Düşünmek, insanı neden melankolik yapar, ya da nasıl melankolik yapmaz?

Okumaya 9 Şubat 2007'de Boğaz vapurunda başladığım linguist George Steiner'in "Düşünmek insanı neden melankolik yapar" diye çevirebileceğim (Warum Denken traurig macht) kitap hakında 2011 yılında bloguma "bu konuda yazacağım" diye not düşmüşüm, ama o yazı hiç yazılmamış. Çok net bir nedeni var: Kitap, oldukça karamsar bir bakış açısının ürünü, yani bana biraz ters. Ama konunun önemine binaen ve dostların önerileri üzerine yeniden değinmeyi gerektiriyor, çünkü bana ters geliyor diye yanlışları ifade etmiş olmuyor ama tercihen üzerinde durmamışım, bu tavrımı da izah etmeye çalışacağım.
   Kitap sadece 90 sayfalık, akıcı olmayan garip bir dille yazılmış, en fazla iki günlük okuma malzemesi ve Düşünmek ediminin melankoli ile neden doğrudan ilintili olduğunu on maddede açıklamayı deniyor, ama ben kendi adıma yazarın bu tezini kanıtlamakta pek başarılı olduğunu söyleyemeyeceğim, çünkü bu on maddeden ilki, düşüncenin sonsuzluğu, ama mükemmel olmayan, bölük pörçük sonsuzluğu, kitap da böyle. Evet, düşüncenin sınırları yok, sonsuz, ama esasen bir sürü eveleme gevelemeden ibaret ve bunu bilmek de insanı "üzüyor" diyen yazar, kitabında mistik Doğu inançlarında konsantrasyon ile beyindeki harala-gürelenin nasıl susturulabildiği konusuna sadece bir yerde biriki cümleyle değiniyor. Elbette herkesin Buddha rahibi veya Daocu keşiş olması gerekmiyor, ama "kafam neden bu kadar dağınık" diye depresyona giren insan sayısı hiç de o kadar fazla değil. Bunu özellikle yazıyorum, çünkü yazar "Düşünmek" derken, sadece felsefe-fikirkültürfiziği-lafcambazlığı sanatlarından bahsetmiyor, sıradan "Düşünmek" olayının da melankoli ile ilintili olduğunu söylüyor.
   İnsanın düz bir laser ışını aydınlığında fikir fikir üstüne aynı istikamette geliştirip geliştiremeyeceğinden dem vururken, bunun çok az insana nasip olduunu ve aşırı konsantrasyonun da balataları yaktığını, sadece matematikçiler ve satranç oyuncularının bu şekilde harikalar yarattıklarını falan anlatıyor. Evet yoğunlaşarak bir istikamette düşünmek ve önemli fizik/matematik/sosyal problemleri çözmek herkesin yapabildiği bir şey değil, -belki de belli meditasyon teknikleriyle herkes öğrenebilir (evet öğrenebilir) ama neden herkes yoğunlaşsın ve düşüncesini bir laser ışını gibi kullansın? İnsanı insan yapan ve orijinal ilginç yaratıcı olmasını sağlayan şey, onun kendine işkence yaparak tek bir şey/konu/dalgametre üzerinde yoğunlaşması değil ki. İnsan, özgür bir yaratık olarak, kafasından geçen çalkantılı nehirler kıvamındaki bin bir düşünce, anlık anımsamalar, dün duyduğu şarkı, gördüğü süper kadının aksi ve daha onyüzbinmilyon baloncuğun etkisi altında yaşıyor ve bunlar içinde kendince geliştirdiği bir seçicilikle bazılarına dikkat kesilip diğerlerini unutuyor. Yazar gibi bu lüzumsuz akışı "israf" sayıp üzülmenin alemi yok bence. Evet, bir çok yazar, bu yarımbuçuk düşünceler okyanusunu israf sayan yazarlar da olmuştur, hatta belki haklılardır da, ama her düşüncemizi allı pullu bilmemne teorisi haline getirip (maddi anlamda) "değerlendirmemiz" gerektiğini sanmıyorum. Yani yazarın konuya yaklaşım tavrı hep, bardağın boş tarafından.
