3000 Yıllık refah toplumunun sırrı

M.Ö.41 yılı. Gül mevsimiydi. Anadolu'nun güney kıyıları yılın en güzel günlerini yaşıyordu. Kleopatra'nın çektirisi, irili ufaklı sayısız tekne ve yelkenli gemiden oluşan bir filo eşiliğinde Tarsus'a doğru ilerlerken, Roma'nın yeni güçlü adamı Marcus Antonius da, şehrin pazar meydanında mahkeme kurmuş, halkın dertlerini dinlemekteydi. Tarihçi Plutarch'ın tüm detaylarıyla aktardığı üzere, pazar meydanındaki açık hava mahkemesinde, birden fısıldaşmalar başladı. Fısıltıların Antonius'a ulaştırılan şekli, “Aşk tanrıçası Aphrodite'nin altın bir kayığın üzerinde şehre girdiği, Asya'nın (yani Anadolu'nun) refahı için Dionysos ile birleşmeye geldiği” mealindeydi.
   Marcus Antonius, gelen “Tanrıça”nın Mısır hükümdarı Kleopatra olduğunu elbete bilmekteydi, çünkü onu Tarsus'a, ayağına çağıran bizzat oydu. Kleopatra, Julius Sezar'ın öldürülmesinden sonra çıkan Roma iç savaşında takındığı tavrın hesabını vermeliydi. Antonius, Kleopatra'nın güç ve iktidar için neler yapmaya kadir olduğunu henüz tam bilmediğinden, Antonius'u tanrılara, kendini tanrıçalara benzeten ve daha gelmeden aşk sinyalleri gönderen kraliçeyi heyecanla bekliyordu.
   Güvertesi tamamen altın kaplı ve kıymetli taşlarla süslenmiş atlas yelkenli çektiri, her yanı muhteşem bir sanat eseriydi. Adeta sonsuza dek kullanılmak üzere yapılmış, sağlam ve eşsizdi. Dönemin kalıcı/sürekli refahını sembolize etmekteydi. Kraliçenin yanında müzisyenler güzel melodiler çalmakta, Kleopatra'nın özenle seçtiği Mısırlı güzel kızlar yanında oturmakta bazıları ona hizmet etmekteydi. Herbiri prensesler gibi süslenmişlerdi. Çektiriden etrafa yayılan güzel kokular, Mısır Kraliçesi karaya çıkınca, Tarsus'un her köşesine ulaştı. Plutarch'ın ayrıntılarıyla anlattığına göre, Kleopatra Tarsus'a ayak bastığında üzerinde, “uzun, onun peşisıra su gibi akan bir elbise” giymişti. Antonius'a yaptığı etki de, “vücudunun büyülü güzelliğinin yansıması” ile ilgiliydi!
   Kleopatra'yı Tarsus'a çağıran Antonius, daha o gece, kraliçenin ayağına, onun verdiği ilk davete tıpış tıpış gidip gece boyunca kraliçenin bir dediğini iki etmedi. Davette sadece altın tabak-çanak-çatal kulanıldı, üstelik yemeğe katılanların, bir anı olarak, yemek yediği altın tabağı, çatalı vs. alıp evine götürebileceği söylendi. Kleopatra, Romalı generalleri etkilemeyi iyi biliyordu. Davetler böyle dört gün sürdü. Dördüncü gün -Sokrates'in yazdığı üzere- ziyafetlerin en orijinal günüydü. Çünkü Kleopatra, ziyafetin verildiği salonların tabanını, dizlere kadar yükselen bir gül tabakasıyla, gül taçyapraklarıyla kaplatmıştı. Sokrates, kraliçenin bunun için ne kadar para harcadığını bile yazar. (Holger Lundt, “Die Rosen der Kleopatra” Düsseldorf 2008) Kleopatra, Romalıların bütün zayıf yanlarını böyle sonuna kadar kullanmasını bilmiş akıllı, güzel ve güçlü bir kadındı. Tabii bütün özelliklerinin olumlu sayılması gerekmiyor. Onun bu gül savurganlığı ve lüks tutkusu, zamanın entelektüelleri tarafından kıyasıya eleştirilmiştir. Mesela Seneca, açıkça “pervers”likten (sapkınlık), “doğaya aykırı” bir yaşam tarzı sürüldüğünden falan bahseder ve bunu sertçe yerer. Güzelliğin, kültürün ve ölçülü/vicdanlı refahın değerini bilmeyen entelektüellerin de, gül yerine buğday ekilmesini önerdikleri görülür. (Gülün ve güzelliğin yeri başkadır, buğdayın ve tokluğun yeri başka. Bunlar birbiriyle çelişmez, birbirini tamamlar -abartmamak ve ölçülü olmak koşuluyla.)
