Gelecek, tamamen rastlantılardan ibaret sayılabilecek bir bilinmezlikler manzumesi olarak görülemez. Doğası tekil değil çoğuldur, üstelik herhangi bir ülkenin veya ülkeler topluluğunun tekelinde değildir.
Buradaki yazılarımda bahsedeceğim “Geleceği kurgulamak” konusu, genellikle tekil kullandığımız “gelecek” kavramının çoğulluğuyla ilgilidir, belirsizliğiyle değil. Geleceğin belli bir versiyonuna yön vermek ve bu alanda hayata yeni bir anlam yeni bir renk katmak, bugünden yapılan bilinçli konumlanmaların ve geleceğin bilinçli bir şekilde üretilmesinin ne kadar önemli olduğunu gösteriyor.
Geleceğin aynı zamanda “bir seçim meselesi” olduğunu ve çok boyutluluğunun, çoğu zaman “bilinmezlik ile eşanlamlı kullanılan “objektif gerçek”ten daha gerçekçi göründüğünü düşünüyorum. Sonuçta hayat da belirli öznel tercihlerimizin bir sonucudur. O halde, nasıl bir gelecek tasavvur ettiğiniz, o istikamette ne düşünüp nasıl hareket ettiğiniz ve benzeri tasavvurları kimlerle paylaştığınız, son derece önemlidir.
Seçici bir tarzda geleceği düşünürken, günümüz dünyasını da ona uygun bir kontekste yeniden tasavvur etmek -bunu, günümüz gerçekliğinden kopmadan, hem de ona körü körüne bağlanmadan yapmak- üzerinde durmayı sevdiğim konulardan biri.
Dünyanın maddeyi kayıtsız şartsız esas alan, ölçülebilir olan Dünya dışında başka bir gerçeklik tanımayan 250 yıllık bir süreci geride bırakmakta olduğunu düşünüyorum. Bu bağlamda Türkiye’nin yakın tarihini doğrudan etkileyen en önemli olay kuşkusuz Fransız İhtilali ve sonrasında şekillenen, çeşitli versiyonlarıyla tüm dünyaya hakim olan “Modern Kapitalist Yaşam Biçimi”dir.
Herşeyi sayılara indirgeyen, ölçülemeni görmezden gelen kaba materyalist dönemin zirvesini, Avrupa ve Kuzey Amerika’da İki Dünya Savaşı arasındaki 20 yıl temsil eder. Kendini yalnızca madde ve sayı üzerinden tanımlayan bu uzun dönem, ortodoks solun deyimiyle sadece bir “Kapitalist ekonomi”den ibaret değil. Hayatın her alanının ekonomize edildiği, yani hayatın merkezine “iş”i yerleştiren, hayatın her alanını kuşatan çok boyutlu bir “yaşam biçimi”dir.
Sürekli büyümeye endeksli, sınırsız üretim ve tüketim mecburiyeti özelliğiyle bu model, giderek tıkanma emareleri gösteriyor. Kaynakları ve alanı sınırlı bir dünyada “sınırsız büyüme” anlayışı, ancak gelecek nesillerin hakkı olan kaynakları şimdiden tüketmekle -bir süre daha- mümkün. Ama bu da pek etik olmasa gerek. Günümüz dünyasını, eski klişelerin ve dogmaların ötesinden yorumlamak ve geleceği, “maddecilik ötesi” bir yerden yeniden inşa etmek, önem kazanıyor.
Geçmişin maddesel gelecek tasavvurları şimdiden “distopyalar”a dönüşmüş durumda. Bunların çeşitli örneklerini sinema filmlerinde sıklıkla görüyoruz. Oysa iyi ve güzel anlamda yeni ütopyalara, düşüncelere, iyimser sohbetlere, her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var.
Dünyayı yeniden tılsımlı büyülü bir yer haline getirmek, kuşkusuz sanatla -özellikle sanatın en yaygın biçimleri ola sinema ve edebiyatla, dijitalleşmenin sunduğu imkanlarla- olacak. Sanatın, önemli konuları kitlelere taşıyan bir medyuma dönüşmesi ve işlevini hakkıyla yerine getirebilmesi, özgürlüklerin genişlemesiyle ve öznel yorumlara alan açılmasıyla mümkün olacaktır.
19’uncu Yüzyıldan itibaren 20’inci yüzyılı ve 21’inci yüzyılın ilk çeğreğini belirleyen asıl konu, uygarlığın daha çok “maddi” tarafının ifade bulmasıydı. Buna “uygun” olarak, yeryüzü adeta beton ve asfaltla kaplandı, denizler poşet çöplüğüne dönüştü. Şimdi, eskisinden farklı olarak, maddi olmayan yüksek değerler ve maddi olmayan ürünler önem kazanıyor. Her canlı için yaşamsal bir zorunluluk olan atmosferin sınır kabul etmediğini anlamak, bunun ilk işaretlerinden biriydi. Başka konular da var. Günümüzde paranın çok büyük bir kısmı, yalnızce bilgisayar ekranlarında görünen soyut rakamlardan ibaret. Sosyal medya ve internet üzerindeki içerikler, maddesel karşılıklarının sonsuz sayıda çoğaltılmış suretleri olarak, inanılmaz bir yaygınlığa ve etki alanına sahip.
Maddesel üretime dayanmayan, böylece doğaya -pandemide olduğu gibi- nefes aldıracak yeni bir gelecek istikameti belirlemek, bu yönde konuşmak ve fikir alışverişinde bulunmak, hiç de sıkıcı bir faaliyet gibi gelmiyor kulağa. İnsan, henüz gerçekleşmemiş şeyleri düşünmek, konuşmak ve soyut konulara değinebilmek açısından, bildiğimiz kadarıyla diğer canlılardan üstün görünüyor. Bu özelliğiyle insanın, tüm Dünyaya ve yaşama yeni bir sürdürülebilir uyum getirmesi pekâlâ mümkün.
O halde düşünmeye, hayal kurmaya ve konuşmaya devam edelim.