"Wolfskinder" ve Çocukların Kıyameti

Çocukluk ve tek tek insanların çocukluğu kutsaldır. En bilge ve en insancılından en aşağılık katiline kadar herkes çocuk olmuştur ve çocukluğun o saf iyiliğini annesi, ailesi ve çevresi üzerinden tadmıştır. Zaten dünyadaki iyiliğin kökeni de biraz buradan, çocuklara verilen sevgiden gelir. Bu dünyada olabilecek en kötü şey, çocukların başına gelen kötülüklerdir. Sevgi içinde güzel bir çocukluk geçirmek, bir ömür boyu hayata daha olumlu yaklaşmanın da, mutluluğu daha kolay yakalayabilmenin de garantisi olsa gerek, -en azından psikologlar bu fikirde.
Ben çocukların kıyametinin nasıl birşey olabileceği konusunda hiç düşünmemiştim, çünkü çocukları herşeyden daha çok severim ve değer veririm. Çocukları kendi aralarında bir gözlemleyin, onların ne kadar kolay iletişim kurabildiklerini, tek kelime kullanmadan birbirleriyle ne kadar kolay anlaşabildiklerini görürsünüz. Onların arasında henüz farklı dil ve kültürlerin pek önemi yoktur. Ve çocuklar, oynasalar da, ağlasalar da, üzülseler de sevinseler de annelerine dönerler, onun sevgi dolu kucağını ararlar. Bir çocuk için babasını, annesini yitirmek, olabilecek en kötü şeydir. En azından benim ufkum daha ötesine bakmaya elvermiyordu. Evet çocukların taciz edilmesi gibi konular da beni çok yaralar, gazetelerde böyle haberleri içim burkularak okurum. Bunlardan çok daha kötüsünün olabileceğini, bir arkadaşımdan öğrendim. Twitter'da tanıştığım sevgili Sonya Winterberg, İstanbul'a gelip yeni çıkmış kitabını Tünel'de buluştuğumuz kahvede önüme koyduğunda, sadece kitabın konusunu biliyordum. İkinci Dünya Savaşı sırasında cephe gerisinde kalan çocukların dramı. Sonya, eski Doğu Prusya'da, bugün Litvanya ve civarında yaşanan çocuk dramlarını, büyük bir detay zenginliğiyle araştırmıştı. Ama "Wolfskinder"i okumaya başladığımda, kitabın benim için bir Milat olduğunu anladım.


Sonya Winterberg
Ben kanlı sahneler görmemiş,yaşamamış biri değilim. Hem Güneydoğu Savaşı'nda hem Gölcük Depremi'nde yeterince korkunç sahne gördüm. Çocukken sinemada ürkütücü sahnelerde gözlerimi ve kulaklarımı kapatır, parmaklarımın arasından da, sahnenin bitip bitmediğini anlık bakışlarla anlamaya çalışırdım. Şimdi bile hiçbir kuvvet bana korku filmi seyrettiremez. Sonya'nın kitabını okurken, çocukluğumdaki o anlara geri döndüm sanki, kitabı sonuna kadar okuyamadım, çocukların inanılmaz dramı beni, sonra evimi, sonra bulunduğum semti sardı. Bu yazıyı aylar sonra yazmamın nedeni de bu. Bazen kötü sandığınız şeyden çok daha kötüsünün olabileceğini düşünemezsiniz, bunun somut bir nedeni de vardır. Çocukları gerçejten, samimi olarak çok seven insanların, çocukların başına gelebilecek kötülüklere fazla kafa yormaması, onlar için güzel şeyler düşünmesi normaldir. Ama ibret-i alem için olanları da Sonya'nın yaptığı gibi belgelemek ve anıtlaştırmak da bir insanlık görevidir.