   Gül, o devirde lüksün ve refahın sembolü sayılmaktaydı. İtalya'da/Roma'da henüz yetişmemekteydi ama çok nadide bir çiçek olduğundan zenginliğin ve lüksün göstergesiydi. Roma'ya gül, gül taçyaprağı, gülsuyu, gül esansı, gül parfümü, vs. Mısır'dan gitmekteydi. Mısır, Büyük İskender'den sonra ülkeyi devralan Grek/Yunan asıllı Ptolomeos'lar tarafından yönetilmekte, Kleopatra da bu kültürün temsilcisiydi. Kraliçe, Mısır'ın sürekli daha kötüye giden bitiş dönemini temsil eder. Halkın ve Ülkenin giderek fakirleştiği, eski refah döneminin bozulma sürecini yaşadığı, zenginlerle fakirler arasındaki makasın iyice açıldığı bu yeni Mısır, ancak Kleopatra'nın akıllı ve kurnaz entrikalarıyla ölçülü bir güç olabiliyordu.
   Antonius, Kleopatra'nın gül gösterisinden etkilense de onu asıl etkileyen, Mısır'ın buğdayıydı. Bugün dünyada en yaygın olan buğday türünün (Triticum aestivum) atası (Triticum monococcum) ilk kez Anadolu'da Göbeklitepe bölgesinde (ve arkeologların 'Verimli Hilal' dedikleri ve Anadolu'nun güneyinden de geçen bölgede) ekilip biçilmeye başlamıştır. Son verilere göre Urfa'nın 15 kilometre kuzeydoğusundaki bu bölgede, 11.500 yıl kadar önce, yerleşik yaşama özgü ilk köyler kurulmuş ve ilk mabedler inşa edilmiştir. (Klaus Schmidt, “Sie bauten die ersten Tempel” Münih 2006) Göbeklitepe, görenleri hayretler içinde bırakabilecek kadar orijinaldir. Bölgede dolaşırsanız, taş devrinde kullanılan keskin taş bıçaklardan mutlaka bulursunuz kayalık bölgede. Bu bıçaklar, buğday biçmek için ve diğer el işleri için kullanılmıştır. Fakat Kleopatra'nın Tarsus'a çıktığı yıllarda Mısır, halen Roma'nın buğday ambarıydı ve Anadolu bu konuda fakirdi. Çünkü Mısır'daki gibi binyıllara direnebilecek sağlam bir altyapı, devlet otoritesi ortaya koyamamıştı ve herşeyden önce, ekonomik altyapısı, Mısır'daki gibi sağlam bir temele sahip değildi.
   Mısır'ın ihtişamının ve üçbin yıllık refahının sırrı neydi? Ve bu uygarlık, Büyük İskender'in ardından neden giderek hızlanan bir şekilde bozuldu? Kleopatra'dan sonra Mısır'ın görece bağımsız bir hükümdarı bile olmamıştır ve Mısır, Roma'nın bir eyaleti olarak Romalı valiler tarafından yönetilmiş, sonra da çökmüştür. Bu bitişin hazin siyasi öyküsünü herkes bilir. İki kahramanımızı ilgilendiren yanı ise filmlere, romanlara konu olmuştur. Marcus Antonius, Roma'nın sırlarını Kleopatra'ya vermekle suçlanınca intihar etti. Bunu öğrenen Kleopatra'nın zehirli bir yılanla intihar ettiği söylenir. Antonius ve Kleopatra arasında, bu güç gösterileri sırasında büyük bir aşk doğduğu kesindir. Nitekim öldükten sonra Mısır usulü mumyalandılar ve birlikte gömüldüler. Mumyaları bugüne dek bulunamamıştır. (Manfred Clauss, “Kleopatra” Münih 1995) Onlarla birlikte, Mısır'ın refahını garantileyen sır da unutulmuş olmalı. Bazı şeyleri yeniden hatırlamak ve Mısır'ın o engin kum deryasından çıkarmak için ikibin yıl geçmesi gerekti!
