Din sonrası neoseküler 'Kutsal'ın izinde

Gerçek dediğin, "Rüya gibi" olmalı, tıpkı İnsanlığın yüzbinlerce yıl boyunca yaşadığı en uzun süreli, hayal ile gerçeğin arasına henüz bir perdenin çekilmediği dönemlerdeki gibi. Büyük yazar Asturias sayesinde "Büyülü gerçeklik" gibi güzel bir ad taşıyan edebiyat akımında ve ondan esinlenen yazarlarda yaşayan bu anlayışta büyülü bir dünya, ejderler, yüzlerce yıl yaşayan krallar, devler, ve örnek/ibret alınması gereken olaylar var. Bu çok uzun dönemden sonra gelen dinler devrinde de o eski devirden alınma çok sayıda hikaye var. Kutsiyet ve olağanüstülük, büyü gibi açıklanamayan, şaşırtıcı ve bir o kadar da korkutucu. Çok uzun bir süre varolmuş görünüyor. İnsan sahiden de büyülü bir gerçekte mi yaşadı, yoksa anlattığı kendi masallarına inanmakla mı yetindi? Bugünün modern insanına sorsanız (hatta İslamcının en has olanına bile sorsanız), söyleyeceği şey "Hepsi hikaye, masallara inanmış garipler" olacaktır büyük bir ihtimalle. Bugünün dünyasından yola çıkıp, genelgeçer fizik kurallarına falan bakıp babalanmak ve eski devrin insanlarına yukarıdan bakmak kolay.
    Eski hayallerin gerçeklik katsayısı bir yana, dinler devrinin sona erdiğini, günümüzün karmaşık Dünyasını anlamaya hiç bir dinin tek başına yetmediğini, hatta dinler hep birlikte bir dinler konsorsiyumu kursalar gene de yetmeyeceğini ilk kez yazmıyorum. Dinin günümüz dünyasını açıklamaya yetmemesinin nedeni, insanın son beşyüz yıl içinde yeni bir tekamül aşamasından geçmesiyle ve eski Dünyanın insanına göre çok daha akıllanmasıyla ilgili. Aklın yolu da yazı dilidir kuşkusuz. Yazının beşbin yıl kadar önce Mezopotamya'da ardiye işlerinde, Çin'de de kehanet için ateşe atılan hayvan kürek kemikleri üzerinde kullanılmaya başlanması, yeni tür insanın doğumu kadar özel bir tekamül sıçramasını temsil ediyor. Artık herkesin Facebook veya Twitter sayfasının olması, tesbih yerine akıllı ceptelefonunu kurcalaması, internette sürekli birşeyler yazması, kesinlikle istisnai bir durum. Böyle bir devir insanlık tarihinde asla varolmamıştı. Günümüzde bildiğiniz okullarda kullanılan ve edinilen bilgi seviyesi, eskinin kelli felli islam alimlerinin veya Lhasa sarayının sarı küllahlı derin keşişlerinin en dahileriyle kıyaslanamayacak kadar yüksek, ama bilgelik seviyesi genelde çok alçak, -yani çok düşük.
    İnsanlığın okuryazar olması, bu sayede muazzam bir tecrübe biriktirip akla seza teknolojiler kullanması, uzaya gitmesi, atsız hızlı arabalar kullanması, kolay kolay ölmemesi, tıbbiye mucizesi vs., Ortaçağın alimleri için kesinlikle sihir, büyü falan sayılırdı. Böylesine köklü bir değişimin "Tanrı" ve "Kutsal" fikirlerini teğet geçmesi mümkün değildi, çünkü kudsiyet, sadece insanın onu algıladığı kadardır/biçimdedir. Kadiri mutlak bir Tanrı şekli, tasavvuru, adı-sanı zaten yoktur. Dao De Ching'de Lao Tzu'nun (kollektifinin) ifadesiyle: "Adlandırılabilen Dao, Dao değildir", sonsuzluğun ve evrenin ruhunun -daha dünün memelisi insan tarafından takılmış- bir adı olamaz. Olsa bile bu evrenin ruhunu pek ilgilendirmez. Tanrı, evrenin ücra bir köşesinde tek bir kum tanesinin üzerinde yaşayan ve kendini bi halt sanan "insan" adlı canlının onu "Allah", veya "Rab" diye adlandırmasıyla neden ilgilensin, o adı neden benimsesin ki?
