Mutluluk ve mutluluk vaadeden kötülük. İki farklı yaşam alanı



Yaşamda mutluluk en önemli amaç mıdır? İnsan neyin peşinde koşuyor, ne için, neye ulaşmak için kötülük bile yapmayı göze alabiliyor? Legitim/helal/meşru hayat mücadelesi/çabası ile Kötü/haksız/gayrımeşru (haketmediğini) gasp etmek türleri arasındaki fark nedir? Günümüzde insanların, 'Mutluluk' denen şeyi farklı farklı tarif ettiklerini biliyoruz. Mutluluk duygusunun biyolojik tarifi de aşağı-yukarı bellidir. Mutluluğun mental yanını tarif ederken -"bilim"in de dışlamayıp kabul ettiği bir dil kullanacaksak- galiba şöyle diyebiliriz: 'Mutluluk, bütünün (tevhidin/yücenin) ruhsal tadının bir nebze de olsa alındığı, ona dokunulduğu andır' (onunla ilgilidir). Mutluluğun 'yarısının Fikir, yarısının da Görüntü' olduğu tesbitini de unutmayalım. (Yukarıdaki tarif için bkz.: konunun uzmanı bilim adamı Mathias Schreiber'in "Das Gold in der Seele, die Lehren vom Glück" 2009 adlı kitabı)
Konuyu irrasyonal açıdan da anlamaya çalışmak amacıyla, 'Mutluluk' ve 'Mutluluk vaadi' arasındaki önemli farka dönüp, onun kutsal kitaplardaki ifadesine örnek verebiliriz. Yahudi-Hristiyan-İslam geleneğinden bildiğimiz kadarıyla, şeytan, Cennet'teki Adem ve Havva'ya bir vaadde bulunur, "Tanrı gibi olacaksınız" der (yani
'Eritis sicut Dii'). Eski Ahit'in 'Yaratılış (3.) bölümündeki o kısa ama anlamlı bölüm çok önemli görünüyor.
İnsanlara meyvelerinden yemeleri yasaklanmış 'Ağaç' hakkında yılan, Havva ile konuşur. Havva, 'Tanrı o meyvadan yemememizi söyledi. Yersek ölürmüşüz' der. yılan ise, 'Hayır' der. 'Ölmeyeceksiniz. Tanrı'nın bildiği: Ondan yediğiniz gün gözlerinizin açılacağıdır, Tanrı gibi olacaksınız
, iyi ile kötüyü anlayacaksınız (ayırdına varacaksınız)'. Bu vaad, bir 'Gibi olmak' vaadidir, yani bir şeyin taklidi, sahtesi, ılımlısı, dandiği olmak! Kutsal kitaplarda, vaadde bulunan yılanın 'insanı mutlu edemedeği', böyle bir özelliğinin olmadığı (Yeni Ahit Romalılar bölümü 19-25) anlatılır. Diğer bir özelliği de 'ileriyi görememesi', yani köstebekten bile daha miyop olmasıdır (Yeşaya 41.21-24). Bu "akıl" türünün sadece 'kurnazlık'tan ibaret olduğunu daha önce yazmıştık. Değil "Tanrı gibi" olmak, Tanrı'yı örnek almanın bile, 'İyi ile kötüyü birbirinden ayırmak'la (yani tevhidi ortasından ikiye bölmekle) ilgisi olamaz. Bütün eski kültürlerde ve dinlerde istikamet ayrıştırmak değildir, bütünleştirmektir/tevhiddir. Burada sözkonusu olan 'gözlerin açılması' durumu, -belki insanların o ilk dönemleri itibarıyla sorumluluğuna henüz hazır olmadıkları -bir tür düalizm idi. (Mesela bilime temel olan seküler Sıfır-Bir sistemi gibi, ama 'Yin-Yang sistemi' gibi değil). İnsanların, bu sorumluluğa bugün bile hazır oldukları şüphelidir... (Teknoloji "sayesinde" dünya betona kesmiş, atmosfer kirlenmiş, dünyadaki yaşam koşulları tarihte ilk kez ortadan kalkma tehlikesiyle karşı karşıya, gen teknolojisi yaradılışın temel kodeksini tehdit eder olmuş, insan nüfusu inanılmaz boyutlarda artmıştır vs.) O bilgi (bilim) için gerekli olgunluktan yoksun insan, kendi yaşam alanını, atmosferi tehdit eder hale gelmiştir. Kutsal kitaplarda anlatıldığına göre, (ateşten yaratıldığı söylenen) yılanın bir özelliği de şudur: 'Havayı kirletip zehirler, ölüme yol açar' (Efesliler 2.2).
