Daniel'in son gazetecilik başarısı. 1719

Robinson Crusoe
(Sona eren
250 yıllık bir çağın
romanının hikayesi)

Tavana yakın küçücük pencereden loş odaya dimdik inen ilkyaz güneşi, su verilmemiş kılıç kadar yoğun ve sıcaktı. Sırları dökülmeye başlamış eski aynadaki suretine dikkatle baktı. Kartal gagasına benzeyen burnu, ağzının kenarındaki etbeni ve mavi gözlerini hayranlıkla seyretti. Altmışına merdiven dayamıştı ama en fazla kırkbeşinde gösteriyordu. Karısı Mary’nin kömürlü ütüyle düzelttiği eski ceketi, üç köşeli siyah keçe şapkası ve beyaz peruğuyla gazeteciden çok -ısrarla- tüccara benzemeye devam ediyordu. “İsimsiz bir papaz olacaktım” diye düşündü Daniel.


Babasına meydan okuyan inatçı çocuk oluvermişti gene. O tüccar olmakta ısrar etmişti. Babasının kopyası mavi gözlerinde, ölümden önce ona yönelen şevkatli bakışları gördü aynada. Babasının Foe soyadını kullanmayı, daha otuzbeş yaşındayken bırakmış, ama onun aynada gördüğü mavi bakışlarından bir türlü kurtulamamıştı. Sonunda James Foe’nun âhı tutmuş, tüm çabalarına rağmen Daniel tüccarlığı kıvıramamıştı. Başarılı olabilmek için ahlak duvarını aşan bir çaba sarfetmiş, sahtekarlık, ikiyüzlülük, hatta hile-hurdayı bile denemiş, becerememişti. Savaşta batan Fransız kadırgalarını sigortalamak gibi aptalca bir ticari hata yapmıştı. Ticarete atıldıktan dokuz yıl sonra 1692 yılında, onyedibin Sterlin borçla, kuduz kasırgalara tutulmuş kurşun yüklü dev kadırgalar gibi batmış, mali bakımdan bir daha da belini doğrultamamıştı. Ticaretle arasına kalın bir duvar örüp babasına hak verdiğinde sıfırı tüketmişti. Kıtkanaat, parasız geçirilmiş uzun yılların izleri çok derinlerine, ta ruhuna kazınmıştı ve o gün, o izleri tamamen silip atmaya kesin karar vermişti.

Son günlerde gene sık sık aklına geliyordu Flaman kökenli babası; mum imalatçısı ve kasap James Foe. O iyi bir işadamı ve tüccardı. Tanrı’ya yakın olmak gibi -nedense gizli tuttuğu- hayallerini oğlunun gerçekleştirmesini istemişti. Kendisine hiç benzemeyen esmer tenli zayıf oğlunun Presbiteryen papazı olması için ne kadar ısrar etmiş, dövmüş sövmüş, ama ne iyilik ne de kötülükle sözünü dinletebilmişti. O çok sevdiği bit kadar oğlunun daha bıykları terlemeden koyu bir keçi inadıyla onu pes ettirebileceğine inanamamış, son nefesini verene dek de inanmak istememişti. Ölümün soğukluğu kalbine doğru ilerlerken kendini suçladı James Foe. İngiliz kilisesinden ayrılmaya kalkmasaydı, onun biricik Daniel’i de baba mesleğine merak sarıp tüccarlık yapmaya kalkmayacaktı belki. Hastayatağının başında günlerce İncil okuyan papaz Martin’in duaları da James Foe’nun kendikendisini afetmesine yetmedi.

Daniel, tüccarlık yaparak zengin olmaktan umudunu kesmişti artık. Şimdi amaçladığı bir tek şey vardı: onca zamandır onu geçindiren gazeteciliğini konuşturup, kazandığı üç beş kuruşla yetinmemek. Çok para getirecek bir kitap yazarak Allahın belası parasızlıktan ebediyyen kurtulmak...

Derin bir nefes aldı ve elindeki kitap taslağı dosyası ile capcanlı Londra sokaklarına balıklama daldı. Kalabalık yollarda yanından geçen insanların kesif ter kokusuna, havada asılı duran ince çöp, toz ve sidik kokularına aldırmadan yürüdü. Tepeden tırnağa umut olmuştu.

Daniel, koltuğunun altındaki deri dosyayı, arkadaşlarına kaptırmaktan korkan ürkek öğrenciler gibi sımsıkı kavrayıp kalabalık içinde ilerledi. Önünde durduğu taş binanın basıla basıla aşınmış taş merdivenlerini çıkarken; papaz okulunu terketmeden önce öğrendiği ve çocukluğundan beri ağzına almadığı dualardan birini mırıldanırken yakaladı kendini. Buna pek şaştı.