    Şekilde görüldüğü gibi burada, felsefenin ve inancın kapsama alanına giriyoruz -ki kuşkusuz önemli, ama zorunlu değil. İnsanlık ve hayat, evrende tam bir istisna. Bir bilim adamının deyimiyle, "Hayatın evrende ortaya çıkış ihtimali, bir metal parçalar çöplüğü üzerinde esen tayfunun karıştırdığı parçalardan tesadüfen bir Jumbo Jet ortaya çıkarması ihtimalinden daha düşük" -ama hayat da İnsan da var. Ve kendimize bakarak, çok daha inanılmaz şeylerin de varolabileceğini söyleyebiliriz -neden olmasın, ne de olsa insanız ve her şeyden kendi meşrebimize uygun genellemeler, kurallar, teoriler, hikayeler yumurtlamaya meyilliyiz, İşte buradan, konumuzun en önemli faktörüne geliyoruz: Tesadüfler...
    Tesadüfler, -daha doğrusu nedenini/menşeini/zamanını bilip açıklayamadığımız olaylar, evrenin asıl kıvılcımı, asıl itici gücüdür. Belki daha sonra başka bir yazıda daha geniş değinmek üzere, "Tesadüf diye bir şey yoktur" demekle yetineyim. Bilinemeyen ve öngörülemeyen tesadüfleri anlamlandırmak, -insani bir özellik olarak- tesadüfler arasında bir ilinti hatta bir matris kurmak, onları her ne olursa olsun bir hikayeye monte etmek, dinin ve Tanrı tasavvurunun da kökenidir (Buradan, "Tanrı yok, O sadece bir tasavvur" sonucu çıkmıyor tabii).
    Ölümcül olabilen tesadüflerin sayısını/dozunu azaltmak için kendine korunaklı şehirler kuran insanın, daha öncesine göre daha az dindar olması anlaşılır bir durumdur ve insanın nihayet dinin en zayıf dönemlerinden birini yaşayıp kapitalizm sallanmaya başlayınca dini (bir ideolojik barbarlık formatında) yeniden keşfetmesinin nedeni de alıştığı kapitalizmde bilinmezliklerin ve kötü tesadüflerin artmasıdır. Eh koca bir sistem çatırdıyor ve komplotik teorilerle, Allah'ın inayetiyle kafadan "açıklanabilecek" çok şey var. Mesele açıklamak değil elbette, sadece kendi kendini sakinleştirip tatmin ederek korkusunu başkalarına karşı şiddete dönüştürmek. Buradan çıkaracağım sonuç, insanların "tesadüfler" denen olayı iyice çözdüğüne inandığı bir süreçte Tanrı'dan/Kutsaldan uzaklaşıp şimdi de inanmayı hepten bırakacağı gibi bir şey değil. Bilinmezlikler ve tesadüfler daima olacak, ama belki onların geleceği yer olarak başka yerlere bakılacak. Bilim/Dilim derken kötü tesadüflerin iyice azaldığı ve onlara önemli ölçüde hükmedildiği fikri de sanıldığından çok daha az doğru -hem de ölüme bile çare bulunabileceğinin konuşulduğu bir dönemde.
    Tesadüfler, insanın doğası icabı Tanrı'nın/Kutsalın kapsama alanına girer. Bilim yoluyla tesadüf ihtimallerini "öngörülebilir" bir minimuma indirgemek, bazılarını "rahatlatıyor" olabilir ama herşeyi hesaplıyoruz, her şeyi kategorize ediyor, tanımlıyoruz diye, tesadüflerden kurtulmuş olmuyoruz, sadece bazı tesadüfleri görüş alanımızdan çıkarıyoruz. E başkaları var!
