Devrimin doğası ve doğanın devrimi

"Gülemediğin devrim, devrim değildir"
Emma Goldmann

Giriş...

Devrimcilikle onaltı yaşımda tanıştım. Sıranın altından bana uzatılan ve "bunu bi bak" diye verilen ilk broşürü okurkan tüylerimin diken diken olduğunu hala hatırlıyorum. Ezilenlerden yana olmak, yetişkinlerin sıkıcı ve yavaş dünyasınıı değiştirmek için çalışmak, ama herşeyden önce, bunu yapabileceğini bilmek, muhteşem bir şeydi. Bugün de öyle! Devrimlerden sonra kurulan düzenlerin eskisinden daha kötü düzenler olduklarını öğrenmem de pek uzun sürmedi. Bunarağmen "Devrim" sözünün, büyüsü hep baki kaldı. Çünkü "Devrim", Sol tarafından dünya siyasiliteratürüne yerleştirildiği haliyle, sadece siyasi bir sistem değişikliği anlamına gelmiyor. Bence "Devrim" beklenmedik/ummadık (tamamen yeni kalitede) bir küçük kıvılcımla başlayan ve sonrasında tamamen yeni bir iklim/paradigma kurulmasını sağlayan köklü değişim/dönüşüm olaylarına verilen ad olmalıdır. Mesela Güneş patlamalarının baş rolü oynadığı ve çevre kirliliğiyle birlikte neden oldukları küresel ısınma da bir tür  devrimdir. Hayatına Devrim anlayışını entegre etmiş olmak çok önemli. Belki ille de doğrudan ilintili değil ama, Devrimciler, benim ömrüm boyunca tanıdığım en güvenilir, en iyi kalpli ve en dürüst insanlar oldular. Devrim falan gibi şeyleri "deli saçması", "hayal", "gündüz düşü" sayan bir millet de var elbette. Hatta bu milletin nüfusu -bir ara- nüfusun yüzde 99.99'una kadar çıkmıştı. Ama ben o onbindebirlik azınlığa dahil olmayı sürdürdüm -naifliğimden değil elbette.
Devrim, hayatın dinamosudur. Marx'ın deyimiyle "Devrimler, tarihin lokomotfidir." Devrimlere her haliyle inanmaya devam etmekle yetinmeyip, onların büyük gücünü de dünyaya bakış şekline entegre edilmesi gerektiğini düşünüyoum, çünkü tesadüflere ve onların tayin edici rolüne inanıyorum. Küçücük olayların bile insan hayatını -hatta dünyasını!- nasıl toptan değiştirdiği mâlum. İyice karmaşıklaşmış kırılgan ve global dünyada, tesadüfler, eskisinden çok daha önemli. Ben de, "Gavrilo Prinsip 28 Haziran 1914 günü Avusturya Arşidükü Franz Ferdinand'a ateş etmeseydi dünya nasıl bir yer olurdu" diye düşünmüş olanlardanım. Bir tek kurşunun, 11 Eylül 2001'de New York'ta Dünya Ticaret Merkezi'ne çakılan iki uçağın, tarihi nasıl değiştirdiğini bildiğim/yaşadığım için Devrimi önemsiyorum.
1990'ların, yat/kat dışında hayal kuramayanların, ve hayal dünyası "İslam dünyası" ile sınırlı insanların devrini geride bıraktık. Kabus gibi çöken vasatizmin 1990'lı ve 2000'li yılları sona erdi. Hayatın taze ruhu, devrimci ruh, topluma geri dönüyor.
Sol gelenekten gelen birisi olarak, Gezi Hareketiyle birlikte yaşadıklarımızı, sosyo-ekonomik bir yerden ele almaya yatkın olduğumu itiraf etmeliyim. Ama ben burada, "Devrim" dediğimiz şeye/kavrama değinmek ve "Gezi nereden çıktı", "Gezi'nin arkasında ne var" tipi sorulara, dolaylı ve genel bir yanıt vermek istiyorumDevrim, evrenin doğasında var. Ve devrimin doğasını iyi anlarsak, Gezi Devrimi'yle başlayan sürecin devamında -kendiliğinden kurulan- yeni toplum anlayışını (ve yeni toplumu), çok daha iyi anlayabiliriz. Herbert Marcuse, doğadaki Devrim anlayışını, ve onun ortaya çıkardığı ilk düzeni, cinsellikle/üremeyle açıklıyor. Sadece bu faktörü -yani devrimi ve devdimci bilinmezlik faktörünü- tüm haşmetiyle hesaba katan bir anlayış sonsuz olabilir. Dünya'nın bilmemkaç milyar yıllık hayatı, bunun canlı kanıtı. Değişkenliği ve bunun yasasını bilen, ona uyum sağlayan, sosnsuz olacaktır -muhafaza etmekle ilgilenen "Muhafazakarlığın" anlamadığı ve asla anlamayacağı şey de budur. Şimdi Devrimin ve Devrimcilerin zamanı. Onları iyi anlamamız gerekiyor.

