2012 Yılının ilk günü yürürlüğe giren Macaristan Anayasası’yla birlikte, Batı demokrasindeki yeni totaliterleşme eğilimleri Türkiye'de de konu edildi. Geçen yılın son günü Başkan Obama'nın imzaladığı askeri harcamalar bütçesi yasası da gözlerden kaçmadı. Yeni yasa, kriz dönemlerinde Amerikan ordusu ve güvenlik güçlerine, kuşkulandığı herkesi tutuklayabilme yetkisi veriyor ve bunu mahkeme kararından muaf tutup belli bir zamanla sınırlandırmıyor. Demokrasinin ilgasına işart eden Avrupalı aydınların sayısı da artıyor. Bu konuda Stephane Hessel'in "öfkelenin" çağrısı güncelliğini koruyor. Günümüzde 'Batı demokrasisi' dendiğinde, birbirine zıt istikametlerde ilerleyen iki farklı demokrasi eğiliminden söz etmek mümkün. Bunlardan biri, ekonomiyi önceleyen totaliterleşme eğilimi; diğeri de, ekonomiyi pek düşünmeyen özgürleşme eğilimi.
Macar Fidesz Partisi'nin kurduğu totaliter rejim, AB'de eleştirilip yaptırımlarla tehdit edilse de, Batı demokrasinin yeni totaliter eğilimlerinin artık çok ciddiye alınması gektiğini gösterdi. Macar demokrasinin ilgasını, Amerikan New York Times Gazetesine yorumlayan anayasa Profesörü Kim Scheppele, “Demokrasilerde halk istediği zaman iktidarı değiştirebiliyor. Yeni düzenlemeler bunu imkansız kılıyor” diye yazdı. Scheppele'nin sözlerinin önemi, yeni totaliter demokraside iktidarı demokratik yollardan değiştirebilmek için anayasa tarafından çizilen Parlamenter Demokrasi çerçevesinin dışına çıkmak zorunluluğuna işaret etmesinden kaynaklanıyor. Demokrasi mücadelesini marjinalleştiren ve yasa dışına iten bir uygulama.
2008 Ekonomik krizinin esasen Batılı parlamenter demokrasileri vurup, Çin ve Rusya gibi Doğulu totaliter ülkeleri es geçer görünmesi, “Doğu demokrasisi”ne olan ilgiyi artırdı. Bu ilgi, devlet kontrollü (reel kapitalist) ekonomilerin daha iyi işlediği kıskançlığından çok daha fazlasına, demokrasi konusunda kategorik bir krize işaret ediyor. Totaliterleşme, daha çok, sorun çözemeyen idare-i maslahatçı parlamenter demokrasiyi zorlayan yeni bir demokrasi anlayışıyla başa çıkmakta zorlanmakla ilgili bir durum gibi görünüyor. Laszlo Trankovits'in isabetli tanımıyla "Doğrudan Demokrasi" diye birşeyle karşı karşıyayız. Halk, seçtiği ama artık güvenmediği kendi vekillerini devreden çıkararak bizzat konuşuyor, bunun için yeni iletişim sistemlerinden ve sosyal medyadan sonuna kadar yararlanıyor, önder falan da kabul etmiyor. Eşitlikçi antiotoriter bir sinizm hızla yayılıyor. Artık, parlamenter demokrasinin, hükümetlerin ve milletvekillerinin başa çıkmakta zorlandığı akıllı halklar var. Ve muktedirleri, tarihte hiç olmadığı kadar derinlemesine denetleyip çok sert eleştiriyorlar. Tahrir Ruhundan WikiLeaks'e kadar bir dizi yeni ifade biçimiyle çok etkili oluyorlar.