Buradan, Kötünün doğası ile ilgili çıkartılacak en temel özellik, herhalde, onun sağlıksız bir düalizm sonucu yaşam bulduğu, insanı da buna alet ettiği gerçeğidir. Bu hastalıklı ayrım (düalizm), aynı zamanda, 'Kötüye göre iyi' kavramını da ortaya çıkarmaktadır -ki, tuzağın hası gibi bir şeydir. Bir kere, 'İyi' kavramı özünde, bu dandik iyi-kötü ayrımı ötesi kapsayıcı bir Tanrısal tevhid/birlik anlamı içermektedir ve bir yüksek/mutluluk hissiyle birlikte düşünülebilir. Farkı anlamak kolaydır: Uyduruk, yani "ılımlı" bir 'iyi' tarifinin kendini anlatabilmesi için mutlaka 'kötü'ye ihtiyacı vardır. İyi tarifinin aslı ise ancak bu iyi-kötü ayrımının aşılmasıyla (yani kötünün ve onun tarif ettiği "iyi"nin) aşılmasıyla yerine oturur -ve belki o "iyi" kavramına da ihtiyaç kalmaz o zaman. (Ayrıca kutsal kitaplara göre o "şey" belki mutluluk vaadedebilir ama asla mutluluk veremez. -Çünkü mutluluğun temel ilkelerine terstir. Mutluluk, kutsal kitaplarda da sadece Tanrı'yla ilgili bir kavram olarak görünür)
Doğu'da da Batı'da sağlıklı düalizm türleri varolmuştur. Dao öğretisinde, Eski Orta ve Güney Amerika öğretilerinde, ve elbette Asya'nın göçebe kültüründe, Hindistan'da, sağlıklı bir düalizm vardı. Bizim konumuz, sistemli kötülüğe yaşam alanı açan -ve bu bölgeden dünyaya yayılmış olan- sağlıksız düalizm türüdür.

Kötü'nün temel yasasına ve insanın 'kötülük alanı'ndaki gezintisine kısaca bir göz atalım:
Kötülüğün aslı -yani derin kötü "şey"in öğretisine tekabül eden türü- bilinçli bir şekilde bile-bile kötülük yapmak ve buna (mesela "kutsal") bir kılıf uydurmakla ilgilidir. Mesela insanları, onların dini duygularını kullanarak sistematik bir şekilde soymak/aldatmak/vs. böyle bir şeydir. (Bunu yapan, aldatıp soyduklarına bir de yukarıdan bakar, onları aptal sayar, çünkü iyi insanlar böyle "cinlik" yapamazlar) Bu "şey"in öğretisinin temel ilkesi, kısa bir cümledir: "Canın ne istiyorsa onu yap (-bunu gizlemek için de, gerekirse, yaptığına uygun/iyi bir kılıf bul)" (bu yasayı yazan lanetli kaynağı burada anmayacağız, ama kötünün temel yasasının orijinal sözlerini buraya alacağız: "liber al vel legis", "ne istersen yap!") Kişinin böyle "istediğimi yapar, sonra ona bir kılıf bulurum" mantığıyla davranabilmesinin ilk temel nedeni, Yaşayan Tanrı'ya inanmaması, O'nu görüp hissetmemesi, daha da önemlisi, bu bağlamda kötülük yapmaktan (bu nedenle) rahatsız olMAmasıdır -çünkü kendisine (Ego) ve "bilgisine" (bilim) güvenmektedir!.. İkinci nedeni, yapılan her işin/müdahalenin -varoluşun genel konteksinde- bir karşılığının olduğunu bilmemesi ve mesela yaptığının gizli kalacağını sanmasıdır (hiçbir şey gizli kalmaz). Bu, onun, bütünden/tevhidden/yüceden uzak kalmasıyla, uzak olmasıyla ilgilidir. Ve Tanrı'dan bu kadar uzak kalabilmesinin, dinle ilgilenmesine rağmen O'na yaklaşamamasının temel nedeni de, Tanrı'yı sadece SÖZ üzerinden tanımaya çalışmasıdır (ama tanıyamamasıdır).

