Şehirler ve 'Doğrudan Demokrasi' hakkında...

Gezi Hareketi başladığından bu yana artık daha yüksek sesle, 'Doğrudan Demokrasi'den bahsediyoruz. Doğrudan Demokrasi, şekilselleşip içi boşalan neoliberal sandık postdemokrasisinin iyice yetersiz kaldığı günümüz aşamasında internet üzerinden sosyal medyada doğan ve giderek profil kazanan bir demokratik ifade biçimidir. Parlamenter demokrasinin işlevini iyice yitirdiği günümüz şartlarında, ille de milletvekilleri üzerinden değil, doğrudan/bizzat konuşan demokrasiye 'Doğrudan Demokrasi' diyoruz. Bu haliyle 'Doğrudan Demokrasi', eski Demokrasi kuramcılarının hayallerinin gerçek olduğu bir demokrasi türü. Eskiden belli konularda bu kadar geniş halk katılımıyla bu kadar hızlı tartışmak ve kararlar almak mümkün değildi. Bu, iletişim teknolojilerinin mümkün kıldığı oldukça yeni bir gelişme.
Gezi Hareketinde bir anda karar alıp yürüyüşler ve protesto eylemleri düzenleyen halk, henüz etkili ekonomi eylemleri, belli işlemleri yavaşlatma/durdurma eylemleri gibi daha etkili protestolara başlamadı. Doğrudan Demokrasi, "Gezi Hareketi" adıyla, varlığını ve gücünü ortaya koymuştur ve işlevsiz güdük 'Parlamenter Demokrasi'yi tamamlamak konusunda ilk adımları atmıştır. İşte bu bağlamda, Şehirlerin tartışılmaz önemi ve üstünlüğü de ortaya çıktı.
Eskiden "Köylülük" diye önemli bir faktör vardı. 1970'li yıllardan başlayarak iyice zayıfladı ve şimdi tamamen önemsizleşti. Şimdi şehirler, ve onların nisbeten daha demokratik yönetimleri, STÖ'leri ve tabii hızla örgütlenip aktif olabilen etkili halkı var. Benim takip ettiğim siyasalbilimcilerden Benjamin Barber, yeni kitabı "If Mayors Ruled The World" adlı yeni kitabında (Yale Üniversitesi yayını), şehirlerin, ülkeler ve dünya politikasındaki yerlerinin daha da önem kazanması gerektiğini anlatıyor. Globalleşen dünyada bunu zaten biliyoruz ve hissediyoruz. İstanbul'daki "Duran Adam" eyleminin tüm dünyada nasıl örnek alındığını, Gezi Hareketinin nasıl büyük bir sevgi ve saygı uyandırdığını, İstanbul'u bir anda dünyanın yıldızı haline getirdiğini gördük.
İstanbul'un bir sonraki seçimlerde Gezi Ruhu ile yönetilen bir şehir yönetimine sahip olması, sadece bu açıdan bakınca bile olağanüstü önemde görünüyor.