Yayınevi sahibi, kocaman odasının kocaman koltuğunda, kocaman masasının üzerine yaydığı el yazması manüskrilerden birini inceliyordu. Özenle traş olmuş, seyrek saçlarını sıçan kuyruğu gibi burup arkasından tutturmuştu. Ağır bunaltıcı parfümü, büroyu kışlık yün yorgan gibi örtmüştü. İri burnunu kıstırdığı tel çerçeveli gözlüğünün üzerinden ak ak bakıp ayağa kalkmadan, yapmacık bir nezaketle “Oh hoşgeldiniz” dedi. Daniel’i pek ciddiye almadığı kesindi; peruğu, ahşap-yuvarlak bir askının üzerine geçirilmişti. Ceketi de ayaklı bir askıya takılmıştı. Odaya girenin, yayınevi sahibinden daha değersiz olduğunu sessizce haykıran; teşekkür mektupları, diplomalar, referanslar ve kitap kapaklarıyla kaplıydı duvarlar. Gerçi Daniel, böyle ucuz numaralardan etkilenmeyecek kadar yaşlanmıştı artık, ama o gün onun kader günüydü; zayıflığı üzerindeydi.

Adam onun yüzüne bile bakmadan, oturması için eliyle masasının önündeki rahatsız koltuğu gösterdi.

Daniel’in içini derin bir hüzün kapladı. Eski patatese benzeyen buruşuk burnuyla önündeki kâğıttan dağın arkasına saklanıp, güçlü adam taklidi yapan sinekkaydı traşlı bu makak maynununa hayretle baktı. gösterilen deri koltuğun ucuna, ölüm haberi duymaya hazırlanan çaresiz birinin teslimiyetiyle ilişip, üç köşeli şapkasını kucağındaki manüskri dosyasının üzerine koydu. İçinden, çok iyi tanıdığı, o etrafını parçalayıp yutmaya meyilli malum öfke dalgalarından birinin yükselmeye başladığını hissetti.

Daniel, yirmili yaşlarından beri politikayla uğraşıyordu. Yazılarıyla Üçüncü William’ı desteklemiş, siyasi nedenlerle genç yaşında yurt dışına kaçmak zorunda kalmıştı. Üstelik bu arada bir de iflas etmişti. Tek başına çıkardığı ünlü Review gazetesinde, daha altı yıl öncesine kadar haftada üç gün, aklına gelen her konuda sayısız yazı yazmıştı. Bu sıçan kuyruklu maymun ona ne hakla amatör çaylak muamelesi yapabilirdi? “The Family Instructor” adlı kitabını -Hani şu, aile hakkında yazdığı ve büyük ses getiten eserini de mi duymamıştı?.. Ya 1701'de, ırkçıları ti'ye aldığı “The True-Born Englishman” adlı manzumesi? Bir yıl sonra çıkarttığı ve Katoliklerle dalga geçen “The shortest way with the dissenters” adlı kitabı o kadar tutulmuştu ki, böylesi büyük bir başarıyı ancak bunun gibi kendinibeğenmiş kılkuyruklar küçümseyebilirdi. O kitabı yüzünden tutuklanıp tam üç kez teşhir cezasına çarptırılmıştı. Boynuna bir boyunduruk geçirip at arabasına bindirmişler, nadide bir hayvan gibi pis şehirde dolaştırıp halka göstermişler, güya teşhir etmişlerdi onu.

Hadi kısa akıllı Londra’lılar, “Legions Memorial” muhtırasını yazarak Kent’li beş beyi hapisten kurtaran gazeteciyi çabucak unutmuş olsunlar; (halbuki Daniel’in başarısı bütün şehirde sabahlara kadar kutlanmıştı) peki önemli bir yayıncı sayılan bu yaratığın da, bu kadar “unutkan” olması mümkün müydü? Kitabını yayımlamak istemiyorsa, böyle afra fafraya gerek yoktu ki. Kitabını yayımlamayacağını açıkca söyler, Daniel’den sıkı bir zılgıt yiyip otururdu aşağı. Nasıl olsa Daniel’in kaybedeceği birşey kalmamıştı artık.

Adam, elindeki yazılı kağıtları özenle diğer kağıt tomarlarından birinin üzerine koyarken, rahatsız edici bir şekilde dik dik baktı. Daniel, neredeyse küstah bir tonla sorusunu yapıştırdı.

Sir, size geçen ay bir kitap taslağı ve aynı kitabın birinci bölümünü sunmuştum... Umarım okumaya zamanınız olmuştur.”

Yayıncı “ha evet” diyen bir baş hareketi eşliğinde kıpırdadı. Rahatını bozmadan, kaplumbağa hızıyla masasının çekmecesinden siyah bir dosya çıkardı. Daniel biraz da olsa hafiflediğini, odanın aydınlandığını ve boğazına kadar yükselen öfkesinin, iç derinliklerine doğru çekildiğini hissetti. Adamın elindeki dosya, onun kucağındakinin bir eşi, kitabının taslağıydı.Hikayeniz hiç fena değil Mr. Defoe” dedi adam, “ilk defa gazete yazısı tarzında yazılmış bir roman örneği görüyorum. Sanki gerçek bir olayı anlatmışsınız, bir seyahatname gibi de okunabiliyor ve tabii hikâye, ıssız adaya düşen şu denizcinin hayat hikâyesine çok benziyor... Neydi adı; Selcraig mıydı?”

O adla da tanınıyor ama asıl adı Selkirk Efendim” dedi Daniel.

Evet o.”

Yayıncı arkasına dayandı.