Başa dönelim... İnsan bilinçli kötülük yapabilmektedir çünkü:
A. Buna cevaz veren, bunu tolere eden hatta ödüllendirebilen bir sosyal sistemde yaşamaktadır.
B. Bu sistem, insanı -özgürlük diye tanımladığı- (Tanrısal/kutsal/yüksek kurallara) itaatsizliğe özendirmektedir.
C. Sistemin kurduğu "değer" yargıları -ve 'Ego' merkezli düşünmek- nedeniyle (modern/mesleki statü, para/pul/mal/mülk statü vs. bakımından) insanları "bir yolunu bulup" sistem içinde yükselmeye zorlamaktadır. Bu zorlamanın nasıl olduğu/olabildiği, bunun için insanların üzerinde nasıl sosyopsikolojik baskı kurulabildiği önemli. Çünkü bu faktör aynı zamanda bir mutsuzluk nedenidir. (Bu işlev sonucu, birkaç yıl içinde parasının miktarını bilmeyen "Müslüman" zenginler ortaya çıkıvermektedir)
Kötülüğün toplum içinde daha da kök salıp -bugün olduğu gibi- korkunç vahşet boyutları da sergilemesini ve şiddetin artmasını önlemenin ilk üç reel şartı da buradan çıkarılabilir:
1. Din/inanç/kutsallığın ve yüksek insani değerlerin gerçek yerine oturtulması, saygınlığının yeniden sağlanabilmesi için para/mal/rant/iktidara alet edilmesinin kesinlikle önlenmesi gerekir ve bu konuda adaletin işletilmesi şarttır. En kutsal şeylerin bile sadece kişisel çıkara göre (Ego!) "kullanılacak malzeme" haline betirilebileceği fikrinin yaygınlaşması, toplumda vahşetin yaygınlaşmasına yol açar, tarihde de hep açmıştır. Çünkü sahici değerlerin altının oyulduğu böyle ortamlarda, sosyal bazda yerleşen/güçlenen temel fikir 'Bencillik' (Egoizm) olmaktadır. (
'Ego', Eski-Yunanca bir sözcük... -Konuya döneceğiz) Yüksek/kutsal/Tanrısal özellikler, bencilliğin zıddı bir anlayışı geliştirir, toplumda yardımlaşmayı, iyiliği, (tarafsız) adaleti yerleştirir. İyi ile kötünün özelliklerine, meleklerin özelliklerini kıyaslayarak değinmiştik. Kutsallığın hele böyle dindar olduğunu iddia eden "dinciler" tarafından "din adına" (bilmeden veya bilerek) tahrip edilmesi, asla bağışlanamayacak türde bir süzme aptal kötülük örneğidir.
Kutsal yasaları kendi çıkarına göre eğip bükebilen mantığın "gelitirdiği" cahil bencilleşmesinin önemli diğer sonucu, bir tür bütünden/gerçeklerden kopma özelliğidir. Kendisi için, diğerlerinden farklı bir adalet uygulamak. Her haltı yemek ve bunu kendi meşrebine/çevresine/cemaatine/vb -sırf onlardan olduğu için- kabul ettirmek, ama aynı haltı başkası yiyince bunu suç saymak! Ve aynı cemaatten olanların da bunu "normal" kabul etmesi. "Kendine Müslüman" bir adalet kurmak, Tanrı'nın Savaşçı Baş Meleği Mikael'in adında taşıdığı o sorunun muhatabıdır:
'Sen ne hakla Tanrı gibi olmaya kalkarsın', (nasıl yüce yasaların ötesinde kendi çıkarına uygun yasa koyarasın?)'