   Düşüncelerimiz bizim, "bize has" tek hazinemiz, çünkü kesinlikle "tek" ve benzersiz. İşte tam burada yazar insanı tam orasından vuruyor ve kendimize has o düşüncelerin aslında ne kadar sıradan, ne kadar az sözcükten oluşan, peyderpey unutulan, belli bir halkın içine doğmuş ve genellikle o dille sınırlı bir banallıktan ibaret olduğunu gösterip, bunun ne kadar üzücü bir şey olduğunu herkesin içten içe bildiğini söylüyor. Şimdi ne kadar sıradan ve "solda sıfır" olduğumuzu kendi kendimize kanıtlamak istiyorsak, internetten dünyanın boyutlarına, bir de samanyolunun boyutlarına bakabiliriz. Dünya orada bir nokta bile değil -nerede kaldı insanın boyutları. O halde?! İnsan elbette çok özeldir ve en sıradan düşüncelerine rağmen böyledir. Bu sıradanlığın farkına erken varanlar, çok okuyup çok gezip hapşırdıkça çok yaşayıp, kendilerince hayatlarını anlamlandırmaya çalışıyorlar. Bu çaba elbette bir rahatsızlığın ürünü veya o rahatsızlık su yüzüne çıkmasın diye yapılan bir şey, ama bu yüzden karam karam kararmanın alemi yok. Zira hayat düşünmekten ibaret olmadığı gibi, insan da kendini sürekli birşeylerle/birileriyle kıyaslayıp mutsuzluk namzeti olmaya namzet bir varlık değil. Albert Einstein bile, "Benim gerçekten orijinal, sadece iki fikrim oldu hayatta" demiş olabilir. Hayatta -biz orijinal olduk desek bile- hiç orijinal bir fikir üretmemiş, hatta hiç orijinal bir hayat yaşamamış olabiliriz, ama bunlar bile hayatımızın kalitesiz olduğunu, buna üzülmemiz gerektiğini göstermez. Hayatın kalitesi esasen mutluluk katsayısıyla ve memnuniyet derecesiyle alakalıdır. Mağraya kapanan eski keşişleri neye yoracağız? Hepsi de mutlu mesut bilge insanlar olarak çıkmışlar mağralarından, hem de mümkün olduğunca az düşünerek. -Bu konuya döneceğiz.
   Düşünüyoruz derken, "Gerçek" denen şeyin ne olduğu konusunda kafamız karışık olabilir, hatta dürüstlüğün ne olduğu da sorun olabilir. Çokbilmişlere, "A yanıldın" denince yelkenleri indirmeden "Ama bak bu böyleyken böyle" diye asla kesin ve net yanıtlar veremedikleri gerçeğini izah etmek, elbette acıtır. Ama bunu yapmalı mıyız, veya bu net olmayan gerçeklerle, -üzülmeden- yaşayamaz mıyız? "Düşünmek, gerçeği ıskalamak demektir" evet, ama insanın gerçeğinin eni-boyu-derinliği konusunda bu kadar kibirli değil de, biraz daha mütevazi olmayı kabullensek? O zaman üzülmeyiz.