    Bilmem ne deneyi yapıp, "A+B"nin "ABüzittin" demek olacağını "hesaplayarak" sonuç hakkındaki bilinmezlik-sürpriz-tesadüf faktörünü devreden çıkardığını sanan ve rahatlayan bilim erbabı, bu konuları konuşmasının bile süzme bir tesadüf olduğunu hiç düşünmemiş olabilir mi? Bir insanın ortaya çıkabilmesi için bir yumurta ve sperm hücresinin birleşmesi sırasında dörtyüz milyon sperm hücresinden hiç birinin bir diğerine benzemeyen DNA kalitesi taşıdığı gibi bir gerçek tesadüfün ürünü insan. Birkaç salise farkıyla başka bir sperm hücresinin döllediği yumurta hücresinden, bambaşka biri olarak doğabilirdi. Evet, bilim adamı olacak akıllı çocuğu annesi babası "Hakim olacak" diye büyütmüş olabilir, ama o çocuğun başına tesadüfen öyle bir olay gelmiştir ki, mesela bir kıza feci halde aşık olmuştur, o kız da hukukçulara kıldır, hakim olacak çocuk fizikçi olmaya karar verir, Einstein da fizikçi üstelik. "Gerçekçi" akrabalarının, "fizikçi olup sen nerede çalışıcan lan ne fiziği?" diye sorup onu hasta etmeleri, yani akraba zehirlenmesi ihtimalini de göze alır o çocuk. Ama derin fizik teorileri sonucu tesadüf faktörünü aştığı için kasım kasım kasılırken, bu Dünyada tesadüfen yaşadığını göremeyebilir. İnsanlık hali!
    Her insan, tesadüfün bizzat kendisidir. Hayatta tesadüfler hâlâ tayin edici rol oynuyorlar ve dinle arası pek iyi olmayanların bu olaylara verdiği isim de ya "tamamen tesadüf, şans işte yahu!" ya da "kaderim böyleymiş" gibi bir ifade. Kişinin yaşadığı olaya pozitif, (ama daha çok negatif) bir anlam yüklemesi, kudsiyete adım atmasıdır. Dürüstlük/etik çerçevesi dahilinde yaşanmış bir tesadüfe yüksek anlam yüklemek, insanın doğasında olan bir şeydir, kudsiyetin doğduğu yerdir ve önce genellikle anlatı-hikaye ve sanatla ifade edilir, oradan bir anlam dünyası yaratılır, zira insan "anlamlı" (anlam üreten) bir canlıdır, bu konuda diğer canlılardan farklıdır. Hayvanların tesadüfleri algılamak konusunda insandan çok daha mahir oldukları kanıtlanmıştır, ama İnsanlar gibi derin bir anlam dünyasına sahip olmadıkları da malumdur. Ayrıca "tesadüf" deyip geçemeyelim, konu sadece, arada çıkıntı/istisna durumların yaşanmasından çok daha fazlasıdır. Tesadüfler, istisna değil asıl haline de gelebilirler, tesadüflerden yeni kurallar da doğabilir, su kendine yeni bir yol bulabilir.
    İnsan doğası, tesadüflerde bir anlam, bir matris, bir sıra ve insana ne "söylediği" gibi yanlar arar ve bunları bir hikayeye entegre eder. Kutsal kitaplar, insana ders veren, örnek/ibret hikayeleriyle doludur. Yıllar önce bir Mısırlı'nın, Yahudi/Hristiyan (ve Müslümanların) kutsal kitaplarındaki olayların büyük çoğunluğunun eski Mısır dininden/tarihinden alındığını kanıtlamayı denediği ilginç bir kitabını okumuşum. Kitap hâlâ iPad'imde kayıtlı, silmedim. Hiç de öyle reddedilebilecek tezler değildi. Ayrıca birçok konu artık herkesin malumu. Mesela "Amin" sözünün Mısır Tanrısı "Amon"dan, "Rab" sözünün de gene Mısır Tanrısı "Ra"dan geldiğini (bunların 11. Hanedanlık döneminde birleştirilip "Amaon-Ra" halinde ifade edildiğini, ama "Amon/amin" sözünün aslen "Om"/Aum sesinden geldiğini de varsayabiliriz) kare bilmece çözenler dahil herkes biliyor. Müslümanlıkta namazın, tesbihin, orucun, kurbanın, Kabe'nin vs. İslam öncesi "Cahiliye devri Arap dini"nden alındığı biliniyor. Öğrenme süreci önümüzdeki dönemde kuşkusuz çok hızlanacaktır, çünkü tamamına yakını okur-yazar olan meraklı Dünya ahalisinin böyle bilgileri internetten öğrenmesi şimdi kolay, ileride inanılamayacak kadar kolay olacak.