2. Bugün esasen kapitalizm tarafından yükseltilen, "paran varsa adamsın" mantığının kararlı bir şekilde iki aşamada değiştirilmesi... İlk aşama, "Bu parayı nereden buldun?" sorusudur. Birkaç yılda Karun olanların hepsi bu sorunun altında kalacaklardır. Ve hepsi, zebilane bardağı gibi adaletin karşısına dizileceklerdir. İkinci aşama, insanların parasına/malına göre değil, insani kalitesine/yeteneğine/tecrübesine/yaratıcılığına vs. göre değerlendirilmesidir. O zaman, "mühim zat" diye utanmadan ekranlarda/meclislerde/vs arz-ı endam eden ne kadar insan müsveddesi varsa, göz önünden çekilecektir. Bu aşama, bütün dünyada yaşanacak, gelen aşamadır -cidden düşünülmektedir ve böyle olmak zorunda kalacaktır.
3. İnsanlara, kendi sahici yüksek kaliteleri temelinde yükselebilme özgürlüğü ve fırsat eşitliğinin mutlaka tanınmasıdır. Ve insanların 'Haysiyetleri'ne koşulsuz saygı ana fikir olmalıdır (insan hakları falan bundan sonra gelen bir modern zaman güzellikleridir).
Burada, yeniden o sağlıksız düalizme geri dönebiliriz. Bu düalizm anlayışı, sadece iyi-kötü ayrımından ibaret değildir. Birçok ayrım, yani toplu zıt ayrımlar fikridir. Ve birbirini tamamlayan değil, birbirinden ayrı düşünülmüştür. Bir bütün olarak tedavülden kaldırılması gereken asıl 'kötü', bu 'iyi-kötü' ayrımı türüdür.
Bu üç temel üzerinde, birçok şey başlayabilir. Kötünün etkisini artırmasını önlemek, bu bazda mümkün görünüyor. (Tabii biz "etkisini yitirmesi"yle yetinmeyip, onu bütün "dindar" ve "dinsiz" müritleriyle birlikte yeryüzünden ve tarihten silmeyi düşünüyoruz!) O halde şimdi dünyada da karşılık bulan bu üç temel ilke yayıladursun (-ki yayılmaktadır), daha sonraki aşamalardan da sözedilebilir.
Bu bozuk mental temelin kendini sürekli yeniden üretmesine yatkın bir para/iş/petrol düzeninde yaşayan -ve onun normlarını eleştirmeden aynen benimseyen- insanın, Yaşayan Tanrı'ya yaklaşamaması kolay değildir... Ama insanın (en başta) kendini bulabilmesi için Yaşayan Tanrı'ya yaklaşması gerekiyor. Bunu, 'Birşeyler hissetmek' diye de özetleyebiliriz. Bu konu en başta Güzellik/Sanat/Kültür ve -karşılık bulmasa da- iyi insan olmanın şartlarını yerine getirmek falandır. İkinci aşama, hem bu ilk aşamayla hem zaman kalitesiyle hem de spiritüel kalitenin artırılıp derinleştirilmesiyle ilgilidir.