   İnsanın içinden konuşması ve düşüncelerinin büyük bölümünü bu monologların oluşturduğunu, düşüncenin önemli ölçüde dille alakasını ve bunların kısıtlılığını kafaya takmak mümkün, ama bu sonsuz çene yarışını nisbeten susturmak da mümkün. Yazar bunu kabul etmiyor ve "İki şey istemimiz dışındadır, asla durduramayız" diyor, "nefes almak ve düşünmek". Yazar, "Nefesimizi bile uzunca bir süre tutabiliriz, ama düşünmeyi aynı süre kadar durduramayız" diyor, ben bu konuda o kadar emin olmaması gerektiğini düşünenlerdenim (Nuray Mert beni andı!) George Steiner, insanın kendini ruhen geliştirmek itkisinin ağızlarda peydahladığı o aci "bilinmezlik" tadını, melankoli ile özdeşleştiriyor ve düşünce ile melankoli arasında bir (eşdeğer) karşılıklılık (equivalence/Äquivalenz) karabasanı üretiyor. Yanlış değil, ama doğru da değil. Konuya karabasan perspektifiyle yaklaşmak zorunda değiliz.
   Yazar, insanın üzüldüğü veya üzülmesi gereken diğer konunun, asla mükemmelliğe ulaşamaması olduğunu söylüyor. Ne kadar da doğru! Ama bazen, mükemmelliğe eriştiğimiz duygusuna, veya yakınımızda/ekranımızda birinin mükemmelliğe ulaştığı hissine kapılıyoruz. Ağustos böceklerinin ve karıncaların bu konuda farklı normları olmalı, tıpkı ejderha katili masal kahramanlarının ve tabii ki peygamberlerin brahmanların kamların, durmadan dönen gezegenlerin ve onlara özenen samimi dervişlerin farklı mükemmellik normları olduğu gibi. Belki insanlar, asla ulaşamadıkları mükemmelliği birilerine yakıştırıp onları kendilerine peygamber, melek, Tanrı yapıyorlardır? Bu, onların zavallılığını değil, büyüklüğünü ve mükemmellik saydıkları meçhule yaklaşma azimlerini ve büyük cesaretlerini gösterir. Ben olaya iyimser tarafından bakmayı tercih ederim. Evet insan hedeflediklerinin çoğuna ulaşamaz, planla hayatın iki farklı şey olduğunu tesadüflere takıla kapaklana öğrenir, düşüncenin ne kadar hızlı olduğunu, hayatın gerçeklerinin ne kadar yavaş olduğunu da yaşaya yanıla düşe kalka öğrenir. İnsan, umutla bin türlü hedefine doğru ilerlemeyi karınca adımlarıyla sürdürürken ne umuttan vazgeçebilir ne de karınca adımlarından, ama bütün bu mutsuzluk/melankoli "kaynakları"nı kurutmanın yolu yöntemi, sonsuz mistik kaynaklarda, Vedanta'da, Dao De Ching'de, Srimad Bhagavatam'da mevcuttur ve insan iç huzurunu bunlarsız da bulabilir. Burada hemen anlatabileceğim en kolay yöntem, üzerine yoğunlaşıp düzenli olarak düşüneceğiniz, onu aksiyona dönüştürüp bir sonuca bağlayacağınız problemler çözmektir. Mesela bir yıllığına Fiji'ye mi gitmek istiyorsunuz? Bunu seferberlik-savaş meselesi falan gibi bir şey ilan edip, parasını pulunu ve orada ne kadar süre kalıp ne yapacağınızı, tek kuruş paranız da olmadan planlayıp gerçekleştirebilirsiniz, yeter ki belli bir düşünce yoğunluğuna samimiyetle ulaşın. Fırsatlar, olaylar, tesadüfler, bir şekilde gerçekleştirmenize destek olacaklardır. Haberi bulan ve herkese -nerden buldun- dedirten gazeteciler, bunu çok iyi anlayacaklardır, veya aklına cins cins fikirler gelen yazarlar. Önemli olan yoğunlaşmak ve samimiyettir. Bu ikisi, melankolinin düşmanıdır. Bütün gün arpacı kumrusu olmanıza gerek yok. Devamlılık ve işin peşini bırakmamak, inanmak esastır. Tabii hayatınızı böyle cenderelerle sıkmanıza gerek yok. Eğer hayatınızdan memnun olmayı biliyorsanız, bunların asgarisiyle yetinebilirsiniz, en mutlu insanların ünlü ve zengin olmadıklarını, mütevazi evlerde oturduklarını ve kendini para diye paralayanları hayretle seyrettiklerini unutmamak şartıyla. Düşünceler ile düşüncelerin gerçekleşmesi arasındaki "fark" ("uçurum" da