    Kutsiyetin, bildiğimiz din konteksinden çıktığı hızlı bir süreç yaşıyoruz ve her çağda olduğu gibi günümüzde de kutsiyet yeni şekiller almaya meyilli, bunu şimdiden görebiliyoruz. İzmir'de gerçek bir kahramanlık sergileyip sahici etik bir şey yaparak İzmir adliyesindeki suçsuz insanları kurtaran polis memuruna duyulan saygı, edilen dua, Türkiye'nin en "has" din erbabına gösterilen saygıdan ve edilen duadan çok daha sahici. Dinin gereklerini yerine getirmek yerine Tanrı'ya (tesadüflerin Hükümdarına) inancın ve temel inanç pratiği Dua'nın korunduğu (ama dini kuralların terkedildiği/terkedileceği) süreci destekleyen en önemli tecrübe; dinin tâli, etiğin asıl olduğu idrakidir. İzmir'de son kurşununa kadar çatpışıp ölen ve onca insanı kurtaran kahraman polise bu kadar büyük saygı ve sevgi duyulmasının nedeni, hocaların hayattan koptuğunun farkında bile olmayan lafebeliğinin, asıl kutsalı teğet geçtiğinin derin idrakiyle ilgilidir.
    Sırf dinin kutsal kitabına uydurulduğu için "legitim/meşru" sayılan ve etik olmayan olayların insan/toplum ruhuna nasıl zarar verdiği, rasyonal pratik ile net kanıtlanabiliyor. Dinin kitabına uydurulmuş suç ve günahların pratik herhangi bir yararını göstermek mümkün değil. Buradan çıkan sonuçla, etikle sorunlu dinin oldukça fuzuli bir şey olduğu zihinlerde tohumlanmıştır. Henüz sözlerle/cesaretle ifade edilmemesi, dinin esasen iflas ettiği ve giderek bir tür folklora dönüştüğü gerçeğini değiştirmez. Ama insan olmanın doğal ifadelerinden ve sahici bir şey olan etiğin yaşadığı yerde kutsiyet yeniden yeşerecektir ve o alan, islamcıların kendileri dahil herkese yalan söyleyip "siyaset" adına barbarlık yaptıkları alan olmayacaktır. Kudsiyetin yeniden yeşerdiği alan, dinin bayrağını devralmaya hazırlanan neoseküler alan olacak gibi görünüyor. Burada "neoseküler"e de kısa bir izahat getirelim.
    Bu blogda dah önce bahsettiğim gibi, dinlerin günümüze taşıdıkları değerleri de içeren eski katı laiklikten daha farklı -Dalay Lama'nın önerdiği- sekülerizme benim verdiğim bir ad bu. Burada anmak zorunda olduğum diğer konu, barbarlaşan islamcılık "sayesinde" tartışmak zorunda kaldığımız ve bu durumun bile islamcılığın insanlığa yaptığı kötülüğü kanıtlayan "İyiliğin rasyonel yararları, yalanın rasyonel zararları" ile ilgili blog yazıları. "Kudsiyet dinden sekülerlere geçiyor o kadar, hadi dağılalım" falan demek istemiyorum. Çok daha muazzam bir şey oluyor, çünkü etiğe dayanan yeni kudsiyet, "kendi kendimize Tanrı'ya inanalım, sıkışınca da dua ederiz"den çok daha büyük, muazzam bir alan ve "gerçek". Bu anlamda insanlığın en eski zamanlarının hayal ve gerçek bütünleşikliğine benzeyen, ama ondan çok daha yüksek bir rasyonellik/gerçeklik kalitesine sahip bir durum, çünkü bilimle de alakalı. Bahaneyle, insanların aslında en çok neye inandıklarına da yüksek sesle değinmiş olalım: İnsanlar en çok bilime inanıyorlar gerisi ondan sonra geliyor. Uçağa binerken onun düşmeyeceğini bilimin garanti etmesine güveniyor, Allah'ın inayeti ondan sonra geliyor. Gerçek böyle. Kısacası: İnancın/kudsiyetin gerçek bir bileşen olarak yeniden insan hayatına dönmesi için bilimsel olması gerekiyor. İki cahil hocanın kuru laf salatasının çok çok daha fazlasından bahsediyorum.