Yıllarca tek başına ıssız bir adada yaşamak hiç de kolay olmasa gerek…”

Gözlüklerini düzeltti ve sayfalardan birini burnuna doğru iyice yaklaştırarak, Daniel’in kitabının adını, sözcüklerin üstüne basa basa okudu: “The Life and Strange Surprizing Adventures of Robinson Crusoe, of York, Mariner. Who lived eight and twenty years, all alone in an un-inhabited island on the coast of America, near the mouth of the great river of Oroonoque, having been cast on shore by shipwreck, wherein all the men perished but himself. With an account how he was at last as strangely deliver'd by pyrates, written by himself”

Daniel adama yiyecek gibi baktı. Kitabını ciddiye alıp almadığını anlamaya çalıştı.

Yayıncı, elindeki sayfayı dosyanın içine yerleştirirken, ilkokul talebelerini imtihan eden öğretmenler gibi sordu.

Selkirk, Oroonoque nehrinin Atlantik’e kavuştuğu yere yakın bir adada mı mahsur kalmıştı?”

Eğer adam bunun yerine, ‘Kitabın adı çok uzun’ veya buna benzer bir cümle kurmak gibi bir hata yapsaydı, o büroda bulunduğuna ve doğduğuna kesinlikle pişman olabilirdi. (Ondan önce iki yayıncı bu hatayı yapmışlardı)

Hayır Sir” dedi. “Alexander Selkirk, Karaiplerde değil Şili kıyılarındaki Juan Fernandez adalarından birinde tek başına dört yıl kalmıştı. Ben kendisiyle reportaj yaptığımda zavallı genç adam iyice yaşlanmıştı. Sanki fazladan bir yirmi yıl daha yaşamıştı.”

Daniel bunu söylediğine pişman oldu. Selkirk’ün ıssız ada macerasından birçok kişi gibi haberdar olduğu malumdu da; Selkirk’ü tanıyor olması, bu fosili hiç ilgilendirmezdi.

Demek onu tanıyordunuz.”

Daniel, oturduğu koltukta hafifçe kımıldadı.

O zaman çok ünlü biriydi Sir, bir gazeteci olarak hikayesi benim de ilgimi çekmişti. Kendisiyle yedi yıl kadar önce kısa bir sohbet yapmıştık o kadar.

Daniel; vahşi bakışlı, karmakarışık uzun sarı saçlı Alexander Selkirk’i ve İskoçyalı denizcinin yaşadıklarını “Cruising Voyage Round the World” adlı kitabında anlatan Woodes Rogers’i gayet iyi tanıyordu. 1713’de Selkirk hakkında uzun bir makale yazan Richard Steele de Daniel’in meyhane arkadaşıydı. Issız ada hikayesinin ne kadarının gerçek, ne kadarının uydurma olduğu konusunda yaptıkları kıran kırana bir laf dalaşının ardından karar vermişti Selkirk‘ü bulup konuşmaya. Daniel, hikâyenin büyük ölçüde uydurma olduğunu düşünüyordu ve Jack'in meyhanesinde Richard’la ikinci bir tartışma için birinci elden bilgiye ihtiyacı vardı.

İspanyol gemilerini soymakta usta korsan Selkirk, onca gemiyi talan ettikten sonra payına düşen ganimetin bir kısmıyla İskoçya’da bir ev almıştı ve garip bir hayat sürüyordu. Evinin bahçesine, ıssız adada kendi yaptığı mağrasına benzer bir çukur kazmıştı. Bazen haftalarca orada tek başına yaşıyor, hiç kimseyle konuşmuyordu. Daniel’in onu, hayatını yeniden anlatmaya ikna etmesi hiç de kolay olmadı. Selkirk, gazetecinin verdiği sözlere inanmıyordu. Kısmen hayatını konu alan Rogers‘ın kitabından, tüm vaadlere rağmen tek kuruş telif ücreti alamadığından yakınıyordu. Tüm yazar-çizer milletini defterinden silmişti. Daniel, Kıbrıs eşekleri gibi inatçı ve suskun denizciyi konuşmaya ikna etmek için bütün maharetini gösterdi, çok dil döktü. Onun sadece gerçek hikayesini, abartısız gerçeği öğrenmek istediğini, hayatı hakkında kitap falan yazmayı düşünmediğini, sadece bilgi edinmek istediğini anlatıp durdu ve nihayet onu konuşturmayı başardı.

Daniel, Selkirk’ün anlattıklarını kitap malzemesi yapmayı gerçekten düşünmemişti. Ama korsanla yaptığı uzun sohbetlerin ardından her akşam, ondan gizli tuttuğu notları masasının üzerinde dağ gibi yığılınca, ciddi ciddi düşünmeye başladı. Hayali bir seyahatname yazıp yazamaz mıydı? Selkirk‘ün bomba gibi bir hikâyesi vardı ve konuyu sansasyonel bir kitap haline getirmenin en güzel ve kolay yolu, Selkirk’ün maceralarını değiştirip abartarak yeniden yazmaktı. Daniel, kazanabileceği telif ücretine ne Selkirk’ü ne de bir başkasını ortak etmeyi –asla- düşünmediğinden, hayali bir kahraman yaratıp, ona Selkirk'ün yaşadıklarının bir benzerini yaşatacaktı. Böylece, Selkirk'in telif diye tutturup, sonradan başına bela olmasını önleyecekti. Ayrıca o da Rogers gibi yapacak, Selkirk‘ün hikâyesiyle yetinmeyip kahramanına bambaşka maceralar daha yaşatacaktı.