Türkiye İkinci Dünya Savaşı'na girmemeyi, savaşın dışında kalmayı başarmıştır. Nedense pek üzerinde durulmayan, hatta küçümsenen bir durumdur. 1911'de Trablusgarp savaşıyla başlayıp 1922'de İzmir'de biten bir savaşlar silsilesiyle koca bir imparatorluğun tamamını yitirip, sonra yeni Kurtuluş Savaşı'yla kendine yeni bir ülke kuranlar için tam bir duyarsızlık örneğidir. İkinci Dünya Savaşında 13 Milyon çocuk öldü. (Drujba Naradov dergisinin 1985'de yayınlanan 5. Sayısında) Ölmeyen çocukların kaderi, ölen çocukların kaderinden bazen daha kötüydü.
Doğu Prusya'nın incisi ve başkenti Königsberg'de (şimdi Kaliningrad), savaştan önce doğan Alman çocukların anıları masallarla yarışıyor, çünkü Pregel nehrinin Kuzey Denizine döküldüğü yerde yer alan Königsberg Şatosu, çocuklara anlatılan masalların da odağındadır. Günümüzün dünyada en çok tanınan "Çığlık" tablosunun ressamı Käthe Kollwitz, 1967'de burada, Weidendamm 9 Numarada doğmuştur. E.T.A. Hoffman ve Immanuel Kant burada doğmuşlardır. Prusya'ya ve adına 1934'de son veren Naziler döneminde de, işgal edilmeden önce Königsberg ve civarı, çocukların güzel anılarıyla doludur, sonra yaklaşan top sesleriyle birlikte bir dünya, bir daha kurulmamacasına çöker.
1941 Haziranında Eva Briskorn'un çocukluğu ve okul hayatı bir anda sona erer. Savaş Königsberg'e ulaşmıştır ve annesiyle babası panik içindedirler. Eva, evdeki telaşa bir anlam veremez, ayrıca sık sık okullar tatil edilmektedir ve bu durum onun hoşuna bile gitmektedir. Nihayet annesi onu okula göndermemeye başlar. Ev işlerine yardım etmelidir. Neşeli babası gülmez ve konuşmaz olur. Annesi sık sık ağlamaktadır, yiyecek sıkıntısı başlar ve sonunda Eva'nın morali de bozulur.
Lothar Wegner benzeri bir durumu 1944'de yaşar. Geceleri korku içinde beklemeler, her gece yatmadan annesinin sırt çantaları hazırlaması ve kaçma hazırlıkları, sürekli çalan sirenler, gece yarısı sığınaklara gidip saklanmalar. Königsberg üzerine dalgalar halinde gelen İngiliz bombardıman uçaklarından atılan bombalarının infilakları, depreme benzer yer sarsıntıları ve o korkunç sesler. Ağlayanların yanında aklını kaçıranlar, sığınaklarda çığlık atanlar. Lothar, annesinin eteğine saklanır ve bu çılgınlığın bitmesini bekler ama bitmez.
Königsberg şehir içi, 1944'de yangın ve fosfor bombalarıyla köle döner. Çocukların dünyası tamamen yıkılır, ama asıl azap henüz başlamamıştır.

Dev yazar Dostoyevski, "Dünya, mutluluğumuz veya hatta dünyadaki sonsuz harmoni nedeniyle, suçsuz çocukların sadece bir tek damla gözyaşı dökmeleri haklı gösterilebilir mi?" Yazar bu soruyu elbette "Hayır" diye yanıtlar. Çocukların gözyaşı dökmesi bir yana, ölmesi, istismar objesi olarak kullanılması ve korkunç silahlarla vahşice öldürülmesinin hiçbir gerekçesi olamaz. Sonya'nın kitabında anlatılan olaylardan birçoğu beni gerçekten çok etkiledi, ama bazıları, filmlere bile konu olamayacak, çünkü ancak gerçek hayatın acımasızlığında yaşanabilecek türden.