Her haltı yedikten sonra veya yemeye teşne olduktan sonra, Tanrı'nın gazabından korunmak için (sadece kuru bir "acaba" korkusuyla, "ya Tanrı varsa" korkusuyla) kutsal kitap ezberleyip din manyağı olan beşer türü, önemli bir konudur, çünkü çok günceldir. Bu tür beşer, "Saf sözel ruhsuz insan türü"nün daha kötü, daha korkak ve bu nedenle daha "dindar" (yani dinci) kesimini oluşturuyor. Tanrı'nın gazabına karşı "O'nun sözleriyle O'na karşı kutsal sözel tedbir almak!", zır-kötülüğün
zır-salaklığıyla ilgili trajikomik bir olaydır ve buna merhamet falan göstermek için en ufak bir sebep bulunmamaktadır. Ateş/petrol/katran/zift/asfalt/beton "kültürü"nün bu en düşük beşer türü, derin kötülüğün "temel yasası"na göre yaşayıp, buna bir de dinsel söylem/tarz/sembol kılıfı dikmektedir. Hem de dini/inancı/kutsalı kötünün aracı haline getirerek kirletmektedir. İnsanları kutsaldan/iyiden soğutmakta, onlara olan inancı fena halde aşındırmakta ve sürekli/yeniden derin kötülük üretilmesini sağlamaktadır. Yani bu beşer türü, derin kötülüğün yasasına göre yaşayıp kendine dinsel kılıf seçMEyen diğer beşer türünden çok daha kötüdür. Çünkü iyiye/kutsala olan inancı diğerlerinden daha çok/yaygın/derin bir şekilde aşındırmaktadır ve vahşeti/bozulmayı/şiddeti artırmaktadır. "Dindar" derin kötülük türüne yakın yaşayanlar, düşük seviyeleri nedeniyle, (daha sonra inceleyeceğimiz dindar olmayan "sistemli kötülük"ün) ancak kraldan çok kralcısı olabilmekte, ancak Müslüman/Hristiyan misyoneri, aktivisti, yeni zengini, salağı ve ayakçısı olabilmektedir. Ama derin kötülüğün tercih ettiği ("arzuladığı"/hedeflediği) en "makbul" insan türü, bu bozuk "dindar" beşerdir.

'Mutluluk', insanın ulaşmayı hedeflediği ve bunun için 'kötülük yapmayı bile göze alabildiği' bir durum olduğundan üzerinde durmak gerekiyor -elbette bu konuda yazılmış sürüsüne bereket "evlilikte mutluluğu yakalamanın yolları" cinsinden kitap da var. Biz böyle yanların özel olduğunu düşünüyor ve ilgilenmiyoruz. Burada aslolan, herkesin kendisinin özgürce kendi mutluluk resmini çizmesine önayak olabilecek bazı ilkeleri konuşmak ve bunların irrasyonel dayanaklarına da dönüş yaparak -birbirini tamamlayan/besleyen- bir bütün oluşturmalarını hedeflemekten ibarettir.

Mutluluğun tarifi tek tek insanlara sorulunca genellikle çok özel oluyor (ve bir genelleme yapmayı engelliyor) gibi görünse de bazı genellemeler yapılabilir. Mutluk galiba iki türlü: Şartlı mutluluk ve şartsız mutluluk. Günümüz koşullarında daha çok şartlı mutluluk sözkonusu. Ama hedef: Şartsız mutluluk.

Şartlı mutluluğu anlamaya çalışmak, şartsız mutluluğu anlatmaya çalışmak açısından gerekli. Buradaki 'Şart'ı kısaca, 'Ego' diye de özetleyebiliriz. Mathias Schreiber, mutluluğu anlatırken, 'kabul görmek' koşulu üzerinde duruyor. Başkaları tarafından kabul görmek, kabul edilmek.. Bunun da yetmediği, kabul eden kişilerin, kabul edilen tarafından da 'kabul etmeye yeterli kalitede' insanlar sayılması gerektiği üzerinde duruyor. Mutlu olmak için 'unutabilmek' edimine sahip olmak da lazım mesela. Bazı şeyleri unutabilmek. Parayla saadet konusu üzerinde de duruyor. Parayla saadet olmaz saptamasını burada da görüyoruz, ama zaten parası olanlar daha çok kazanınca mutlu oluyorlarmış (Para bitince, kaybedince? O zaman mutsuz mu oluyorlarmış?). Araştırmalar, çok parası olduğu halde çevresi tarafından kabul görmeyenlerin mutlu olamadığını gösteriyor. Seneca'nın, 'İnsan kendi doğasıyla uyum içindeyse mutludur' sözünü ise üzerimize alınıyoruz. Bu ne demek?
