlerine yöneliyor. 


Dipnotlar ve Kaynakça:
1. Merdan Yanardağ, "Kötülüğün toplumsallaşması" Yurt gazetesi (25 Mayıs 2014) 
2. Nigel Davies, "Opfertod und Menschenopfer" Düsseldorf 1981
3. Adolf E. Jensen, "Die getötete Gottheit" Stuttgart 1966
4. Walter Burkert, "Homo necans" Berlin 1972
5. René Girard, "Das Ende der Gewalt" Freiburg 1983
6. Hz. İsa şöyle der: "Göze göz, dişe diş dendiğini duydunuz. Ama ben size diyorum ki, kötüye karşı direnmeyin. Sağ yanağınıza bir tokat atana öbür yanağınızı da çevirin. Size karşı davacı olup mintanınızı almak isteyene abanızı da verin. Sizi bin adım yol yürümeye zorlayanla, iki bin adım yürüyün. Sizden birşey dileyene verin, sizden ödünç isteyeni geri çevirmeyin." (İncil, Matta 5)
7. H. Fredrikson, "Jahwe als Krieger" Zürich 1951
8. "Bhagavadgita / Rab'bin Ezgisi" (Çeviri: Selçuk Salih Caydı) İstanbul 2002
9. Dwight D. Eisenhower, "Crusade in Europe", New York 1948
10. Bkz. Der Spiegel haberi: "Bush spricht erneut von 'Kreuzzug' gegen Terror" 19.4.2005
11. Bkz. Andrew Taylor, "Was ist der 'Wahre Islam'? (…) Katholisches Info, 15.11.2013