Ak Karga'yla Kara Kuğu...

Böyle bir edebiyat dergisi var (Der Weiße Rabe). Eski bir Arap hikayesine göre Kargalar eskiden beyazmış ama Hz. Muhammed'in saklandığı yeri ele verdikleri için Tanrı'yı kızdırmışlar, O da renklerini karartmış. Gerçi Peygamber'i gene de bulamamışlar, çünkü mağranın ağzına bir örümcek ağ örmüş -hikayeyi mutlaka duymşsunuzdur- ama olan kargalara olmuş.
Beyaz Karga, hayaller ve masallar dışında asla görülmemiştir. Ama bu, ornitologlar (kuşbilimciler) rahat uyuyabilirler demek değildir. Kuğu denen kuşun sedece beyaz renkte olduğunu bilip söylerleyen ornitologların, Avustralya keşfedilip, orada kara kuğuların yaşadığı anlaşılınca dünyalarının yıkılması gibi. Belki pek de önemli gibi görünmüyor ama, Gezi Parkı'ndan kovulan birkaç yüz gösterici de, eylemcilerden sadece biraz farklıydı. Gezi göstericileri islami rejim denemesinin mutlakiyetini, kara kuğu da ornitolojinin beyaz kuğucu mutlakiyetini yıktı. Biraz da şuna benzer:
2007'ye kadar bir tek Allah'ın kulu ekonomist, "Gelecek sene ekonomi öyle bir çökecek ki Lehmann Brothers bile iflas edecek" demediği halde, o rehavetin içinde birden bir dünya çöküverir. (Bu olay, "bilimci" sayılan "ekonomistler"in de iflası aslında -ve önümüzdeki dönemde Adam Smith tarafından icad edilen "Ekonomi bilimi"nin de "bilim" titrini yitireceğini söylemek de pek abartılı olmasa gerek)
Burada önemli olan, kuğuların rengi değil, "Asla olmaz" diyenlerin dünyasının ortasına, "asla olmaz" diyecekleri türden bir olayın düşüp tüm parametreleri değiştirmesidir. Kara Kuğu'yu bir metafor olarak seçip "doğal devrimi" inceleyen Nassim Nicholas Taleb, bu olayların özelliğini (benim çevirimle) en kısaca (1) şöyle özetliyor:
"1. Olağan beklentiler alanının dışında. Geçmişe bakarak, daha önce, varlığı hakkında inandırıcı bir izin bulunmadığı türden (olaylar/olgular/şeyler/fenomenler)...
2. Ortaya çıkışları muazzam etkiler uyandırıyor...
3. Ortaya çıkışı sonrasında insan doğasını, (olay hakkında) bir açıklama bulmaya/kurmaya itiyorlar...
(Onu açıklanabilir hale getirmeye itiyorlar)"
Burada "Devrim" diye adlandıracağımız böyle olayların/durumların temel özelliği, Taleb'in izahıyla önemli ölçüde örtüşüyor: "Asla olmaz" denen bir şeyin, bir olayın, hiç beklenmedik bir şekilde yaşanıp, büyük bir sarsıntıya ve etkiye neden olması, herkesin kendisini o olaya göre konumlandırıp onu açıklamak için teoriler/hikayeler/tarihler uydurmak zorunda hissetmesi. "Uydurmak" diyorum, çünkü birazdan göreceğimiz üzere, bu olağanüstü olayların ve gelişmelerin, teorilerle/tarihle/mantıkla pek de alakası olmayabiliyor. Yepyeni bir kalitenin ifadesi olabiliyorlar. Ama "bilmiş" insanlar, kafalar rahat olsun babında, belli açıklamalar "buluyor" ve bunlardan biri de tarih içinde kabul görüyor -ta ki bu kez ontologların veya dermotologların ve bilumum "-ologların" bu kez kırmızı bir kuğu keşfetmelerine ve dükkanı kapatıp evlerine dönmelerine kadar! Olayları bir "Devrim" haline getiren, bu yepyeni niteliktir kalitedir. (Kantite değildir, yani nicelik/çokluk değildir) 