Yani: İnsan hem kendi -kişi olarak- doğasına uygun yaşamalı, hem de bir insan olarak, insan olmanın doğasına uygun yaşamalı. Bunun sosyal düzenle ilgili 'gerekli yanları' bir yana (bunları konuştuk), kişiye özel yanına dönecek olursak: Burada kısaca Ego üzerinde durmak zorundayız. Schreiber, Mutlu olabilmek için "güzel duygular uyandıracak" haller'den bahsediyor. (age.)
Şartlı mutluluk hakkında kafa yoranlardan Bertrand Russel (1872-1970) içine kapanıklığın mutsuzluğa neden olduğu, insanın kendi dışındaki şeylerle ilgilenmesinin onu mutlu ettiği üzerinde duruyor. "Herşeye ilgisi olan insan mutludur" diyor (peki neden herşeye ilgisi oluyor da mutlu oluyor?) Bu ilginin gerçek olması -yapay olmaması- gerektiğini söylüyor. ("The Conquest of Happiness" 1930)
MÖ 1. Yüzyılda yaşamış Marcus Terentinus Varro'nun 288 mutluluk tarifi olduğunu da biliyoruz (Bkz. Schreiber age.). Günümüzde "Mutluluk nedir" diye sorulduğunda verilen yanıtlar arasında en çok duyulanı: "Sağlıklı olmak". İkinci sıra, "kabul görmek"le ilgili yanıtlar. Mesela sevilmek, arkadaşlarıyla zaman geçirmek, aşk, sevgi gibi vd.
Şartlı mutluluğun iki önemli alanı var. Bunlardan biri "tasadüf"e dayalı -ani- mutluluk (birden oluveren birşey sonucu mutluluk), diğeri 'Kalıcı bir mutluluk hali' -ki şartsız mutluluğa daha yakın bir durumu ifade ediyor.
Bir de, zordan/beladan/hastalıktan/vs kurtulmanın verdiği mutluluk var. Elbette daha düşük kalitede ama çok yoğun bir mutluluk (çünkü kötü bir önkoşuldan yola çıkıyor)
Kalıcı ve derin mutluluktan sözederken, burada önce iki mental alanın dengesini gözeten bir mutluluğun söz konusu olduğunu belirtelim. Bunlardan biri ve doğrudan insanın inisiyatifinde olan alan, uyanık/yoğun bir duruşu ifade ediyor. Varoluşsal/sosyal/entelektüel bir gelişmişlik seviyesi gerektiriyor.
Burada, şartlı mutluluk konusunun yılan hikayesi gibi uzayıp gittiğini görüyoruz. Fakat asıl soru şu: İnsan sürekli bir mutluluk içinde mi yaşamalı? Yani reklamlarda, sevinçten hoplayıp zıplayan insanlar görüyoruz, onlar gibi olmak mıdır amaç? Yoksa daha derin, daha başka bir şey mi?
Mutluluk'tan ne anladığımızı yeniden gözden geçirmekte fayda var. Daha doğrusu, koşulsuz derin mutluluğu tarif etmek gerekiyor.
Bu mutluluğun ilk terimi: 'Hayatından ve kendinden memnun olmak' olabilir. İnsanlar arasında yırtıcı bir para/mal/kariyer/itibar rekabeti ateşleyen ve insanların bunlar için kendilerini ve başkalarını paraladığı normları kaldırmak... hayatından memnun olmanın ilk koşulu bu olmalı. (Ruh paralayıcı koşuşturmaya son yani) Bunu nasıl yapabileceğimizi biliyoruz artık. Üstelik bu konuda dünyada ortak bir mantalite de oluşuyor. Bu mantalite, belli sınırları kişi olarak kabul etmek (Ego olarak değil, kişi olarak kabul etmek) ve o sınırlar içinde yaşamayı, mutlu olmayı bilmek (buna geleceğiz). İnsanların Allah vergisi doğal yetenekleri ve kendilerini geliştirerek edindikleri sahici becerilerinin belirleyeceği bir hiyerarşiye saygı göstermek -ki herkes saygı gösterecektir. Ve tabii insan haysiyetine koşulsuz saygı... (Bu, tarafsız bir şekilde adil/iyi/dürüst/nesnel olmak bazında başlamış bir durumdur ve incelerek devam edecek gibi görünüyor)
Kimsenin saygın olmak için mutlaka mal/mülk yığmak zorunda olmadığı bir ortamda insanlar çok daha rahat olacaklardır. Ve tabii kutsal değerlerin -şimdiki gibi- çıkar amaçlı kullanımı mümkün olmayacaktır. Böylece kutsal değerler hak ettikleri saygın yerlerini yeniden bulacaklardır. Bunlar, kuşkusuz çok önemlidir.