1944 Eylül'ünde, Königsberg'i yakan ateşin ardından bölgeyi terketmekten başka çare bulamayan, yokolmuş şehirden az bir bagajla ayrılmaya hazırlananlar arasında, beş yaşındaki Helmut Falk da bulunmaktadır. Memelland'dan gelen annesi, dört kardeşi sıkı sıkı yanına almış, yakınlarının yanına kaçmaktadır. Tren garı anababa günüdür. Helmut hayatında ilk kez uzun bir yolculuk yapacaktır. Annesi iki bavul hazırlamıştır sadece. Her çocuğun sırtına da küçük birer sırt çantası takmıştır. Tren garında bekleyenlere, sadece beklemeleri söylenmiştir. Trenin ne zaman geleceği konusunda kesin bir bilgi yoktur, sonuçta savaş devam etmektedir.
Helmut'un pantolonunun cebinde üç mavi misket vardır, onlarla oynamaktadır. Bir gün ve bir gece treni beklerler. Tren geciktikçe, garda toplanan yolcu sayısı artar. O misketleriyle oynarken, gittikçe artan sayıda insan peronlara doğru yayılmakta, ilerlemektedir. Garda çalışan personel, oradaki kontrolü çoktan kaybetmiştir.
Helmut sabah uyandığında, hep birlikte hareket eden kalabalığın arasında annesini ve kardeşlerini de görür. Ama çocuk aklıyla o hengamenin içine girip annesinin ve kardeşlerinin peşlerinden gitmez, bir köşede oturup misketleriyle oynamayı sürdürür. Misketleriyle bir deliği tutturmak oyunuyla meşguldür ve istasyon binasının üzerindeki delikler de bu oyuna uygundur.
Helmut trenin kalkış sesini duyar, gardan ayrılışını görür, ama pek önemsemez. Ne de olsa trenler sürekli gelir giderler böyle! Ama bu kez o trenle, büyük bir kalabalık gardan kaybolmuştur. Geriye, sigara içen birkaç asker kalır. Helmut o zaman paniğe kapılır. Annesi nerede? Kardeşleri nerede? Ne yaptığını bilmez bir şekilde istasyon binasının etrafında dolaşıp durur. Sonunda istasyon amirinin önünde durur. Adam ona, Batı'ya giden son trenin kalktığını söyler.
Helmut, şimdi yaşlı bir adam olarak, bu olayın nasıl olabildiğine akıl erdiremiyor. Annesi o hengamede onun geride kaldığını farkedememiş midir, oğlunun istasyonda kaldığını anlamamış mıdır? Helmut o gün, ailesini bir daha göremeyeceği yeni bir hayata başlar. Çok zor bir hayata...
Aslında kitapta öyle hikayeler var ki, şimdi işaretlediğim yerleri açıp yeniden okuduğumda, bunları gerçekten anlatmalı mıyım diye düşünüyorum. Ama İkinci Dünya Savaşı'na girmemeyi küçümseyen ve Suriye ile savağın eşiğine gelmiş Türkiye'de, savaşın aslında ne olduğunu anlatmanın önemi de ortada.
Nisan 1945'de dokuz yaşındaki Lothar Wagner, annesi küçük kızkardeşi Ingrid ve komşu kadınlarla kızlarla birlikte korku içinde bodrumda bekliyor. Königsberg bir hayalet şehre dönüşmüş durumda. Bodrumda saklanan kadınlar, saçlarına ve yüzlerine çamur sürmeye, kendilerini çirkinleştirmeye başlıyorlar. Bu Lothar'ın çok garinine gidiyor. Sokaktan makinalı tüfek sesleri geliyor, sonra patlayan elbombaları. Birden bodrumun kapıları açılıyor ve herkesi dışarı çıkarıyorlar, ama çok kibarlar. Rus askerleri savaşın etkisiyle korkunç görünüyorlar. Bazı Alman gençleri kenara ayırıyorlar, ama bekleyenlerin korktukları olmuyor, kimse onlara birşey yapmıyor, Lothar'ın annesinin yanında kalmasına da izin veriyorlar. Lothar'ın 16 yaşındaki ağabeyi asker, uçaksavarcı ama nerede olduğu belli değil. Babası en son 1944 yılı Aralık sonunda Noel için gelmiş, o da asker. Ruslar Lothar'ın annesi ve diğerlerinin, ağır çatışmalar başlayacağından şehirden çıkarılacaklarını söylüyorlar. bir kol halinde şehir dışına doğru yürüyorlar, ama yürüdükçe korkmaya başlıyorlar. Lothar, annesi, kızkardeşi çok yoruluyorlar. Ruslar onları vurmaya mı götürüyor? Ama Lothar babasına, güçlü bir çocuk olacağına söz vermiş, annesine ve kardeşine yardım edecek, gözyaşlarına ve korkusuna hakim olmaya çalışıyor.