    Albert Einstein, arkadaşı Abraham Paris'le güzel bir gece yürüyüşü sırasında, "Sence Ay, sen ona baktığın zaman mı orada görünüyor?" diye sormuş. Soru ters gibi geliyor değil mi? Hayır. Kuantum fiziğinin en önemli kuramlarından birinin bir cümleyle ifadesi sadece. Hace Nasreddin'e de "Dünyanın merkezi nerdedür?" sorusunu soran ve adını sanını bilmediğimiz, statik merkezlere pek meraklı olduğu anlaşılan keşişe Hace Nasreddin, "Merkez falan gibi şeyler yok bu dünyada ulan eşek" anlamında, "Merkebimin şu ön ayağının bastığı yerdedür" gibi bir cevap vermiş. Keşiş:
    "Nerden bellü?" diye sorunca da:
    "İnanmazsan ölç!" demiş. Fıkrayı herkes bilir.
    Bilge, iki lafla varoluşsal konuları ifade edebilen, hatta hiç konuşmadan herşeyi söyleyebilen kişidir. Zamane bilgelerinin, -lise mezunu Einstein gibi- daha çok seküler, ama kudsiyete yakın bir yerden konuştuğunu biliyoruz. Bu insanların ortak özelliği, tıpkı Hace Nasreddin gibi, yeryüzündeki herkese hitab edebilmeleridir.
    Gerçek nedir? Bilim felsefesine göre, (Newton'a dayanarak) ölçülmeden önce ve sonra da ölçüldüğü özelliklere sahip olan her şey "gerçek" sayılır. Ama Einstein'ın sorusu, bu temel "gerçek"e terstir ve giderek felsefi bir boyuta doğru evrildiği görülür. Biz Ay'a bakmadık diye Ay yokolmaz değil mi? Değil mi?!..
    Werner Heisenberg, daha 1925'de kuantum mekaniğini matematikle ifade edip Nobel ödülü almış memleketlim Würzburg'lu bir fizikçi olarak, bu tarihten iki yıl sonra "Belirsizlik ilkesi"ni yazmış adamdır. Bu ilkeye göre atomun bileşeni küçük partiküllerin aynı anda hem yerini hem hızını ölçmek mümkün değil. Ölçemediği şeye inanamayan, gerçek saymakta zorlanan, bildiğiniz Dünyam insanının meşrebine uymayan bir durum. Einstein'ın Ay'a bakıp söylediği söz bu durumla ilgili. Onca Rönesans Reform Fransız İhtilali ile kurulmuş steril seküler-laik bir dünya varken sen tut onun iç yapısının bildiğimizden çok farklı işlediğini söyle! Tabii köprülerin altından çok su aktı, daha sonra Einstein'ın kuramı derken bugünlere geldik ve artık bilinen şey çok net: Maddenin (bunun ne olduğu da tartışmalı!) iç yapısı, bildiğimiz doğa yasalarına uymayan özellikler taşıyor. Hintlilerin "Maya" dediği, sadece algıların yanılgısından ibaret bir Dünyada yaşadığımız bilgisi, bilmemkaç bin yıl sonra ciddiye alınıyor ve ne kadar somut olduğu anlaşılıyor. Bunun, "Eh iki fizikçi serseri bi teori bulmuşlar, ayet-hadis yerine oturup bunun lafazanlığını yapıyorlar işte" gibi soyut bir şey olmadığını ve somut sonuçlarının olacağını -hatta olmaya başladığını- bilmek gerekir. Ve şunu da bilmek gerekir ki bir önceki cümlenin kilit sözcüğü "somut"tur. Artık inancın da çok daha somut olacağını ve sadece eski Sümer/Akad Mısır tarihinden alınıp kullanılan hikayelerden ibaret olmayacağını söyleyebiliriz.
    Eskiden devletler "5 yıllık plan"lar yaparlardı, terkedilmeden önceki halleri gerçekten çok eğlenceliydi, çünkü bu planların manyağı olan sosyalist blok bugün yok. Yani böylesine "iri" bir ihtimalin/tesadüfün tek satırla bile yer almadığı planlar onlar ve onların artık varolmaması da bir tesadüf! Şimdi bunun bilinciyle, büyük yazar Arthur C. Clark'ın ifadesiyle "yeterince ileri her teknoloji büyüden farksızdır." Ve bazen o büyü, Einstein gibi büyük bir bilgenin, bir dehanın tasavvurunu, kavrama kapasitesini aşabilir, çünkü eskinin kaba laiklik temeli üzerinde yükselen bilim çelişki tanımaz ve "herşey açıklanabilir" gibi cinlikler yumurtlar, onun dünyasında iki kere iki dörttür, çok basit ve net, ama dünya o kadar net değil, her iki kere iki de dört etmiyor.
