Psikoticaret, küresel depresyon ve insan mucizesi






Ekonomik krizi sadece istatistikler, sayılar ve grafiklerle anlatmak, kocaman bir şeyi görmemizi engelleyor: İnsanı... Nasıl sona ereceği henüz belirsiz malum krizin lafı bile, insanlarda büyük bir gerilim yaratmaya yetiyor. Sosyal hayatın esasen para/iş/meslek üzerinden döndüğü, parasız yaşamanın artık pek mümkün olmadığı modern toplumlarda ekonomik kriz, insanları alışık oldukları sosyal çevreden ve hatta sosyal hayattan dışlanma korkusuyla karşı karşıya bırakıyor.

Globalleşme sonrası modern toplumlarda 'özgüvenin tek temel direği', (ücretli) iş üzerinden erişilen parasal çıkarlar ve ona bağlı sosyal statü haline gelmiştir denebilir. İş sarsılınca, önce gelecek korkusu ve depresyon ortaya çıkıyor. Sonra bunların tehdidi altındaki hayatın bir çok alanında, ciddiye alınması gereken önemi bozukluklar zuhur ediyor. İşte o bozuklukların başında da; Parasal/ekonomik bağımsızlığı ve parasal zenginliği herşey sayan egoist bir vicdansızlık geliyor. Buradan doğan derin vahşeti, son zamanlarda Türkiye'de gözlemlenen benzersiz vahşet/cinayet/katliam örneklerinde görmek mümkün. Dünyadaki bozulmadan Türkiye de nasibini kendince alıyor.


Vahşeti artıran diğer iki faktörden biri, iletişim ve ulaşımın yüksek hızı nedeniyle ortaya çıkan sabırsızlık, ikincisi ve çok daha önemlisi de, dinsel/etik/kutsal değerlerin bu hengame içinde parasal/siyasal çıkarlara alet edilmesi. Onun devamı, 'Pratik hayatta iyiye/kutsala olan inanç ve güven'in hızla azalması oluyor. Böylece, parasal zenginliğin herşey, gerisinin “boş ve yalan” olduğu düşüncesi bilinçaltına yerleşiyor.


Başta endüstrileşmiş ülkeler olmak üzere bu kadar çok insanı meşgul edebilen güncel depresyon ve gelecek korkusu, ticari açıdan oldukça karlı bir 'iş alanı!'
Globalleşme öncesinin endüstrileşmiş ülkelerinde sistem, büyük ölçüde sosyal devletin garantisi altında, ama daha yavaş bir tempoda işliyordu. Önemli olan, bu şartlara uyum sağlayarak yaşamak ve bu çerçevede başarılı olmak idi. İş hayatı ve ona bağlı sosyal kurallara tam uyum sağlayanlar, örnek bireyler sayılıyorlardı. Globalleşme ve mikroelektronik endüstri devrimiyle iyice hızlanan sosyal/iş hayatının dayattığı yeni durum ise çok daha radikal özelliklere sahip. İnsanları büyük bir hızla kılıktan kılığa girmeye, daha hızlı büyüme düşüncesine adapte olmaya, sürekli yeni şeyler öğrenmeye, farklı alanlarda koşuşturmaya, çok kez meslek değiştirmeye, çok dinamik ve aktif olmaya, diğer insanlarla kıyasıya rekabet etmeye zorluyor. Sadece bu hız bile, büyük bir kronik moral bozukluğu, ileriye dönük sürekli bir bekleyiş hali ve statü/iş/tempo kaybetme korkusu anlamına geliyor. Günümüzde başta ABD olmak üzere endüstrileşmiş zengin ülkelerde satılan ilaçların büyük bölümü kalp, tansiyon, ağrı kesici ilaçları değil, nöropsikolojik ilaçlar. 2007'de bu ilaçlardan sadece ABD'de en çok kullanılan on tanesinin cirosunun 16 milyar Dolar kadar olduğu söyleniyor (bkz. Hennric Jokeit ve Ewa Hess'in Alman 'Merkur' dergisi Haziran sayısında yayımlanan “Neurokapitalismus” yazısı). Bu ilaçların en rağbette olan türleri; duygusal duyalılığı, dikkati ve konsantrasyonu artıran, kısmen reçetesiz kullanılabilen ilaçlar. Kullanılma nedenleri, günlük hayatın hızına ve seviyesine yetişememek ve bu acımasız rekabet yarışını kaybetmek korkusu. Yeni nöropsikoloji “endüstrisi”nin ulaştığı boyut ve hızla büyüyen sosyal depresyon, insanlığın kaderini ilgilendiren çok önemli kitlesel/sosyal bir hastalığa işaret ediyor olabilir.