Bilinmezlik faktörü ve "uzmanlar"...

Televizyonlarda gerine gerine ahkam kesen uzmanların, herkesi ilgilendiren önemdeki olayları önceden tahmin etme oranının ne kadar (inanılmaz!) düşük olduğunu anlatan bir yazıyı bu blogda okuyabilirsiniz (2). Uzman tahminlerinin doğru çıkma oranı o kadar düşüktür ki, yapılan araştırmalara göre, uzmanların tahminlerini maymunlar yapmış olsa, veya bu uzmanlar zar atsalar, daha isabetli olacaklardır. Bu konuda somut verilere sahibiz.
"Olasılık Kuramı" (Wahrscheinlichkeitstheorie / Probability theory) diye bir şey duymuş olanların sayısı hiç de az olmasa gerek. Bu hesaplar, belli kurallar çerçevesinde işleyen (işlediği düşünülen) sistemlerde olasılık hesaplamak için iyidir, hesaplayanları ve hesaplatanları "teorikman" iyi avutur, ama 9 şiddetinde bir depremden sonra Tayland'ı vuran Tsunami'ye dair tek bir hesap/öngörü içermez. 1933'de oy sandığıyla iktidara gelen Adolf Hitler'in, modern tarihin en büyük felaketine yol açacağını da, kimse hesaplayamamıştır.
Bütün Bankalarda, Maliye Bakanlıklarda, böyle olasılıkları hesaplaya birileri vardır, bunlar gelecek tahminleri yaparlar, mesela yıllık "büyüme rakamları"nı hesaplarlar. Ama hiç biri, Lehmann Brothers'ın çökeceğini hesap edememiştir. Asıl sorun bilimin, bütün sistemler için hayat-memat meselesi olabilecek "bilinmeyen" faktörlerini anlamaya açık bir yapıda olmamasıdır. Burada hemen, "bilinmezlik faktörünü bilen bir sistematik var da biz mi bilmiyoruz" diyenler çıkabilir. Mesele, böyle bir sistemin olup olmaması değil, öyle bir sisteme açık bir mantalitenin olup olmamasıdır -E yok. O zaman sistem de olmaz, ama bu olmadığı/olmayacağı anlamına gelmez)
11 Eylül 2001 gibi, Gezi İsyanı gibi tayin edici olaylara ve onların büyük etkisine bakınca, uyuyan uzmanların gerçekten gereksiz bir millet olduğu sonucuna varabilirsiniz. (Bu sonuca varan çok sayıda düşünür var, Taleb de onlardan biri)
Dikkat çekici olan, dünyada hayatı değiştirip yeniden tanımlayacak kadar büyük önem arzeden böyle olayları -yani Devrim kalitesindeki olayları- büyük dünya resminin hiç bir yerine koyamayan, hesaba katmayan bir "bilimsel" dünyada yaşıyor olmamızdır. Bu konuda Dünyayı açıktan ikiye ayırıyorum: Dünyayı değiştiren devrimleri hesaba katıp ona hazırlıklı yaşayanlar ve devrimleri hesaba katmayıp onlara inanmayanlar. (Ben bu ikinci kategoriye şimdi kısaca "Muhafazakarlar"demek istiyorum).
Muhafazakarlar, devralıp muhafaza ettikleri şeylerin daima aynı kalacağı varsayımına göre yaşarlar, ona göre düşünürler ve ona göre "gelecek tahminleri"nde bulunurlar. Ama tarihten ve doğadan bildiğimiz kadarıyla, hayat, ille de belli kurallar dahilinde işlemez -hatta mantıklı bile değildir. Muhafazakarlık, bizim "Normallik" dediğimiz şeyi/düzeni kuranların da devrimler olduğunu hiç hesaba katmaz. Muhafaza edilen her betonlaşmış sistemin sonunda bir devrim bulunur, sistem yıkılır ve bunu hesaba/kitaba sığdıramayan bilimsel dünya analistleri de o devrimlerle birlikte giderler. Devrim, adı üzerinde, "önceden kestirilemeyen büyük değişim/dönüşüm" demektir, etkisi de bu bilinmezliğinden gelir. Devrimlerin gücü, daha öncesinde yaşanan şeylerden tamamen farklı olmasındadır. Burada, klasikkeşmiş (sosyo-ekonomik) "Devrim" tanımının dışına çıkmak istiyorum elbette. Bilimin aslında bu konuya ne kadar yabancı olduğunu anlamak için, adında "Devrim" bulunan kitapları incelemek bile oldukça tatminkar sonuçlar verebiliyor! Mesela sadece yarım saatimi almasına izin verdiğim "Die großen Revolutionen der Welt" (Dünyanın Büyük Devrimleri) adlı kitapta, İngiliz ve Fransız devrimlerinden "Sırp Devrimi"ne (1804), oradan Ekim Devrimi'ne (1917), "Kırgız Lale Devrimi"ne kadar (2005), sadece kapitalizm devri sosyal devrimlerinin anlatıldığını, kitabın yazarı da (3) pek farketmiyor görünüyor! Devrimin sadece toplumsal bir şey sayıldığı devir, aynı zamanda "Devrim" sözcüğünün/kavramının bugünkü anlamda icad edilip kullanıldığı devir olduğundan, önce bu kavramın tarihine kısaca bakmakta fayda var.