Fakat sallapati mutluluk ile kalıcı/devamlı/derin mutluluk arasındaki fark, o 'Şart'tır yani Ego'nun birşeylerle beslenmesidir! (beslenmesi zorunluluğudur)
Şartlı mutluluk birşeylere bağlı olduğundan, sürekli birşeylerin/vaadlerin yerine getirilmesine, mülkiyete vs bağlıdır ve günümüzde para üzerinden işlemektedir. Mutlu olabilmek için o şartların yerine gelmesi beklenir beklenir beklenir... Beklenirken aslolan mutsuzluk olduğundan, çok çabalanır çok savaşılır -ki bir saniye mutlu olunsun (tabii bu arada mutluluğun ne olduğu unutulmamışsa kısa bir süre mutlu olunur, ta ki bir sonraki uzun mutsuzluk periyoduna kadar!). Bu, yılanın insana vaadettiği dandik mutluluktur... (aslında mutsuzluktur -da mutlu istisna anları vardır)
Şartsız mutluluk, zaten mutlu olunan bir durumdur, bunun için -eğer ille de gerekiyorsa- çerez babında birşeyler de bulunabilir mutluluğun yanına -ve tabii güzel, hoş şeylerdir bunlar. Öyle olması gerekir. Mutlu bir göz/kalp/ruhla bakılır ve görülür... Bunun için -mesela- kendini unutup bakmak.. bakmak.. bakmak gerekir. Üşenmeden bakmak... Görmeye başlayan, zaten mutlu olur ve mutlulukla bakmak birbirini besler, bu böyle sürer gider. Ama 'Ego'ya dönüş yapılıp 'Ben ben ben' diye sayıklamaya başlayınca birşey görülmez (Belki görüldüğü sanılır). Ego ile Egosuz Kişiliği ve Bedeni barıştıran bir bakış açısı benimsemek, başlangıç için en doğru yaklaşım olacaktır. Burada önem sırası elbette: Egosuz Kişi, sonra Beden, sonra Ego olmalı.
Mutluluk vaadeden kötülüğün temel ilkesi "bireysel özgürlük"tür ve bunu sağlamak için paraya bağımlı olmak gerekir (başka türlü olmaz zaten). Şartlı olduğu için mutlaka parasal/malsal birşey peşinde koşturmak gerektirir. Bu arada atmosferi mahvetseniz, gene de mutlu olamazsınız, çünkü sonsuz/doyumsuzdur. "Bireysel özgürlük" yalnızlaştırır aynı zamanda. Ayrıca bu "mutluluk" türünde, mutluluk, diğerlerinin derin mutsuzluğuna da bağlıdır. İnsana hergün "Mutluluk" diye anlatılan, sadece şartlı mutluluktur. Sembol cümlesi şudur: "Şundan bundan dolayı mutluyum" Düzen de şartlı/doyumsuz mutluluk arayışına (ama bulamamayışına) göre işlediğinden, herkes diğerine yaranabilmek, birşeye sahip olabilmek, vs. için veya diğerlerinden üstün görünebilmek için olmadık taklalar atar. Kalıcı gerçek mutluluğun yaygınlaşmasını sağlamanın ve sağlamlaştırmanın temel şartı, sistemin yeni mutluluk biçimine döre yeniden tanzim edilmesidir. Ve, kalıcı mutluluk bulaşıcıdır!.. Onu herkese bulaştırmaya artık hazırlanmak gerekiyor!..