Soru şu: İnsanları hasta eden yüksek tempoya ve dünyadaki yaşamı tehdit eder hale gelmiş (kapitalizme özgü) yaşam biçimine can veren şey, bir düşünce bozukluğu olabilir mi? İnsanlık, artık gizlenemeyen tehlikeli boyutlara ulaşmış bir tür nöropsikolojik hastalıkla mı karşı karşıya? Yoksa sorun, 'nöropsikoloji' gibi sofistike lafların da ötesinde, hatta düşünce biçiminin de ötesinde bir yerde mi?


İnsan beyninin evrim sürecinde önce içgüdüler bölgesinin, daha sonra 160 milyon yıllık tarihi olduğu sanılan duygular bölgesinin (aşık olmanın, bu bölgeyle ilgili bir durum olduğu söyleniyor) ve en son, beynin Neokortex denilen en dış bölgesinin oluştuğu tahmin ediliyor. Dış bölge, bugün kısaca 'makul düşünmek' dediğimiz alanı da içeren ve sadece son beş milyon yıl içinde geliştiği sanılan en önemli bölge. Uygarlık dediğimiz şeyi bu alana borçluyuz. Burası, 'makul düşünmek' ile birlikte, 'bilgelik' ve sanat' gibi kültür ve uyrarlığın özünü de içeriyor. Uygarlıkları yaratan biyolojik altyapının Neokortex olduğu artık sır değil. Fakat bu alanın, beynin sol ve sağını merkez alan iki farklı güşünce tarzından oluştuğu da bliniyor. Bilim adamları, konuşabilen ve 'söz' ağırlıklı sol alanı 'dominant' alan' diye adlandırıyorlar.