"Devrim" kavramının icadı...

Bu sözcüğü, bugünün modern dünyasına sokan ilk kişinin Nicolaus Copernicus (Kopernik) olduğundan eminim. Nürnbergli bir doktor olan Kopernik, boş vakitlerinde Matematik ve Astronomi ile ilgileniyor ve öldüğü 1543 yılında Johannes Petreius tarafından yayımlanan "De revolutionibus, orbium coelestium" kitabının başlığında, ilk kez Latince "revolutio" (altını üstüne getirmek) sözcüğünü kullanıyor. Bu lafı, gezegenlerin gökyüzünde dönen yörüngeleri üzerinde yön değiştirmeleri anlamında kullanıyor. Sözcük Astronomiye geçiyor, ilk kez 1688/1689'da İngiltere'deki Cormwell savaşları sırasında siyasi bir anlam kazanıyor ve "Eski güzel düzeni yeniden kurmak" anlamında kullanılıyor, nitekim İngiltere'de Krallığın yeniden inşasını da "Glorius Revolution" diye adlandırıyorlar. Ama "Devrim"in bugünkü anlamda olumlu bir "sosyal/siyasal/ekonomik köklü değişim" anlamında kullanılması, 18'inci yüzyıla has bir ilk.
Sol gelenekten gelenlere yabancı değildir: Karl Marx, ekonomi ve "üretim ilişkileri" konusunda uzun bir düstür çektikten, ve devrimi esasen kapitalizmin yıkılması üzerinden değerlendirdikten sonra, "Böyle altüstoluşları değerlendirirken, bilimin maddi dünyasında olanlarla, ekonomik siyasi dini sanatsal felsefi, kısaca ideolojik altüst oluşlar arasında ayrım yapmalı" diyor (4). Marx, devrimi, sosyal alanla sınırlamıyor. "Devrimler, tarihin lokomotifidir" sözünü mutlaka duymuşsunuzdur. Dünya Sosyalist Hareketinin en güçlü olduğu, ve "Devrimci" kavramının tüm dünyada benimsendiği dönemde Vlamidimir İlyiç Lenin de, (sosyo-ekonomik, siyasi) "Devrim" fikri konusunda bence önemli bir tesbitte bulunuyor ve "Ezilenlerin ayaklanması devrim için yeterli değildir" diyor. "Devrim olabilmesi için, sömürenlerin, eskisi gibi yaşayamıyor ve yönetemiyor olması gerekir. Alt tabakalar eski düzeni artık istemiyorsa, üst tabakalar da eskisi gibi yaşayamıyorlarsa, Devrim o zaman zafer kazanır." (5)

Doğada devrim...