Doğrudan demokrasi anlayışını benimseyen anonim çoğunluk, henüz işin başında olsa da, para/iş merkezli sosyal hayatı derinlemesine etkileyebiliyor. Politikacılar ve CEO'lar diken üstünde. Bazen bir tek sözleri bile itibarlarının sosyal medyada linç edilmesine yetebiliyor. Doğrudan demokrasinin yeni anonim siyasileri çok öfkeli, çok hızlı, çok iyi bilgilenmiş, çok etkililer, çünkü hem yeni bir akıllı çoğunluğu temsil edip yüksek demokratik/ahlaki standarlar koyuyorlar, hem çok çabuk örgütlenip yaratıcı eylemler yapabiliyorlar. Sistemin yaşamsal önemdeki asıl üretici, tüketici, eğitimli kesimine hitab ediyorlar, onları etkiliyorlar ve mobilize edebiliyorlar.
Global ekonomik kriz aşamasında Ingo Shulze'nin deyimiyle "Kapitalizmin demokrasiye değil, istikrarlı ilişkilere ihtiyacı vardır". (Süddeutsche Zeitung 12.1.12) İstikrarlı sosyal/ekonomik verilere ihtiyaç duyan kriz kapitalizminde totaliterleşen Parlamenter Demokrasiye karşı yeni bir alternatif mi doğuyor? Parlamenter demokrasinin totaliterleşmesinden yana olan Laszlo Trankovits, bu gelişmeden duyduğu endişeyi, “fazla demokrasi zararlı” diye ifade ediyor ve fazla demokrasinin kime zararlı olduğu baklasını da dilinin altından çıkarıyor: Ekonomiye! (Bkz. "Weniger Demokratie wagen" 2011) Ama kitabında bir türlü yanıtlamadığı asıl soru şu: Demokrasi mi önemli ekonomi mi, halkın mutluluğu mu önemli, para ve kâr mı?
Batı demokrasisi anlayışının birbirine zıt iki istikamette ilerlemesi, birinin alabildiğine özgürleşmek isterken diğerinin donup totaliterleşmesi, zıtlaşmanın temel nedenine (ve de çözümüne) işaret ediyor: Ekonomiyi önceleyen hayat tarzı. Eskiyi temsil eden Parlamenter Demokrat anlayış, halkların mutluluğunu, kişi başına düşen milli hasılayla -yani parayla- açıklamaya devam ededursun, yeni demokrasi anlayışı yeni tarifler arıyor ve paranın mutluluk için temel kıstas alınmasının yanlışlığına işart ediyor. “Dünya Mutluluk Bilgibankası” (World Database of Happiness) diye birşeye sahip olan Hollanda'daki Rotterdam Üniversitesi sosyoloji bölümüne, son (ekonomik kriz) yıllarında günde ortalama 1.5 bilimsel araştırma geliyormuş (Die Zeit 1/2012). Kişisel ve toplumsal mutluluğu, para/kâr ötesi kıstaslar üzerinden tarif etme denemeleri rekorları zorluyor.
İklimlerin bozulmasına siyasi çareler bulamamaktan tutun da, halkın verdiği vergilerden trilyonlarca Doları bankalara aktarıp onları kurtarırken ulusdevletleri iflasın eşiğine sürüklemek gibi kararlara imza atan politikacılara kimse güvenmiyor. Yunanistan'da, kredi değerlendirme kurumlarının sözü halkın sözüne ve taleplerine tercih edildi. Hükümetler, ekonomiyi değil sosyal hayatı -yani halkı- önceleyen kararlar veremediler, bu açıdan kapitalizmin otomatizmi dışına çıkamadılar.
Doğrudan demokrasi anlayışı, "ekonomi mi insan mı?" sorusuna, düşünmeden "insan" yanıtını veren tarafı temsil ediyor. Şimdi yaşanabilecek en iyi şey, bu iki eğilimin bir sentezini yaratmak olabilirdi ama bu hiç de kolay görünmüyor. Politikacılar ekonomiyi insanla barıştırmak için ekonomiyi değil insanı önceleyen somut adımlar atsalar, anonim yeni siyasiler de ekonomiyi ve ekonomiye alternatifleri ciddiye alsalar, güne uygun bir sentez için ilk adımlar atılmış olabilirdi.