   Bilim adamları bu sırrı, Mısır'ın buğday ambarlarında buldular. Mısırlılar, çok iyi (gene bu sistem sayesinde) geliştirilmiş ve çok uzun süre işlemesi için düşünülmüş sulama sistemleriyle tarım yapıyorlardı. Üretilen buğday, devletin kontrolünde depolara konuluyor ve alınan buğdaya karşılık, buğdayın sahibine bir belge veriliyordu. Bir tür para gibi kullanılan bu belgelerin çok somut bir karşılığı vardı: Depodaki buğday miktarı (yani sanal değil reel kapital sözkonusu). Belgeler çeşitli boyutlarda alışveriş için kullanılıyorlardı. Ama bir yıl sonra o belgeler geri çağrılıyor ve üzerindeki sayılar değiştiriliyordu. Eğer biri, bir yıl önce 100 kiloluk buğdayına karşılık bir belge aldıysa, bu kez 92 kiloluk veya 97 kiloluk bir belge alıyor, yani elindeki belgenin (parasının) değeri düşüyordu. Bunun çok basit bir nedeni vardı: Ambar fareleri, çürüme, küflenme vs.
   Para bir iş için kullanılmadan durdukça değer kaybettiğinden, kimse para biriktirmeyi düşünmüyordu. (Bu nedenle bazı bilim adamları, Mısırlıların para kullanmadığını iddia ediyor. Çünkü “Para” lafı altında, sadece günümüzde kullandığımız “durduk yerde çoğalan para”yı ve “maddi karşılığı olmayan bilgisayar ekranlarındaki sanal para”yı anlıyorlar!) Mısırlıların para biriktirmek yerine, ellerindeki belgeleri bir an önce elden çıkartmayı düşündükleri kesin. Bunun için de o belgeleri mümkün olduğunca çabuk yatırıma dönüştürüyorlardı. Ve sırf paranın bu değer yitiren özelliği (eksi faiz) nedeniyle, kalıcı/uzunvadeli, yüksek kaliteli yatırımlar yapıyorlardı. Ayrıca, yaptıkları bütün işlerin ve yatırımların, başında yüzde yüzlük bir reel karşılığı da vardı. Bu para ve yatırım anlayışı sayesinde, yüksek bir uygarlık kurulmuş, zengin-fakir arasında bir uçurumun söz konusu olmadığı, üçbin yıl süren kalıcı bir refah yaşanmıştır. Mısır toplumunda herkesin tok ve belli bir refah seviyesinde yaşaması en normal şeydi, bunun için mutlaka herkesin çalışması gerekmiyordu. (Şimdi de herkesin çalışması gerekmiyor. Günümüzde yapılan işlerin neler olduğuna ve çoğunun ne kadar gereksiz olduklarına bakılarak bu anlaşılabilir)
   Buradan, paraya "Yüzde yüz reel karşılık" denen şeyin anlamını da öğreniyoruz. Bu karşılık, eğer reelse, (bildiğimiz yaşamla ilgiliyse) ARTMAYIP AZALIYOR. Yani doğal ortamla birebir ilişkili bir sosyal düzende, paraya endeks olarak doğal birşey seçildiğinde, paranın değeri artmayıp azalıyor. Kısacası: Durduk yerde değeri artan günümüzün (faizli) para'sı doğaya aykırıdır.
   Refahın paranın niteliğiyle doğrudan ilgili olduğunu, gene Mısır tarihinden öğreniyoruz. Romalıların bu buğday bazlı para sistemini kaldırmalarıyla birlikte, Mısır uygarlığı çökmeye başlamıştır. Roma'nın kullandığı ve değeri hükümdara göre değiştirilebilen sikke sistemi, Mısır'ı çökertmiştir. Roma ve diğer devletler (kısmen faizi de içeren) para sistemleriyle bir refah sağlıyorlardı, ama bunun için sürekli savaşmaları, yeni fetihler yapmaları gerekiyordu. Mısır'ın en az üçbin yıl boyunca kullandığı para sistemi ise hem fetih savaşlarını körüklemiyor hem refahı uzun vadede garantiliyor hem de olağanüstü yüksek kalitede ürünler ve eşyalar yapılmasını, kalıcı altyapı sistemlerinin kurulmasını ve yüksek özgün kültür ve uygarlığı özendiriyordu.
   İnsana ve doğaya aykırı günümüz sistemini değiştirmek, bir zorunluluk. Ve postkapitalist bir döneme doğru ilerlerken tarih, en güvenilir öğretmenlerimizden biri olabilir.