Bu konuda kaynak çok, -ama ben, biraz da absürdlüğü nedeniyle Herbert Marcuse'nin fikirlerine şöyle bir değinip, hemen Yi Ching'deki devrim kavramına geçmek istiyorum. Marcuse, "fiziki dünya" çerçevesinde anlaşılan herşeyi kapsayan bir dünyada, devrim denebilecek fenomeni ararken, kendi kendine örgütlenen sistemlere bakıyor ve tabii organizmaların ortaya çıkışını görüyor. Bu arada kendisinden "Negentropie" terimini de öğrenmiş bulunmaktayım. Bolzmann'ın "düzen kurmak" teorisine uygun olarak "elementar yapıların inşası" diye özetleyebileceğim bir şey. Buradan, çeşitli yapısal örgütlenmelere bakıyor, kristallerin örgütlenmesi de buna dahil. Aseksüel DNA örgütlenmesine bakıyor ve -uzatmayalım- sonunda "Erotik" ve "Cinsellik" konusuna gelip, bu konuyu "Devrim" sayıyor!Konuyla tam da 1968 döneminde ilgilendiği için hiç de şaşırtıcı değil. Cinsel devrim onu da es geçmemiş olmalı (6).Marcuse, doğada Devrimin, bir gerginliğin mutlu bir şekilde gerginlikten kurtulup özgürleşmesi fikrini devrimin asıl özü sayıyor ve bu konuyu cinselliğe bağlaması da hoş aslında. Ama devrim fikrini sadece fiziğe bağlamak da yetmese gerek! Ruh, kalp, aşk falan da lazım. Şaka bir yana, Değişim/Dönüşüm kitabı Yi Ching'deki devrim mantığının "fizik ötesi" haliyle daha kapsayıcı olduğunu düşünüyorum.

Yi Ching'de "Devrim" ( Ge/革 ) kavramı...

