Seçimleri, seçme hakkını ve demokrasiyi yeniden düşünmek

İnternetten "Seçme hakkı"yla ilgili Türkçe yazı arıyorum, önce "Kadınlara seçim hakkı" ile ilgili veriler geliyor. Seçme hakkının "kadir-i mutlak" bir hak olduğu düşüncesi öyle bir klişeleşmiş ki, bunu tartışan da yok. Türkiye'de kadınların katıldığı ve aday olduğu ilk seçimler, 1930 yerel seçimleri, kadınların milletvekili seçildiği ilk genel seçimler ise 1934'de yapılmış. Seçimlerde kadın-erkek ayrımının bir çok Batılı ülkeden daha önce gerçekleşmesi övünülecek bir şey elbette. Türkiye'de ilk seçimler 1876'da. Seçime katılabilmek için 25 yaşında erkek olmak ve mülk sahibi olmak gerekiyormuş.
    Tarihte vatandaşlara seçme seçilme hakkı verip 1787 yılında seçime giden ilk halk Amerikalılar, onları Fransız İhtilali'nin ardından 1848'de İsviçreliler ve Fransızlar, 1871'de Almanya izlemiş. İlk Osmanlı-Türk Meclisi Mebusan'ı açıldıktan bir yıl kadar sonra Sultan Abdülhamit tarafından 1877 Rus Harbi bahanesiyle beş aylığına, 1878'de de hepten kapatılmış. Bunları, bugün aşina olduğumuz "Seçme-seçilme hakkı"nın ne kadar yeni olduğunu göstermek amacıyla yazıyorum sadece. Gerçi kendi arasında seçim yapmak adeti çok eski, ama bugünkü gibi her vatandaşa otomatikman seçme seçilme hakkı tanınması tarihte çok yeni bir şey.
    "Seçimler", 20'inci Yüzyılda "Demokrasinin olmazsa olmazı" olarak görüldü ve Amerikalı Felsefe profesörü Jason Brennan'ın deyimiyle "Batının dini haline gelen  Demokrasi"nin kutsallarından biri haline geldi. Sistem iyi işlediği ve yolsuzluk belli makul sınırlar içinde tutulabildiği sürece, yöneticilerinin kim olacağına oy kullanarak karar veren halkın tercihleri belli makul sınırlar içinde kalıyordu ve ülkelerin gelişmesini sağlıyor, ona engel teşkil etmiyordu. Neoliberal dönemde 2008 krizi sonrası bozulma hızlandıkça, Türkiye dahil bir çok ülkede popülist yönetimler, gelecek perspektifi konusunda oldukça sorunlu, hatta ülkeleri için tehlikeli hale geldiler. Bozulan ekonomilerin tehdit ettiği az eğitimli vasıfsız ve ülke sorunları konusunda bilgisiz kesimler, kalabalık olduklarından oy çokluğuyla ülkelerin yönetimlerini belirlemeye başladılar. Bu kesimler kolayca nefret diline tevessül eden, hoşgörüsüz, muhafazakar ve otoriter eğilimliler. Demokrasi'nin bir çok sorunu var ve bunlar tartışılıyor da, ama ilk kez demokrasinin benimsenmiş ana faktörlerinden biri ülkelerin ayağına dolaşıyor: Herkese eşit seçme hakkı. Bu ilke nedeniyle klientalizm, vasatlaşma, ufuksuzluk ve kaba bir kapitalizm anlayışı, birçok ülke gibi Türkiye'yi de esir aldı. Türkiye'nin önünü kapatan ve ülkenin zirvesine vasatları taşıyan, ama üretenleri, yaratıcı ve Dünya ile her konuda aşık atabilecek olanları sistemin kenarına itiyor.
    Sorun elbette sadece Türkiye'nin sorunu değil ve konu -Trump seçildiğinden beri- artık ABD gibi, "halka seçim hakkı"nın mucidi ülkelerde bile cidden tartışılıyor. Popülizmle başa çıkmak için daha fazla demokrasiye ihtiyaç olduğunu söyleyem Jürgen Habermas ve Frankfurt okulu, yani Avrupa varken, bu bozulmayla başa çıkmak ve geleceğe uygun bir gelişme ivmesi tutturabilmek için seçim hakkını gözden geçirmek gerektiğini düşünenler hiç de az değil. Bilindiği kadarıyla az eğitimli az kültürlü ve toplumun alt kesimlerinden olan veya bu kesimlere doğru kayan kesimlerin, popülizmi destekledikleri tüm Dünyada veri. Ve bu kesimler ülkelerinin sorunları konusunda ya çok bilgisiz ya da çok önyargılı olduklarından, seçtikleri politikacılar da ona göre oluyor ve sorunların çözümü yerine akütleştiği bir kısır döngünün içine giriliyor. Türkiye de tam böyle bir dönemi yaşıyor.