Alexander Selkirk; gözlerini kocaman açarak anlatmaya başladı hikayesini. Önce, korsan gemisi Cinque Ports’daki tek kişilik isyanını anlattı. 1704 sonbaharında korsan arkadaşlarıyla birlikte, Güney Amerikanın Pasifik sahillerinde herzamanki gibi gene gümüş yüklü bir İspanyol gemisine saldırmışlar ama saldırıya hazırlıklı oldukları anlaşılan İspanyolların sıkı mukavemetine dayanamamışlardı. Top ateşiyle delikdeşik olan gemileriyle kaçmak zorunda kalmışlardı. Korsan gemisi Cinque Ports, ağır yaralar almıştı ve acilen onarılması gerekiyordu. Birbirinden uzak iki büyük ada ve bir kayalıktan ibaret Juan Fernandez adalarından birine, Şili kıyılarından en uzakta olan Isla Mas a Terra adasının sığ kumsalına demir atmışlardı.

Korsanlar, Juan Fernandez’e keçi sürüleri bırakmışlardı. Korkunç skorbut hastalığına karşı korunmak için herzaman taze ete ihtiyaçları oluyordu. İspanyollardan kaçıp saklanmaları gerektiğinde izlerini kaybettirip Juan Fernandez‘e sığınıyor, hızla üreyen keçileri gemilerdeki köpekler yardımıyla avlıyordı. Korsanlar burada su fıçılarını taze suyla dolduruyor, dinleniyor, sonra soygunlarına devam etmek için yeniden denize açılıyorlardı. Adanın yerini, birkaç İngiliz ve Fransız korsan gemisinin kaptanı dışında hiçkimse bilmiyordu. Bütün gizemliliğine rağmen yerini ezberlemek, cahil korsanlar için bile çok kolaydı: Isla Mas a Terra adası, Şili sahilindeki Valparaiso kasabasıyla aynı paralel üzerinde, sahilden sadece 300 deniz mili açıktaydı.

Korsan gemisinin kaptanı; gemiyi tamir etmeye gerek duymadan, yolculuk için gerekli et ve su ihtiyacını karşılar karşılamaz denize açılmaya kalkınca Selkirk isyan etmişti. Cinque Ports’un, İspanyol gemilerinin karşısına çıkamayacak kadar zayıf olduğunu, tamir edilmeden şurdan şuraya gidemeyeceğini dilinin döndüğünce -yani en yakası açılmadık küfürler eşliğinde- anlatmaya çalıştı. İskoçyalı genç korsan, kaptan ve arkadaşları arasında çok sevilen biri olmasaydı, ya derhal geminin orta direğinde sallandırılır ya da köpek balıklarına yem edilirdi. Kaptan, tayfaların da isyan etmelerinden çekindiğinden, Sekirk’ü öldürmek yerine onun o saçma “anlaşma önerisi”ni kabul etti.

Selkirk, demir almak üzere olan Cinque Ports ile Pasifik’e açılmayı kesinlikle reddediyor, İspanyol toplarına hedef olup pisipisine ölmektense ıssız Juan Fernandez’de kalmayı tercih ediyordu. Arkadaşları Selkirk’in bu çılgınlığına çok şaştılar ve onun cesaretine hayran kaldılar. Kaptan, inatçı genç korsanı gemisine almak üzere ilk fırsatta adaya döneceğine bütün mürettebatın önünde, söz verdi. Adamlarına, Selkirk’ün ıssız adasına bir İncil, birkaç barut fıçısı ve ağızdan dolma bir tüfek bırakmalarını emretti.

Gemi yelken açıp ağır ağır sahilden ayrılırken Selkirk, daha sonra yaşayacağı derin yalnızlığın önsezisiyle; inadını ve gururunu çiğneyip, denize atladı ve yüzerek Cinque Ports’a yetişti. Genç korsan, güverteye çıktığında kaptanla girdiği ağız dalaşından iyice pişman olmuş vaziyetteydi. Kaptana; adada kalmaktan vazgeçtiğini, onlarla birlikte korsanlık yapmaya devam etmek istediğini söylediğinde kaptanın kahkahası denizin sessizliğinde çınladı. “Bir centilmen, verdiği sözü mutlaka tutmalı” dedi kaptan. “Üzgünüm!.. Seninle bir anlaşma yaptık. Ben bu anlaşmaya uyacağıma herkesin önünde şeref sözü verdim; senin de anlaşmamıza uymanı bekliyorum.” Diğer korsanlar yüksek sesle kaptanı destekleyince Alexander Selkirk’ün denize atlayıp ıssız adasına doğru yüzmekten başka çaresi kalmadı.

Bu olayın ardından yıllarca süren yalnızlığına rağmen Selkirk, onu almak için geri dönmeyen kaptana kin duymadığını söylüyordu ve bunun çok insani iki nedeni vardı. Birincisi: Adada kalmayı kabul eden İskoç korsan haklı çıkmış, Cinque Ports birkaç hafta sonra İspanyol gemileriyle girdiği ilk çatışmada denizin dibini boylamıştı. İkincisi: Gemisini kaybeden ve İspanyolların elinden canını zor kurtaran kaptanın o şartlar altında sözünü tutup Selkirk’ü adadan kurtarmak için geri dönmesi imkansızdı. Kaptan, kendine yeni bir gemi hazırlayıp denize açılıncaya kadar, adanın yerini bilen az sayıdaki korsan gemisinden hiçbiri, bölgeyi sıkı kontrol altında tutan İspanyol gemilerinin arasından sıyrılamamış, Selkirk’ün adasına uğrayamamıştı.