Gece, Lothar'a, hayatında hiç yaşamadığı korkunçlukta derin bir karanlığın kapılarını açıyor ve hiç yaşamadığı bir duygu ölümünü. Askerlerin, kadınların ve kızların üzerlerindeki elbiseleri nasıl yırtıp parçaladıklarını ve onlara tecavüz ettiklerini, kadınların nasıl acıyla bağırdıklarını ve yardım çığlıkları attıklarını duyuyor.
Ertesi gün tam bir sessizlik. Toplar atılmıyor, savaş edilmiyor. Sadece birkaç asker kalmış. Onlar da kadınlara, "gidebilirsiniz" diyorlar -ama nereye? Annesi, iki çocuğu iki elinde, tamamen yıkılmış şehrin sokaklarında yürüyor. Yıkım korkunç ve her yerde. Evlerine geldiklerinde Lothar bir çığlık atıyor. Evleri yıkılmış, yağmalanmış, yorganlar kesilip parçalanmış. Yırtık yorganlardan fırlamış tüyler, kar taneleri gibi uçuşmakta. Birkaç ay içinde bu aileden geriye sadece Lothar kalır, korkunç anılarını hayatı boyunca belleğinde taşır ve yaşlı bir adam olunca, onu can kulağıyla dinleyen Sonya'ya anlatır.

17 Temmuz 1945'de başlayan Potsdam Konferansı tutanaklarında, şöyle bir bölüm yer alır:
Churchill: "Sadece bir soru sormak istiyorum. Burada 'Almanya' sözcüğünün kullanıldığı dikkatimi çekti. Şimdi 'Almanya' ne demek? Bunu, savaştan önceki anlamda anlamak mümkün mü?" (...)
Truman: "1945'de herşeyi kaybetti. Almanya fiilen yok." (...)
Stalin: "Şimdi Almanya sözü altında ne anlaşılması gerektiğini ifade etmek benim için çok zor. Hükümeti olmayan, bizim birliklerimiz tarafından belirlenmediğinden belirli sınırları olmayan, bir ülke. Almanya'nın tek bir askeri birliği bile yok, buna sınır birlikleri de dahil. İşgal bölgelerine ayrılmış durumda. Şimdi Almanya'yı bir tarif ediverin! Paramparça olmuş bir ülke."
4 Temmuz 1945'de Königsberg'in adı değiştirilir ve Kaliningrad olur. Diğer adlar da değiştirilir. Yeni dünyada, Doğu Prusya'da Lothar gibi hayatta kalan annesiz-babasız ve ailesiz çocuklara yer yoktur. Bu çocuklar, ormanlarda saklanır, tek başlarına durmadan yiyecek birşeyler aradıklarından, halk onlara "Kurt çocuklar" (Wolfskinder) adını takar. Savaştan hemen sonraki bu ilk dönemde hayatları gerçekten korkunçtur. Ama en büyük darbe, uzak akrabalarına olsun günün birinde ulaşmak umutları da şu sözlerle bitirilir: "Almanya diye bir yer artık yok." Bu çocukların hayatta kalabilenleri, o ilk şoktan sonra Almanya diye bir yerin haala olduğunu öğrenirler ve yeni bir umut doğar: 1945 sonunda Litvanya, eski Königsberg'den kaçarak gelenlerin hedefidir, çünkü burası savaşta fazla bombalanmamış, yıkılmamıştır. Bu haberler, Kurt çocukların yaşayıp saklandığı ormanlara kadar ulaşır ve cesur Gerhard Gudovius, trenlerden birine atlayarak önce Litvanya'ya kaçamayı, oradan da belki Almanya'ya ulaşmayı hayal etmektedir. Yeter ki Königsberg yıkıntılarından ve Kızıl Ordu'dan uzaklaşsın. Gerhard, 1947 kışında tek başına kaçak, trenlerden birine atlar. Altı yaşındaki Gerhard'ın annesi ve bütün kardeşleri, Kızıl Ordu'dan kaçarken yolda tifüsden ölmüşlerdir. Gerhard Tilsit'te trenden atlar, oradan Litvanya gerçekten çok yakındır, başarmıştır.