    Ülkelerin daha yetkin, akıllı, yaratıcı ve global dünyayı iyi tanıyan kişiler tarafından yönetilebilmesi için, halkın kendi seçkinlerine teveccüh etmesi gerekiyor. Türkiye'de böyle bir teveccüh göremiyoruz, daha ziyade sahici elitlerden nefret eden bir çoğunluk kitle var. Aynı durum Hindistan'da farklı. Orada cehalet ve fakirlik daha derin olmasına rağmen halk kendine benzeyen cahil cühelayı değil, dünya klasmanındaki elitlerini seçiyor, bu psikolojik bir üstünlük elbette, ama bir ülkenin kaderi cahil ahalisinin keyfine bırakılabilir mi? Asıl soru burada. Bu konuda sağlam ve garantili kurallar geliştirmek gerekiyor. Seçme hakkını eğitim seviyesine endekslemek de yeterli ölçüde demokratik değil. Ama insanların, ülkelerinin sorunları hakkında objektif verilerden haberdar olduklarını ve bu yüzden seçimlerinin sağlıklı olduğuna güvenebileceğimiz bir ön seçim, bir bilgi tasti yapılabilir. Bunu öneren Amerikalı felsefe profesörü Brennan, iki tür oy öneriyor: Bilgisiz vatandaşın oyu ve çok kez sayılabilecek bilgili vatandaşların oyu veya buna benzer bir şey. Yerel seçimlerde herkesin kendi ilinin yöneticilerini seçerken bildiğimiz şekilde oy kullanılması, ama ülkenin yönetiminde böyle bir yöntem izlenmesi. Böylece vatandaşlar arasında, ülkenin sorunları hakkında ciddi bilgilenmeyi destekleyecek bir atmosfer de yaratılmış oluyor ve bu da büyük bir olasılıkla yöneticilerin kalitesinin artmasına neden oluyor.
    Ülkelerin iyi yönetilmeleri için, Platon'un ideali bir tür "Bilgeler yönetimi" kurmak da mümkün. Epistokrasi denen ve halkın eğitimli/kültürlü yüzde 20-25'lik kesimi tarafından seçilmiş bilgelerin yönettiği bir sistem de olanaksız değil. 1918'e kadar Büyük Britan'yanın kendi Meclis'ini buna benzer bir yöntemle belirlediğini biliyoruz, 19'uncu yüzyıldaki seçimlerde de oy kullananların varlıklı olması, şartlardan biri, tıpkı Türkiye'de de olduğu gibi. Ayrıca demokraside tesadüflere daha çok şans tanımak gerektiğini savunan ve yeniliğin, dinamizmin bu şekilde canlı tutulabileceğini söyleyenler de var. Mesela Meksikalı filozof Claudio Lopez-Guerra, ülkenin yönetimini piyango ile belirlenmiş yirmibin bilgili kişinin belirlemesinin yeterli olacağını düşünüyormuş (Spiegel 14/2017).
    Alışkanlıkların değişmesi hiç bir zaman kolay olmamıştır, hele bu alışkanlıklara ulvi anlamlar da yüklenmişse. Demokrasi, bilinen en iyi yönetim biçimi ama mutlak değil, ve sonuçta asıl konu bir ülkenin iyi yönetilmesi. Halkın mutluluk ve refah katsayısından tutun da iklimlerin bozulmamasına ve Yeryüzündeki hayatın gözetilmesine kadar birçok konunun cidden ele alınmasını gerektiren bir Dünyada yaşıyoruz. Deneme-yanılma metoduyla betonarme rant ekonomisiyle sırf çoğunluk yöneticilerine meftun olmuş diye bir ülkenin uçurumun kenarında dolanıp durmasına seyirci kalmak artık mümkün değil. Türkiye gibi kötü yönetilen ve bir beton tarlasına dönem önemli bir ülkenin yeniden kendine gelip sahiden yükselebilmesi, bu ülkenin ehil yaratıcı ve akıllı Çocukları tarafından yönetilmesine bağlı. Bunun yöntemleri de mevcut.