Korsanların kaptanı 1709’da Isla Mas a Terra adasının aynı kumsalına demir attığında, Selkirk perişan bir haldeydi. Barutu çoktan bitmiş, hayatta kalmak için bıçağını kullanmaya başlamış ve özellikle keçi avlamakta büyük maharet kazanmıştı. Issız adada ev olarak kullanmak üzere kendine korunaklı bir mağra hazırlamıştı. Kaptanın anlattıklarına bakılacak olursa Sekirk konuşmayı unutmuştu. Artık İngilizce cümle kuramıyordu. “Tam bir vahşiye dönmüştü.” İşin pek bilinmeyen tarafı ise, Selkirk’ü adada bırakan ve dört yıl sonra onu kurtaran kaptan, Selkirk hakkındaki kitabı yazan Woodes Rogers'dan başkası değildi.

Alexander Selkirk’ün Rogers’ın yeni korsan gemisindeki hayata intibak etmesi (ve ülkesine döndükten sonra insanlarla birlikte yaşamaya alışması) uzun yıllarını aldı. 1712 yılında vatanı İskoçya’ya yeniden ayak basınca, payına düşen ganimetle o muhteşem bahçeli evin sahibi oldu ve bir daha da denizlere açılmadı.

Dışarıdan sızan atlı araba gürültüsü ve seyyar satıcı sesleri, büronun sessizliğini doldurmaya yetmiyordu. Yayıncı, yavaşça ayağa kalkıp pencereye doğru yürüdü. Sırtı Daniel’e dönük, dışarıyı seyrederken derin bir nefes aldı ve yumuşak bir sesle;

Kitabınızı ne kadar zamanda tamamlayabilirsiniz Mr. Defoe?” diye sordu.

Eğer hemen arkasına dönseydi Daniel’in, oturduğu yerde sevinçten hopladığını görebilirdi.

Kitabınızı tamamlamanız için bir ay yeter mi?”

Uykudan yeni uyanmış gibi gözlerini kırpıştıran Daniel, şaşkınlık anlarında hep yaptığı gibi işaret parmağıyla ağzının yanındaki benle oynamaya başladı ve “Ha tabii, evet” gibi birşeyler geveledi.

Yayıncı, zafer kazanmış komutan edasıyla masasına döndü ve ikinci bir çekmeceyi açarak parmak kalınlığında bir para destesi çıkardı.

Avansınız...”

Aynı günün akşamı Mary, kocasını yeniden tanımakta güçlük çekti. Daniel’in yıllardır bir maske gibi taşıdığı o solgun ve üzgün yüz gitmiş, yerine hayat dolu renkli, muzip, güleç, canlı biri gelmişti. Mutlu insanlara mahsus o pırıltı yeniden gözlerine yerleşmişti. Artık sokakta peruk da takmıyor, omuzlarına kadar inen ağarmış seyrek saçlarını, ensesinden topluyordu.

Daniel, romanını bir an evvel bitirebilmek için odasına kapanarak çala kalem işe girişti. Kendi kaderiyle kahramanı Robinson’un kaderini birleştirmişti. O nasıl otuzbeş yaşına kadar taşıdığı “Foe” soyadını babasına inat “Defoe” diye değiştirdiyse, kahramanı Robinson da aynısını yapmalıydı. Robinson'un “Kreuzner” soyadı, telaffuzu bozuk İngilizler tarafından tekrarlana tekrarlana “Crusoe” haline gelmeliydi. Robinson Crusoe’nun da -tıpkı Daniel’inki gibi- hiç anlaşamadığı bir babası olmalıydı. O adam da İngiliz değil bir yabancı, mesela bir Alman olmalıydı. Baba Kreuzner (Crusoe); Avrupa’daki Otuzyıl Savaşları’ndan bunalıp, ticari hayatına barış içinde devam edebileceğini düşündüğü İngiltere’ye gelmiş olabilir, İngiliz bir hanımla evlenebilirdi. Bu evlilikten olan York’lu Robinson, Daniel’in tarih tutkusu nedeniyle, yazarından yirmisekiz yıl önce, mesela 1632’de doğabilirdi.

Daniel’in, Cervantes ayarı büyük bir edebiyatçı olmak gibi bir amacı kesinlikle olmadığından; zamanın romantik tarzına uyup, süslü laflar ederek okurlarını cezbetmeye çalışmadı -zaten bunu yapabilecek ne yeteneği ne de zamanı olduğunu düşünüyordu. O, parasızlıktan kurtulmaya yeminli bir gazeteciydi ve uzun hikâyesini bir ay kadar kısa bir sürede yazabilmasi için bildiğinden şaşmamalı, kitabı alışık olduğu gazeteci üslubuyla yazıp baskıya yetiştirmeliydi. En kolayı, kendini Robinson’un -yani Selkirk’ün- yerine koyup, kahramanının yetmiş yıla kadar yayabileceği “anılarını” yazarak işe başlamaktı. O da öyle yaptı.