Kurt çocuklar arasında söylentiler de muhteliftir. Mesela Litvanya'da çocuklara pasta ve çörek verildiğine inananlar vardır. 12 Yaşındaki Heinz ve 10 yaşındaki kardeşi Arnold, Willuweit ailesinden geriye kalan üç kişiden ikisidir. Henüz birkaç aylık olan kızkardeşlerini anneannelerine bırakırlar ve onlar da Litvanya'ya kaçma planı yaparlar. "Litvanya'da ekmek ve pasta varmış!" çocuklar için o günün şartlarında cennetin hayali gibi. Ama onlar daha dikkatli olup yayan giderler. Haftalarca bahçelerde, samanlıklarda uyurlar 1946 baharında Litvanya'ya ulaştıklarında yalınayaktırlar. Coğrafya bilmeyan ve sadece içgüdüleriyle, duyduklarıyla hareket eden bu cesur ufaklıklar için büyük başarıdır. Bazılarına da şans, inanılmaz bir kesinlikle yardım eder. Mesela Dora Müller bir gece duran bir yük treninin tepesine çıkar, zaten trenin tüm kapıları kapalıdır. Orada bulduğu metal bir kutu içinde uykuya dalar. Uyandığında demir gibi bir soğuk vardır, tren hateket halindedir ve buz gibi bir rüzgar esmektedir. O soğukta ve sallantıda, bulunduğu yerde durmakta da zorlanır. Nihayet gücünü kaybetmek üzereyken, tren durur ve o da iner. Litvanya'dadır. Dora, daha bir hafta önce annesini kaybetmiştir.
Dora trenden iner, ama şimdi ne olaca, nereye gidecektir? Doğru ormana gider, samanlık ve mezarlıklarda geceler. Ve sonunda başka çocuklarla karşılaşır. Birlikte yaşamaya başlarlar, birlikte dilenirler, ahırlardaki hayvanların yemlerini çalarlar. Dora bir gün yolda bulduğu küçük bir ayna parçasında kendine baktığında korkar, küçük bir vahşiye dönmüştür. Uzun saçları kıtık, gözleri göz çukurlarının içine jaçmış, elbisesi yırtık pırtık. Annesinin güzeli kendini böyle görünce oturup ağlar. Dedesiyle babannesinin ölümünden de kendini sorumlu tutmaya başlar. Zaten moralleri pek düzgün olmayan çocuklar grubu, bir gece onu bir bahçede bırakıp yollarına devam ederler. Sabah onu orada bir köylü kadın bulur, evine götürü, güzelce yıkar, ona sıcak süt yapar ve kızı her bakımdan iyileştirir. Ama Dora orada da kalmaz ve tek başına yoluna devam eder.
Ormanlarda dolaşan bu Alman çocuk grupları, bilmeden bir de direnişe katılırlar. Kendilerine "Orman Kardeşleri" diyen ve Sovyet Kızıl Ordusu'na karşı düşük yoğunluklu bir gerilla savaşı yürüten Litvanyalılarla sık sık karşılaşmaya başlarlar, çünkü direnişçiler de ormanda saklanmaktadırlar. Gizli Servis NKWD bir gün elebaşıları kıstırıp yakaladığında, Kurt çocuklardan biri, Mikas da oradadır, daha sonra direnişe yardım ve yataklıktan on yıl hapis de yatacaktır.