Göçebe geleneğinden Çin kültürüne geçmiş olan Değişim/Dönüşüm yasasına nüfuz edebilen Yi Ching'de (7) devrimi ifade eden Heksagram, neşeli "Göl" işareti "Dui" ile ateşin işareti "Li"nin kombinasyonundan oluşur. Burada ana fikir, yaşam kaynağı suyun bulunduğu kuyunun çamurlanmaması ve suyun temiz kalması için yenilenip temizlenmesidir. Burada yaşam kaynağına ulaşmak ana fikirdir. Tabii bu sadece bir yanı. Asıl olan Dui ve Li sembolizmidir. Bu iki işaret, evin iki genç kızını temsil eder. Daha genç olan Dui üstte, daha ciddi ateşli Li alttadır. Bunun anlamı, ikisinin gücünü birbirine karşı kullanmaları demektir. En genel anlamı, Su ile Ateşin çarpışmasıdır. Burada üstün olan Dui (Su/Göl), gençtir, yenidir, neşelidir ve üstündür. Özleri birbirinden tamamen farklı olan bu iki işaret, birbiriyle ölümüne çarpışır, biri diğerini yoketmek ister. Ateş mi suyu buharlaştıracaktır, su mu ateşi söndürecektir. Buradaki işaret Yi Ching'deki "Su" değil, "Göl" işaretidir ve ateş gölü buharlaştıramaz! İşaretin "Devrim" anlamı taşıması biraz da bundandır. İki işaretin diğer kombinasyonunda Göl altta, Ateş üsttedir (o işarete "Kui/睽" denir) ve işaretler birbirlerini yoketmeye çalışmaz, birlikte etkide bulunurlar, çünkü genç kız kardeş üstten almaya kalkmaz, ablasına saygı duyar. Devrim işareti "Ge"de, küçük kız ablasına kafa tutar.
İşaretin iki çekirdek Trigramından üstte olanı Göğü ve Tanrı'yı işaret eden "Kien"dir. Buradan, ablasına kafa tutan neşeli genç kızın Tanrı'nın/doğrunun safında olduğu anlaşılır. Alttaki çekirdek işaret ise "Sun", yani rüzgar veya ağaçtır. Bunun yorumu da, Tanrı'nın devrime gerekli sağlamlığı sağladığı/sağlayacağıdır.
Sembolizm bu kadar. İşaretin yorumu çok daha ilginç, çünkü Çin kaynaklarındaki yorumu, (tıpkı Solcuların yaptığı gibi) toplum ve devlet işleriyle ilgilidir ve sembolizmine bayılırım!
Burada, büyüdükçe derisindeki desenleri değişen bir panter, bir kaplan anlatılır. İki farklı hayvanın adını yazdım, çünkü işaretin altı değişkeninde bu iki hayvana (ve ilkinde bir ineğe) atıfta bulunulur. İşaretin merkezi beşinci Yang, "Büyük adam bir kaplan gibi değişir / Yi Ching'e danışmadan istikametini bulur" der. Beşinci Yang, Ateş'in gözünde durduğundan, kaderinin ne olduğunu bilen birine işaret eder. Burada "Beyaz" renge atıfta bulunduğundan, Türk/Göçebe geleneğinde bunun "Dünyanın Batısı" anlamına geldiğini biliyoruz. İstikameti Batı'dır. Buradaki Yang bir de Göl işaretinin merkezinde durduğundan, "Sonbahar" anlamına da gelir. Hayvanların tüyleri sonbaharda uzar. Göçebeler devrim kavramını o yüzden bununla ilintilendirmiş olabilirler.
Devrim işaretinini Hükümdarlık edecek kalitedeki insanlara anlatan yorumcu, burada her zaman bir uyarı yapar, o da şudur: "Zorunda kalmadıkça sakın devlet/yönetim biçimini değiştirme." Buradan, yorumların siyasi yanını da görebiliriz.
İşaretin bütününün yorumlanmasında, (işaretin optik/reel yorumu) günümüze kadar ulaşan ana metinde iki kısa cümle yer alır:
"Gölde ateş, Devrimin işareti. Asil Ruhlu olan zaman hesabını yapar ve zamanları açıklığa kavuşturur."
İşaretin en genel yorumu anlamında da eski versiyonda şu cümleler yer alır:
"Devrim. Kendi gününde sana inananları bulacaksın. Yüce zafer, bıkmadan çabalamaya devam etmek sayesinde. Pişmanlıklar yok olur."
Yorum metinlerinde, devrimi yapacak olanların, hem halkın güvenine sahip olması, hem de devrimin zamanını bilmesi gerektiği söylenir. Burada, mutlaka doğru olmak, yapılanlar konusunda halkı aydınlatmak gibi uyarılar bulunur. Bence en önemli uyarı, "Sakın ha kendi çıkarın/kariyerin için davranma" uyarısıdır. Devrim, belli kariyerist şahısların çıkarları için yapılan bir şey olduğu anda bozulur. (Devrim) "Mutlaka halk için olmalıdır". Eğer bu şartlara uyulursa, "Devrim'de yaşananlardan pişmanlık duyulmaz."
Devrimlerin süreklilik arzettiği ve yaşamın doğal bir parçası olduğu da, burada vurgulanan mevsim değişklikleridir. Her mevsim bir diğerinden çok farklıdır ve birinden diğerine geçiş doğaldır.

Dipnotlar:
1. Nassim Nicholas Taleb, "The Black Swan. The Impackt of the Highly Improbable." 2007, Önsöz.
2. Konstantiniye Notları, "Aykırı düşünmek ve cesaret hakkında." 2013. (tıklayınız).
3. Jürgen Nautz, "Die großen Revolutionen der Welt." 2011.
4. Karl Marx, "Die Kritik der Politischen Ökonomie" (Ekonomi-politiğin Eleştirisi) 1859, Önsöz.
5. Wladimir Iljitsch Lenin, "Der 'Linke Radikalismus', die Kinderkrankheit im Kommunismus" (Sol Komünizm, bir çocukluk hastalığı) 1920
6. Herbert Marcuse, "Konterrevolution und Revolte" 1973.
7. I Ging (Richard Wilhelm çevirisi) 1924.