Daniel, kendisi gibi herşeye meraklı Robinson’unu 1651 yılında, -daha ondokuz yaşında iken- Batı Afrika’ya, ilk maceralı deniz yolculuğuna gönderdi. Eh ne de olsa elinde, yalnız Selkirk’ün hayat hikayesi değil, Portekizli denizcilerin ve kaşiflerin yazdığı çok sayıda seyahatname de bulunmaktaydı. Denizcilerin abartılı hikayelerinin, herzaman en iyi satan gazete malzemesi olduğunu çok iyi biliyordu. Tavanarasında elinde diviti, sabahlara kadar yazdı yazdı yazdı. Sırf okurlarının dini duygularını harekete geçirmek ve azıcık da olsa çağın roman geleneklerine saygı göstermek babında, aralara dinsel-felsefi duygusallıklar sıkıştırmayı da unutmadı.

Daniel, ticari hevesini yenemeyip ilk yolculuğuna çıkarken Robinson’unun yanına, 40 Pfund Sterlin değerinde mal verdi. Genç Robinson, Daniel’den âlâ bir tüccar olduğunu kanıtlamak istercesine bütün mallarını Afrikalı zencilere okutup, karşılığında onlardan, ikibuçuk kilo kadar altın topladı. (Zaten Batı Afrika sahili yağmalanmadan önce “Altın Sahili” diye anılmıyor muydu?) Robinson Crusoe, Londra’ya dönüp, altınlarını üçyüz küsur Pfund Sterlin’e çevirince Daniel’in ağzı kulaklarına vardı.

Daniel, ikinci seyahatinde Robinson’unun karşısına, zamanın ticaret gemilerinin belalısı Türk korsanları çıkardı. Türkler eften püften gemilerle değil, 18 toplu karavelalarla saldırıyorlardı. Cervantes, “Topçuluğun şeytansı keşfi, en mücadeleci insanı öldürebilecek kalleş ve iğrenç bir ele izin veriyor” diyordu Türkler hakkında. Robinson, Cervantes gibi esir düştü ve ancak iki yıllık esaretin ardından bir sandalla kaçıp bir Portekiz gemisine sığınabildi. Yeni macerasının başlayacağı Brezilya’nın Sao Paolo eyaletindeki Santos limanına geldi.

Daniel kahramanına tez elden yeni dostlar edindirdi, onu parlak ticari fikirlerle donattı. Santos limanın etrafındaki bölgelerde tütün ve şeker pancarı plantajları bulunmaktaydı. Robinson’un sömürgeci dostları, gereğinde aç karnına çalışacak tıynette Brazilyalı işçi bulmakta zorlandıklarından, Afrikalara varana kadar dünyayı turlayıp tanıdığını söyleyen Mr. Crusoe’ya başvurarak dertlerine derman olmasını istediler. Şöyle yumuşak başlı, efendisinin bir sözünü iki etmeyen, kamçının dilini çabucak öğrenebilecek kara derili taze insanlara ihtiyaç vardı. O yıllarda Brezilya’da ticaret almış başını yürümüştü. Daniel’in kitabında yazdığı kadarıyla, işçilerin topladıkları tütün ve ürettikleri şeker Avrupa’ya satılıyor, karşılığında Avrupa’dan kumaş ve iş aletleri getiriliyordu. Daniel Robinson’una, Brezilyalı dostları için Portekiz üzerinden İngiliz kumaşı sipariş ettirmek gibi ince ayrıntıları bile unutmadı romanında. Daniel, “Maceramı bir an evvel bitirip yayıncıların önüne koyayım” aceleciliğiyle; o dönemde Santos limanının, kahve ticaretinin dünyadaki en önemli merkezi olduğuna tek bir cümleyle de olsa değinmeyi unuttu.

Saygıdeğer Mr. Crusoe, zenci köle “temin etmek” amacıyla Afrika’ya doğru yola çıktı çıkmasına da, gemisi, Daniel'in müdahalesiyle doğuya değil de kuzeybatıya dümen kırdı ve Venezuela sahillerine pek uzak olmayan bir yerde, gene Daniel’in üfürüp azdırdığı muazzam bir fırtınaya yakalanıp battı.

Daniel, gazete arşivini ve tomar tomar notlarını kullanarak, masabaşı haberciliğin dikâlâsının nasıl yapıldığını, dostlarına ve yakasını bir türlü bırakmayan düşmanlarına göstermek hırsıyla divitini konuşturdu. Kitabının kurgusu için, zamanının en doğru ve en kesin ticari bilgilerini kullandı. Hikayeyi öyle ayrıntılı, öyle sıkı örmeliydi ki; bütün iyi niyetli okurlar ve onları dinleyen bütün saf vatandaşlar Robinson’un varlığına ve yaşadığı maceralara inanmalıydılar. -Hatta bir çoğu, “dur ben de onun yaptığı gibi yapayım” demeli ve yeni adalara yelken açmalıydılar.