Bu yalnız ve korku içinde yaşayan çocukların hayatta kalma ve mücadele gücü inanılmaz. Bir kısmı, köylerde kendilerine aileler buluyorlar, köylülerin oğulları, kızları oluyorlar. Ve umut her zaman var. 1950 yılında ilk kez bu çocuklardan bir grup, Rusya tarafından Doğu Almanya'ya gönderiliyor. Buradaki hikayeler de bazen mutlu bazen mutsuz bitiyor. Mesela bir aile tarafından kabul edilmiş iki kardeş Ruth ve Karl-Heinz, 1951 yılında ormanda, Almanya'ya gitmeyi konuşuyorlar. Trenlerin resmen Almanya'ya gittiği söyleniyor. Ama ya yalansa? Savaşta gördüklerini unutmaları mümkün mü? Ya Alman çocukları Sibirya'ya götürüyorlarsa? Ya onları kuytu bir yerde öldürürlerse, tıpkı annelerine babalarına kardeşlerine yapıldığı gibi? Ve trene binmekten vazgeçiyorlar, halbuki trenler sahiden de Almanya'ya gidiyor. 
1950'de resmi sayılara göre eski Königsberg'de remi rakamlara göre "3274 Kaliningrad Almanı" yağıyor ve bunlardan 770'i çocuk.
Kurt çocuklar 1950'li yıllarda ergenleşiyorlar, çoğu evleniyor. Savaştan hemen sonra Doğu Prusya'dan yüzbin Alman Almanya'ya gelmeyi başarıyor. 1951'de Almanya'ya gelen yalnız çocukların yerleştirildiği Kyritz Çocukevi, artık ileri yaşlardaki bu insanların haala toplanıp eskileri andıkları, o cehennemden sonraki ilk ana kucağı oluyor. Çocukların bazılarının ailesinden kalan uzak akrabaları bulunuyor, onlar yardım etmeye çalışıyorlar, ama bu durumlar da fazla değil. Çocuklardan bazıları soyadlarını hatırlamıyor, bazılarının kimsesi kalmamış. Hep savaşta cepheden cepheye koşmuş babalar zaten yok. Ama çocuklar Kyritz'de ilk kez yeniden noel hediyesi alıyorlar -zaten bu küçük şeyler yüzünden o çocukevini unutmuyorlar.
Sekiz yaşındaki Dieter Gröning de 1947'deki çocuk kafilelerinden biriyle Doğu Prusya'dan, Doğu Almanya'daki Standal'a geliyor. Onun da ailesinden birilerini arıyorlar ve 1948 Kasımında Dieter, beklediği haberi alıyor: Babası hayatta! Çocuk sevinçten baygınlık geçiriyor. Babası, İngiliz işgal bölgesindeki Goslar'dan şöyle yazmış:
"Benim sevgili sevgili sevgili Dieter'im, seni bulduğuma gerçekten çok seviniyorum. Umarım yakında gelirsin ve bana birilerini de getirirsin. Tekrar yanımda olmanı ve neler yaşadığını anlatmanı iple çekiyorum. Kardeşlerin Gerhard'ı, Brigitte'yi, Elfriede'yi, Gisela'yı ve Anneni nerede bıraktın? Selamlar içten duygularla öperim. Baban."
Dieter babasına şu mektubu yazar:
"Sevgili Babacığım, uzun zaman sonra buluştuk. Elfriede, Brigitte, Gisela, Gerhard ve Anneciğim öldüler. Babacığım, senin yaşadığından umudu kesmiştim. Beni almaya geleceğin için çok sevinçliyim. senin yanında olmak istiyorum. Sevgili Babacığım, ne zaman doğduğumu bilmiyordum, anneciğim bana söylememişti. Anneciğim, nasılsa hep beraber oluruz sanmıştı, ama beraber kalamadık."
Bu kadar. Daha fazla yazamayacağım...


Sonya Winterberg
"Wir sind die Wolfskinder"
Verlassen in Ostpreußen
Önsöz: Rita Süssmuth (Almanya Eski Meclis Başkanı)
Piper Yayınları, Münih 2012