Şehirler, dünyanın yeniden şekillendirilmesi ve Doğrudan Demokrasinin hakim olduğu yeni bir demokrasinin oluşturulabilmesi hedefi açısından tayin edici önemde. Benjamin Barber, Ulus-Devlet'in, Birleşmiş Milletler'in, Avrupa Birliği'nin, Uluslararası Sivil Toplum Örgütlerinin ve uluslarötesi firmaların gelecek için umut vermediklerini ve bunun baş nedeninin de büyük olmaları olduğunu söylüyor. Ama şehirlerin seçilmiş Belediye Başkanlarının, sanıldığından daha önemli hale geldiklerini anlatıyor ve ilginç örnekler veriyor. Kyoto Protoklü işlemedi. Kopenhag'daki iklim zirvesi tam bir siyasi başarısızlık örneğiydi, ama orada gözden kaçan ilginç bir şey vardı: Kopenhag Belediye Başkanı ve daha sonra AB Çevre Komisyonu başkanlığı yapan Ritt Bjerregaard, o toplantıya yüzlerce dünyadan Belediye Başkanı çağırmıştı ve gerekçesi çok makuldü: Çevreyi kirleten sera gazlarının yüzde 80'i şehirler tarafından üretiliyor. Bu toplantı belki başarısızdı, ama toplantıdan sonra bazı şehirler, Belediye Başkanları üzerinden çevre konusunda önemli adımlar attı. Mesela Los Angeles Belediye Başkanı Antonio Villaraigoso, şehrindeki çevreyi kirleyen gazların yüzde 40'ının şehir limanında yük indirip-bindirmek için bekleyen büyük kamyonların hiç kapanmayan kontakları nedeniyle çıktığını anlayıp 12.000 kamyonu hibrid kamyon haline getirtti. Limandan çıkan atık yüzde elli azaldı. Böyle doğrudan önlemlerin, Başkentlere bağlı karar mekanizmalarınca ne anlaşılıp ne de kararlaştırıldığını söyleyen Barber, Belediye Başkanının bu fikri de Obama'dan değil, Shanghai Belediye Başkanı'ndan aldığını söylüyor. Kısacası, Belediyeler eskisinden önemli hale gelmekle kalmayıp, daha bağımsız hareket eden yapılar haline geliyorlar ve dünyadaki globalleşmenin yeni istikameti bu.
2004 Yılında "United Citis and Local Governments" diye bir örgüt kuruldu. Şimdi üçbine yakın üyesi olan bu örgüt her yıl konferanslar düzenliyor. Şehirlerin kendi aralarında işbirliği ile projeler başlatmasını destekleyen birçok büyük kurum da var, ve bunların başında AB geliyor.
Trendin görünür siyasi kısmı ise herkesin gözü önünde yaşanıyor. Şehirler, dünya politikasının merkezine oturuyor. Gezi Hareketi, bir İstanbul Hareketi olarak ortaya çıktı ve bir şehirler hareketi olarak dünya tarihindeki yerini aldı -hatta şehirlerin de sembol meydanlarını kullanarak. Mısır'da Kahire'nin ve Tahrir Meydanı'nın sembolleşmesi gibi, İstanbul'un ve Taksim Meydanı'nın sembolleşmesi, tüm dünyanın heyecanla karşılayıp kabullendiği ve hatta örnek aldığı bir siyasi olaydı.
Şehirler, bu anlamda Doğrudan Demokrasi'nin global odakları olarak ön plana çıkıyorlar ve bu durum daha da yaygınlaşacak, profil kazanacak gibi görünüyor.
Şehirlerin laf ötesi yeni bir sosyo-ekonomik demokrasi kurabileceklerinin örneği de gene şehirlerden geliyor ve sosyal medya üzerinden şehirlerin en ücra ve en yoksul kesimleri bile konuşabiliyor, toplumun daha varsıl kesimleriyle diyalog geliştirebiliyor. Bu, özellikle bir ekonomik çöküş tehlikesi aşamasında son derece önemli. Şehirler, sosyo-ekonomik gelişmelere ve daha birçok duruma çok daha çabuk ve doğrudan müdahale edebiliyorlar.
Barber, fakirlikle mücadelede şehirlerin etkin girişimlerine New York'u örnek veriyor ve şehirlerin siyasetin belirlenmesinde daha etkili olmaları halinde mesela vergi sistemlerinin oldukça adil ve şeffaf hale getirilebileceğini anlatıyor. Doğrudan Demokrasinin giderek daha çok benimsenmesi, ona uygun yapıların oluşturulması için itici bir kuvvet olacaktır. Artık işlemeyen ve tek adam diktatörlüklerine dönüşen Neoliberal Postdemokrasiyi aşmak ve yeni demokrasiyi sağlamlaştırmak, kuşkusuz şehirlerin siyasette önem kazanmasıyla birlikte yükselen bir trend olmayı sürdürecek görünüyor. Gezi Ruhu'nun aynen yaşaması ve göndem belirlemeye devam etmesi, bunun Türkiye için en somut ifadesi.