Bu Robinson tam bir demir leblebiydi. Dile kolay tam yirmisekiz yıl tek başına yaşamasına rağmen -dilini unutmak bir yana- Cuma adlı bir yerliye İngilizce öğretecek kadar sağlam bir akıl sağlığına sahipti. Doğanın acımasızlığına teslim olmak bir yana, -imkanları elverdiği ölçüde- İngiltere’den alışık olduğu hayatı ve “uygarlığı”, Tanrı’nın unuttuğu ıssız bir adada tek başına kurabilecek kadar güçlü bir iradeye sahipti. Daniel onu dünyadan soyutlayıp, “hadi bakalım, göster kendini ya kulum” deyince; Robinson tepeden tırnağa hırs kesilip, zamanın bütün sömürgecilerinin sahip olması gereken özellikleri Daniel’in okurlarının bilgisine sunuyordu: Sonsuz özgüven, cesaret, mucitlik, kâşiflik vs. vs... Robinson, bu büyük “ruhsal” sermayesine dayanarak, sömürgelerde, hiç yoktan parasız-pulsuz yepyeni yerleşim birimlerinin ve ekonominin nasıl kurulabileceğini gösterip, dış dünyada herkesin “efendi” olabileceğini gösteriyordu. Adam kazazede değil adeta şirket menejeriydi. Durmadan bir şeyler yapıyor, hiç durmadan çalışıyordu: İş aletleri, ev aletleri, çitler, sepetler (bu arada evcilleştirdiği keçilerin bakımını da unutmayalım) ve daha neler neler.

Daniel, yazdığı hikayeyi “gerçek” diye sunmaya kesin kararlıydı. Robinson’unun ıssız adadaki hayatını bazen saat saat anlatmaya kalkacak kadar fanatikleşti. Selkirk ve Rogers’dan duyduklarının özüne sadık kaldı, ama kendi kurgusunun cazibesine kapılarak gerçek Selkirk-olayının iyice dışına çıktı. Yaptığı değişikliklerin bedeli çok ağırdı. Romanını, ancak profesyonel kâşiflerin, coğrafyacıların, doğa bilimcilerinin farkedebilecekleri önemli hataların üzerine inşa etmek zorunda kaldı.

Daniel; Robinson Crusoe’yu, Selkirk’ün Şili kıyıları açıklarındaki adasına değil, Venezüela’nın kuzey doğusundaki Drinoko nehrinin (Onun yazdığı şekliyle “Oroonoque” nehrinin) Atlas Okyanusuna kavuştuğu bölgede Trinidad dolaylarında hayali bir adaya çıkarttı. Ve “yanlışlıkla” Selkirk’ün adasındaki keçileri de Robinson’un adasına koydu. Halbuki 18. Yüzyılda, o bölgenin adalarında ve sahillerinde tek bir keçi bile yaşamıyordu. Üstelik adalar, korsan ve ticaret gemileri için hiç kullanışlı değillerdi. Robinson'un romandaki adası “henüz keşfedilmemiş ıssız bir ada” olduğuna göre, üzerinde keçilerin yaşaması -bu nedenle- komikti. Hadi Robinson’un ıssız adası yakınlarında bir geminin batmış olduğunu ve keçilerin karaya çıkıp çoğaldıklarını var sayalım. Böyle fantastik bir durumda bile hiç bir keçi, batık gemiden kurtulup adaya çıkamazdı, çünkü keçiler yüzemezler! (Tabii aynı şey domuzlar için geçerli değil. Domuzlar, ada yakınında batan bir gemiden pek ala kurtulup adaya çıkabilir, çoğalıp Daniel’in kitabına malzeme, Robinson’una av olabilirlerdi, olamadılar.)

Daniel’in hayali adası, bulunduğu yer nedeniyle diğer adalar gibi yoğun tropikal bataklıklarla kaplı olması gerektiğinden; Robinson’un o yüksek nem ortamında -yani malaryanın keskin tırpanıyla kol gezdiği bir yerde- ateşlenip ölmeden 28 yıl güle oynaya yaşaması kesinlikle imkansızdı. Mr. Crusoe’nun hayatta kalabilmesi için en azından “kinin” denen şeyden haberdar olması ve tabii onu kullanması lazımdı. Gerçi Robinson 1659’da adasına ayak bastığında kinin bitkisi Avrupalılar tarafından daha yeni keşfedilmişti ama Daniel’in tropikal adasında kahramanına kinin bulması için hikayesini kökten değiştirmesi, hatta yer yer yeniden yazması gerekiyordu. Kinini maalesef İngilizler değil, İngilizlere diş bileyen İspanyollar bulmuşlardı ve onlar kullanıyorlardı. Robinson’a en yakın ispanyol kolonisi ise, Amazon nehrinin, sonsuz tropikal ormanların, And dağlarının ardındaki Peru’da bulunmaktaydı. Daniel bir kinin yüzünden hikâyeyi değiştirmeyi elbette aklının ucundan bile geçirmedi. Oysa Robinson’un yanında kinin olsaydı, Daniel’in kitabındaki gibi tütün çiğneyip bulamacını içerek malaryadan kurtulmaya çabalamazdı –hem zaten kurtulamaz, en fazla biriki yıl içinde kesinlikle ölürdü.

Böyle “küçük” hatalar kadı kızında bile olduğundan, o zamanın dünyadan habersiz okurunun dikkatini çekmedi. Anlattıklarına bakacak olursak Robinson’un tropikal olması gereken adasında zaten tropikal bitkiler bulunmuyordu. Onların yerine tahıl, asma falan gibi suptropikal bitki ve ağaçlar yaşıyordu. Robinson’un anılarında adını andığı tek tropikal bitki, “Demir ağacı” denen (ve farklı cinslerinin o devirde Trinidad bölgesinde ve Hindistan’da, hatta kısmen Avustralya çevresinde görüldüğü) tropikal bir ağaç türüydü o kadar.

