Çalışmaya Karşı Manifesto / Ölü emeğin hükümdarlığı

Krisis grubunun "Çalışmaya Karşı Manifesto"su çevirisini, bir önsöz eşliğinde bir kitapçık olarak okuyabilirsiniz. Birinci bölümün elden geçirilmiş versiyonunu sizlerin bilgisine sunuyoruz. 

 1. Ölü emeğin hükümdarlığı

Topluma bir ceset hükmediyor -'Ücretli emeğin cesedi. Dünyanın dört bir yanındaki bütün güçler, bu hükümdarlığı savunmak için birleşmişler: Papa ve Dünya Bankası, Tony Blair ve Jörg Haider, sendikalar ve işverenler, Alman çevrecileri ve Fransız sosyalistleri. Hepsinin anladığı tek slogan: Emek, emek, emek!

Düşünmeyi henüz unutmamış olanlar, bu tavrın ne kadar temelsiz olduğunu kolayca anlarlar. Çünkü ücretli emeğin hükmü altındaki toplum, geçici bir kriz yaşamıyor, kendinin en son kesin sınırlarına dayanıyor. Mikro elektronik devrimin bir sonucu olarak, katma değer üretimi, ille de işgücü kullanmak zorunluluğu çarkından çıktı -hem de, şurada birkaç onyıl öncesine kadar sadece bilimkurgu tarafından hayal edilebilecek ölçülerde. Bu gelişme sürecinin duracağını, hatta tersine dönebileceğini artık hiçkimse cidden iddia edemez. 21'inci yüzyılda "işgücü, emek" adlı metanın daha çok satılma ihtimali ne kadar yüksekse, 20'inci Yüzyılda "atlı posta arabası" adlı ürünün satış grafiğinin yükselmesi ihtimali de o kadar yüksekti. Ama bu toplumda kendi iş gücünü satamayan kişi “lüzumsuz” sayılıyor ve sosyal çöplüğe atılıyor.

Çalışmayan, yemek de yemesin! Bu utanmaz, alaycı ilke hala geçerli -ve anlamını umutuzca yitirdiği için, bugün her zamankinden daha geçerli. Absürd olan şu: Tam da ücretli emeğin gereksiz hale getirildiği bir zamanda toplum, asla bu kadar yoğun bir iş toplumu haline gelmemişti. 'Ücretli emeğin', tam da ölüm döşeğindeyken, yanında ikinci bir Tanrıya tahammül edemeyen totaliter bir güç olduğu anlaşıldı. Ücretli emek, günlük hayatın ve ruhun en ince kılcal damarına kadar düşünceyi ve düşünceye göre hareketi belirliyor. Ücretli emek putunun hayat süresini suni bir şekilde uzatabilmek için hiçbir masraftan kaçınılmıyor. O paranoyak “Meşguliyet” çığlığı, bilinen en uzun süreli 'doğal kaynaklar tahribatı'nı adeta özendiren geçerli gerekçe sayıyor. Çalışılabilecek birkaç sefil “iş yeri” ihtimali için, toplumun bütünüyle komersiyel hale getirilmesinin önündeki son engellerin de eleştiriye tâbi tutulmadan ortadan kaldırılmasına izin verilmeliymiş! Ve 'Hiç işi olmamaktansa her hangi bir işi olmak iyidir' cümlesi, herkesten inanarak söylemesi beklenen bir kelime-i şahadet cümlesi haline geldi.


Ücretli emek toplumunun tartışmasız sonuna gelindiğinin anlaşılamaması imkansızlaştıkça, iş toplumunun sonuna gelindiği de o ölçüde toplumsal bilinç altına itiliyor. Duyguların bastırılması için kullanılan metodlar ne kadar farklı olurlarsa olsunlar, ortak bir paydaya sahipler: 'Ücretli iş'in, dünya çapında bir gerçek olarak kendi kendinin irrasyonal varlık amacı haline geldiğinin ortaya çıkması, kendini işlemez hale getirmesi; takıntılı bir çılgınlık sistemi inadıyla, bireylerin, kurumların veya iş alanlarının, kişisel veya kollektif başarısızlığı olarak yeniden tarif ediliyor. Ücretli emeğin objektif son sınırı, sistemdışı kalanların kişisel sorunu gibi görünmeliymiş!

Bazıları için işsizlik; aşırı taleplerin/isteklerin, üretici-çalışmaya hazır olmamanın ve buna ayak uyduramamanın bir sonucu sayılıyor, bazıları da “kendi” firma yöneticilerini ve politikacılarını kabiliyetsizlikle suçluyor; rüşvetçilikle, aşırı kazanma hırsına sahip olmakla ve firmaların merkezlerini başka ülkelere/bölgelere taşımakla suçluyor. Ve sonunda hepsi, Almanya'nın eski Cumhurbaşkanı Roman Herzog ile aynı fikirde buluşuyorlar: Bütün ülkede "işe şöyle bir asılmak”, omuz vermek gerekir! Sanki konu, bir futbol takımının veya siyasi bir tekkenin motivasyon sorunu. Hepsi de “bir şekilde” var güçleriyle, çoktan işlemez olmuş o makine kayışlarına koparırcasına asılmalı, artık girişecek bir iş olmasa da (veya sadece saçma sapan işler olsa da) “bir şekilde” var güçleriyle işe girişmelidirler. Bu Kutsuz Tebliğin sözümona metni de, kuşkuya mahal bırakmayacak şekildedir: Herşeye rağmen emek-putunun inayetine sığınmayanlar, kendi etmiş kendi bulmuşlar demektir ve böyleleri, iç rahatlığıyla devreden çıkarılabilirler veya defedilebilirler.

İnsan kurban etmenin aynı yasası, bütün dünya çapında geçerliliğini sürdürüyor. Ülkeler birbiri ardından, iktisadi totalitarizmin dişlileri arasında ezilip parçalanıyorlar ve bununla daima sadece bir tek şeyi kanıtlamış oluyorlar: Piyasa yasaları denen şeyin içinde tükenildiğini. Kim kayıplara kulak asmadan, kayıtsız şartsız bütüncül kör bir rekabetin gidişatına “uyum” sağlamazsa, kârlılık/yararcılık mantığı tarafından cezalandırılacaktır. Bugünün umut vaad edenleri, yarının iktisadi ıskartası/çöpüdür. Hakim ekonomi pikozunun etkisindekiler, çarpık dünya tariflerinin en ufak bir şekilde sarsılmasına izin vermiyorlar. Dünya nüfusunun dörtte üçü, az ya da çok sosyal çöp ilan edilmiş bulunuyor. Ekonomi “bölgeleri” birbiri ardına çöküyor. İflasları oynayan “Gelişmekte olan ülkeler”in ardından ve dünya iş toplumunun doğudaki devlet kapitalisti kompartımanının ardından, piyasa ekonomisinin Güneydoğu-Asya'daki örnek talebeleri de çöküş fırtınasında kayboldular. Avrupa'da da sosyal panik, çoktan yayılmaya başladı. Hüzünlü görünümleriyle siyasetin ve firma yönetimlerinin şovalyeleri, ücretli emek putunun adına, açtıkları Haçlı Seferini daha da büyük bir inatla sürdürüyorlar.

Herkes kendi işiyle/çalışarak yaşayabilmeli sözü, konulmuş temel ilkenin adıdır. Buna göre, yaşayabilmek denen şey, iş şartı ile mümkündür ve bu şartın yerine getirilmemiş olması gibi bir hak bulunmamaktadır.
(Johann Gottlieb Fichte, Bilim öğretisi prensiplerine göre doğa hakkının temel ilkeleri, 1797)