Yapılan araştırmalara göre, günümüz insanının yaklaşık yüzde 65-70'isinin kullandığı dominant düşünce alanı, beynin 'söz' ağırlıklı sol bölgesinde. İnsanların sadece yüzde 30-35'lik bir kısmının dominant düşünce alanı sağ beyin bölgesinde. (bkz. Gottlieb Guntern “Im Zeichen des Schmetterlings” 1995, s.36-38)
Bu iki bölge arasındaki önemli fark şurada: Sol alan dil/söz ile analitik ve düalist bir düşünme biçimini esas alıyor. Sözlerini rasyonel bir şekilde gerekçelendiriyor ve detaya odaklanıp onu bütünden ayrı değerlendiren bir üsluba sahip. Bir şeyi bizzat kendi gözüyle görüp ona göre özgürce algılamak yerine, ona söylenene/anlatılana (söze) göre algılıyor. Herşeyi zıt parçalara ayırıp sınıflandırıyor. Zıt parçaları da birbirine göre tarif ediyor. Mesela ruh-beden, iyi-kötü, ekonomi-politika vs. gibi. Mantıklı gerekçelendiremediği, madden kanıtlayamadığı hiçbir şeye inanmıyor. Aksiyona dayanan bir düşünce tarzı bu. Sürekli birşeyler üretmek inşa etmek, durmadan 'iş'lemek istiyor. Dünyayı tek bir perspektiften değerlendirip geri kalan tüm perspektifleri reddetmeye meyilli. İndirgemeci bir tarzı var. Sözünü ettiğimiz zıt ayrımlar olmadan düşünemiyor. Sağ alan, resimlerle düşünüyor, analitik değil holistik (bütüncül) bir bakışa sahip. Ego'ya, egoizme uzak. Düalist değil, yani iyi-kötü ayrımı üzerinden düşünmüyor, dünyaya tekçi/tevhidi bir açıdan yaklaşıyor, olanları sezgisel bir şekilde kavrıyor, sözel açıklamalara gerek duymuyor. Dünyaya kuşbakışı bakabilen bir yaklaşıma sahip. Yeryüzünü, değiştirmesi/sömürmesi amacıyla, ona verilmiş bir koloni olarak görmüyor. Kendini ve içinde yaşadığı çevreyi bir bütün/alan olarak algılıyor ve kendini çevresinden ayrıştırmıyor. Sol ve sağ alanın kendilerine özgü güçlü ve zayıf yanları var. Mesela resimlerle düşünen sağ alan, kendini sadece dış görünümüyle tasavvur etmeye eğilimli. Ama herşeyi sözel rasyonel gerekçelere ihtiyacı olmadan kavrayıp anlayabilmek gibi önemli bir özelliğe de sahip. Kendini, dünyanın/bütünün efendisi, kendinden ayırıp aşağı gördüğü diğerlerinin efendisi gibi görmüyor. Mülkiyeti değil paylaşımcılığı esas alıyor. Sol bölge, bizzat algılanan resimlerin dil/söz üzerinden ifadesiyle ilgiliyken, sözel alanının resim alanıyla bağının bir şekilde koptuğu ve sadece sözel sol alanın geliştirilmesine yönelik pratiklerin esas alındığı anlaşılıyor.

İki alan arasındaki dengenin sağ alan aleyhine bozulması ve sadece sol alanın güçlendirmesine odaklı bir yaşam tarzının/pratiğinin en uç biçiminin, bugünün modern kapitalist yaşam tarzı olduğunu söyleyebiliriz. Beynin sol ve sağ alanı arasındaki dengenin bozulmasıyla, insanlığın artık kendi geleceğini tehdit eder hale geldiği anlaşılıyor. Ve bunun ruhsal alanda sosyal/kitlesel bir depresyona neden olduğu da açık. Bu dengenin sözel düşünce lehinde bozulmuş -bugünkü haliyle-, kendini ilk ifadesi, M.Ö. 9'uncu yüzyılda eski Yunan uygarlığında olmuş sayılıyor. -Güncel/tipik ifadesini bulmasının ise, M.Ö. 6'ıncı yüzyıldan itibaren belirgin bir şekilde gerçekleştiği kabul ediliyor. (bkz. G.F. Parker “A Short Account of Greek Philosophy” 1969, s.39)


Bu iki düşünme biçimini yeniden barıştırıp birleştiren yeni pratikler geliştirmek, bunların sosyoekonomik ifadelerini yeniden tarif etmek ve uygulamak.. Bütün bunlar, aynı zamanda yeni bir uygarlık türünün başlangıcı olmak anlamına da gelebilir. O uygarlığın sırrını uzaklarda, sofistike pratiklerde ve eski/yeni öğretilerde aramanın lüzumu yok. O sır çocuklarda... Çünkü çocuklar, o ruhsal/düşünsel dengeyle doğuyorlar ve biz onları sözel dünyamızın eğitim tornasından geçirip bozuncaya kadar da 'dengeli' bir hayat sürüyorlar. Hayatları o yüzden, tam bir mucize. Mesela apartman tepelerinden bile düşseler, burunları dahi kanamıyor! İşte bu nedenle mucizeler normal sayılıncaya dek, 'insan mucizesi' sadece çocuklar tarafından temsil edilmeye devam edecek!
RADIKAL, 26.6.2009