Robinson, adadaki dünyasını, yalnızlığını, Tanrı’ya şükrederek kabulleniyor ve onu “cennet” diye tarif ederek kendini adasının, yani kendi küçük dünyasının efendisi ilan ediyordu. Robinson’un özgüveni, kendisine ait olmayan bir ayak izi gördüğü anda başına yıkıldı!

Daniel, Robinson’un bu özgüven kaybına çok kafa yorup çok sayfa ayırdı. Gece yarıları odasında, ağır ceza mahkumları gibi kısa voltalar attı. Daniel’in Robinson’u; iç huzuruna kavuşabilmek için insanların hepsini son kişisine, bitkileri son yaprağına, hayvanları son solucanına kadar tasnif ve kontrol edebilmeliydi. Baktı edemiyor, edemediklerini ya öldürmeli, yakıp yıkmalı, ya da çitlerle kendinden uzak tutmalıydı. Robinson, kendi dünyasının tek hakimi olmadan kendini asla rahat ve “güvenli” hissedemedi. Kendine benzemeyen yabancıları görünce o iyi ve inançlı adam, gözünün yaşına bakmadan adam öldüren katilin teki oldu. (Gerekçesi güvenlik!)

Daniel, okurlarının gidecekleri “keşfedilmeyi bekleyen” adalarda, “uygar efendiler” gibi davranabilmeleri ve gereğinde “vahşileri” gönül rahatlığıyla öldürebilmeleri için zamanın moda korkularını da ceplerine koydu: Yamyamlık. Vahşiler adı üzerinde vahşiydiler ve beyazları yiyorlardı. Bu ahval ve şerait dairesinde, gidilecek uzak diyarların yerlileriyle kurabilecek tek “dostluk” ilişkisi, efendi/uşak ilişkisi olabilirdi –tabii Robinson’un efendi olması koşuluyla... Uygar Robinson, onun kölesi ve uşağı olmaya fazlaca meraklı Cuma’ya; ancak insanların yenmeyeceğini, İngilizce konuşmayı, pazarları kiliseye gitmeyi ve bunun gibi bilumum “önemli” şeyleri öğrettikten sonra –o da kısmen- güvenebiliyordu. Gerçek şuydu ki, özgür vahşilere asla güvenilemezdi, çünkü onlar adamı yerlerdi.

Daniel’in kitabı, 25 Nisan 1719’da piyasaya çıktı ve iki hafta içinde bütün kitapçılarda tamamen satılıp tükendi. Yayıncısı buna hazırlıklı değildiyse de, satışlara ayak uydurmayı başardı. 12 Mayıs’da ikinci baskıyı piyasaya sürdü; kitap gene yok satınca acilen yeni kâğıt temin edip 6 Haziran’da üçüncü baskıyı yaptı. Bu tarihten sonra durmadan kâğıt satın almak gerekti, çünkü kitap o yıl toplam 80.000 adet satıldı. Bu, o zaman için, erişilmesi imkansıza yakın bir rekordu. Daniel, kitabından büyük bir servet kazandı.

Kitap ilk yayınlandığında kaptanlar, tüccarlar ve özellikle parasını yeni sömürgelere yatırmak konusunda kararsız olan varlıklı insanların başucu kitabı haline geldi.

Daniel bugün yaşasaydı ve dosyası koltuğunda Londra’daki saygın yayınevlerinin hepsini dolaşsaydı; bir tek yayıncının bile o kitabı yayımlamaya yanaşmadığını görüp, dünya edebiyat tarihinin yazmayacağı büyük hayal kırıklıklarından birini yaşayabilirdi. Daniel inatçıdır kolay pes etmez. Eminim istisnasız bütün yayınevlerini tek tek dolaşır, yayıncıların iğneleyici sözleri ve eleştirileri karşısında kafayı sıyırıp onları analarından doğduklarına pişman ederdi; tabii sonra da Jack’in malum meyhanesine düşerdi. Ama o, yazar ve yayıncıların güzellik uykularından uyanmalarını beklemedi. Daha Jules Verne (Robinsonlar Okulu), William Golding (Sineklerin Tanrısı) ve diğer büyük yazarlar doğmadan ve -bugün “Robinsonad cinsi roman” denen- ve çok daha iyi yazılmış romanlar akıllara düşmeden, Daniel Defoe, Robinson kitabını yıldırım hızıyla bir ayda tamamlayıp yayıncısına teslim etti...

Not: Daniel Defoe, Robinson kitabından, hayallerinin ötesinde büyük paralar kazandı. Amacına ulaştı ama mutluluğu çok kısa sürdü. Hayatının son büyük “ticari hatasını” yaparak; parasal işlemlerde kolaylık olsun diye, daha yaşarken bütün servetini sevgili oğlunun üzerine geçirdi. Oğlu, hiç beklemediği bir şekilde onun servetinin üstüne yattı ve büyük servetinden yazara, küçücük bir emekli maaşı dahi koklatmadı. Oğluna çok kırılan Daniel Defoe, sefalet içinde, 1731 yılının 26 Nisanında Londra’da hayata gözlerini yumdu.