diyebilirdik) oldukça büyüktür, ama çaba ve umut esastır. Bu elbette insanı karartan bir durum, ama ille de "yapacam" diyorsanız, cendereye girip yukarıda yazdığım kaynaklara başvurabilir ve çabalarınızın yoğunluğunu yüksek oktanlı hale damıtabilirsiniz ve sonra daha kolay mutlulukları tercih edebilirsiniz, bunların zamanını türünü kendiniz belirleyebilirsiniz. Melankolik olmayacağınızı göreceksiniz. İnsanları, "saygın" olabilsinler diye kıçıkırık "büyük adamlar" tarafından konmuş normlara uymaya zorlayıp, zorlandıkları sürece mutsuz, başaramadıklarında daha da mutsuz olmalarını dayatmanın, en başta özgürlük prensibi ile sorunu var. Hayatın sadece nicel değil, nitel kaliteyle alakalı bir şey olduğunu unutmamak gerekir.
   İnsanın "makul akıl" dediği, ondan da öte matematiği fiziği, evreni falan açıklarken "insana göre" açıklıyor -ve sırf bu nedenle zaman zaman "saçma" gelen anlaşılmazlıklara bilinmezliklere tosluyor. İnsanın samanyolundaki noktanın noktası canlılar olarak bu kadar büyük sayılarla hesaplar yaparak eğlenmesi bile başlı başına uşuracak sevinç malzemesidir, üzüntü değil. Yazara kalacak olursa makul akıl daima bir yerde karanlığa toslamaktadır, aydınlık hep bir yerde karanlığın önünde duraklamaktadır. E ne yapalım? Kaldığı yerden devam edecektir ve arada en kral şarabın dibine vurup en güzel aşkları da yaşayacaktır.
   Aşk demişken, insanın en sevdiği en yakınının düşüncelerini dahi çözememesi, anlayamaması da yazarın melankoli konusu. Bu yüzden memlekette sayısız cinayet işleniyor da olsa, konu bir uygarlık meselesidir. Hem ağlar hem gideriz, hem üzülür hem seviniriz. Her düşüncenin bilinmemesi hiç de fena bir şey değildir bana sorarsanız.
   Bazı düşünceler düşünmeye değmez. Sadece bu bile önemli ölçüde negatif düşüncelerden uzaklaşmaya, üzülmeyip yaşamaya yardımcı olur. Sıradan günlük düşünce ötesi "fikriyat" anlamında "düşünmek" öğrenilebilir mi? Elbette! Ama "hadi, bundan kelli ben düşünmeyi öğreneceğim" diyorsanız, -bu tüm işler için geçerlidir- o işten uzaksınız demektir. Elbette öğrenebilirsiniz, uzaya gönderilen uyduları regaip kandili sırasında melekler imal etmiyor, hepsi insan ürünü ve bence -akli melekesi- ortalamanın ortasında herkes, her şeyi hakkıyla öğrenebilir, ama öğren meli midir? Asıl soru budur. Çünkü düşünmeye karar veren kişi, bunu çoktan, hem de üzerinde düşünmeden yapmıştır, onunla ilgili konularla ilgileniyordur ve amcası-dayısı "sen bundan sonra düşün" dedi diye bir gece ansızın düşünmeye karar vermez. Kendini iyi gözlemleyebilenler bir gece ansızın böyle kararlar vermezler. Her insanın kendi doğasına has böyle "karar vermeden vermiş olduğu kararları" vardır. Buna uygun yaşayanların, melankolik olmalarına ne gerek ne hacet ne de gereksinim vardır. Hayat, düşüncenin binbir türüne açık renkli bir alandır ve bunlardan biri, diğerinden daha değerli veya değersiz değildir. Bilmemkaçmilyon ışık yılı uzaktan Dünyaya bakmaya gerek yok, Ay'dan Dünyaya baktığınızda bile bu gerçeği görebilirsiniz. Düşüncenin özgür akışını susturmak, hatta kendini/nefsini "terbiye" ederek ("marizlemek" anlamında), öğrenme kapasitenizi ve dikkat/yoğunlaşma kapasitenizi artırabilirsiniz. Bu konuda günümüzde uzak Doğu'da çok şey öğrenebilirsiniz, hatta iradenizi kullanıp kendi metodlarınızı kendiniz de geliştirebilirsiniz -yeter ki o kurallarınıza sadık kalın (ama neden?! Eğer bir konuya yatkınsanız, kendinize eziyet etmenize genellikle gerek kalmaz). Ama düşünmek ile yaratıcılık arasındaki farkın daima bir burukluk kaynağı olabileceğini düşünmek yerine, bunları "doğal akışlarına" bırakabiliriz.
   Yazarın sözünü ettiği son melonkoli kaynağı, "Önce söz vardı" veya "Yaratan Tanrı'nın adıyla oku" sözlerinden tanıdığımız: Dil. Yazar, kendi uzmanlık alanında yazmanın verdiği rahatlıkla, Tanrı'nın ve inancın önemine, günümüzde bunun reddinin, bu açığın (sadece kanıt/kunut malzemesi olmamasına rağmen) -bilimsel veya mantıksal gerekçelerle kapatılamamasını da bir melankoli gerekçesi sayıyor.
   Bugünün laik akıl-fikir toplumu, sınırsız söz ve rasyonel düşünce üzerinde geliştirilerek inşa edildi, ama Tanrı üzerine/merkezli konuşmaların tartışmaların yerini tutabilecek bir faktör (inancın son birkaç yüzyıldır modern toplumların gündeminden düşmesine rağmen) bulunmuyor. Onbin yıldır insanın düşünce/hayal dünyasını şekillendirmiş inançların, Tanrı fikrinin ve onlardan kaynaklı metaforların, deyimlerin, düşünce kalıplarının vs. etkisinin, üçyüz yıllık bir modernleşme/kapitalistleşme sürecinde insanın harcındaki payını görmezden gelmek/reddetmek mümkün değil, ama bal gibi reddediliyor, bilim/ilim/dilim bunu gerektiriyor ve bu da "üzüyor." Yazar, onca belirsizlik sürerken, en azından insanın varoluşu kadar eski Tanrı/kutsal kavramı'nın rasyonel düşünce adına iptalini, melankoli gerekçesi sayıyor. Tanrı, Twitter Thread'leri ile reddedilip yerine günlük rasyonel "neden-sonuç" ilişkilerinin ve akıllı laf salatalarının konabileceği bir faktör değil. Ama bu üzüntü konusu bile, Tanrı'nın bu zamana göre yeniden tarifiyle aşılabilir, üstelik bu, insanların Kal-ü Belâ'dan beri yaptıkları şeylerden olur. Her çağın kendine göre bir Tanrı/kutsal anlayışı var, bu çağın neden olmasın?
   İnsanı esas üzüntüye gark edenler: klişeler ve yarımbuçukluklar ve vıdı vıdı konuşup hiç bir şey söylememekler. Çokluktan ziya kaliteye odaklanınca, melankoli nedenleri de kendiliğinden ortadan kalkıyor ve geriye dingin, canlı, derin bir huzur kalıyor. Mutluluk için sağlam bir dayanak noktası. O halde düşünceyi ve keşişler gibi "düşünmemeyi", malankoli değil, sevinç nedeni haline getirebiliriz. Düşüncenin hızı ve eylemin ahesteliği arasındaki farkı bilir ve kabullenirsek, boş yere üzülmemize gerek kalmaz.