    Türkçe "Kuantum dolanıklık" dediğimiz durum, bilim erbabı tarafından "büyü", Einstein tarafından da "hayaletvari uzak etki" gibi yaratıcı sıfatlarla donatılmış olsa da, yeni trende uyuyor: Doğa yasalarına aykırı...
    Burada insan ve çok inandığı bilim için asıl önemli konu, klasik bilimle açıkladığımız veya açıkladığımızı sandığımız dünyanın kıyısına geldiğimiz ve yeni bir alana girmekte olduğumuzdur. Kuantum dolanıklık fenomenini en kestirmeden şöyle anlatabiliriz: İki tane parçacık, birlikte saç örgüsü gibi hareket edip/titreşip ilerlerken birbirinden ayrıştırıldığı zaman, ikisi de bambaşka zaman ve mekana da gitse, mesela biri burada kalsa diğeri Jüpitere gitse, burada birine yeni bir yön verdiğimizde, Jüpiter'deki arkadaşı eş zamanlı olarak aynı hareketi yapıyor, o da aynı şekilde yön değiştiriyor. Mesela sektirdik, diğeri de sekiyor, hem kesinlikle eş zamanlı. Olayın fiziksel izahı yok. Arada "bilmediğimiz gizli bir bağ" var desek, zaman mekan ötesi bir eşzamanlılık için ışıktan hızlı, hatta hızlı ötesi işleyen bir "bilgi transferi"ni kabul etmiş oluyorız ki bu bizzat Einstein'a aykırı. Einstein, iki parçacığın birbirinden ayrıldığı anda, parçacıkların nasıl hareket edebileceklerinin matrisine sahip oldukları gibi bir ihtimalden bahsetmiş bu konuda. Geçen yıl konu hakkında yapılan son araştırmaların sonucu şöyle: Arada hiçbir bağ yok! İnsan halimizle bunu hikayeleştirirsek, "döne döne uzunca süre vals yapan iki sevgilinin birbirinden ayrıldıktan sonra birinin başına ne geliyorsa diğerinin başına da o gelir" gibi uzatmadan, kaderleri çok benzeyen tek yumurta ikizlerini örnek verebilir miyiz bilemiyorum, ama kuantum dolanıklık çok kesin. Belki tesadüfler de böyle bir şey. Yani Tanrı önündeki dev kum havuzunda gördüğü bir figürü bir yerden bir yere koyuyor, Dünya'daki eşi de hemen uçağa biniyor, tabii parçacıklardan bahsediyoruz şimdilik (ama bilim adamları bu fenomeni insan gözünün görebileceği büyüklükte şeylerle yapmaya hazırlanıyorlar!) Konunun en yetkin adamı seksenini aşmış Profesör David Mermin, "Kuantum dolanıklık deneyleri, büyü sınırında" diyor.
    Yeni büyülü gerçekliğin birinci kuralı, evrende herşeyin -her ne kadar uzak olursa olsun ve hangi zamanda yaşıyor yaşamış yaşayacak olursa olsun-, birbiriyle "tek parça gibi" bütün. Bunun boyutunu kavramak gerçekten çok zor. İkinci kural, doğa yasaları sadece gerçeğin belli bir boyutu için (o da göreceli olarak?) geçerli ve onların işlediği gerçeğin ötesinde bambaşka doğa yasaları veya yasa denemeyecek başka şeyler var. Kısacası bildiğimiz ve yaşadığımız doğal çevremiz özünde bir yere ve zamana bağlı değili kronolojik değil, belli bir yeri yurdu da yok. Zamana göre yaşayan, yeri yurdu olan insan, doğanın iç dünyasını keşfettikçe o Dünyadan öğrendiklerini pratik hayatına uyguluyor ve pratik hayatı şimdilik dandik bir maddecilik türü (kapitalizm) olmayı sürdürdüğünden, mesela tutup "Kuantum bilgisayarı" yapıyor. Bu alete kafası basmak bir yana, bunu yapabilenler ve işletenler önce Çinliler elbette (ama islamcılığın ahmaklaştırıcı etkisine maruz kalmamış Singapur Üniversitesi de bu aleti kurup işletenlerden). Bu bilgisayarın bildiğimiz bilgisayarlardan farkı nedir? Büyü elbette! Normal bilgisayar bir hesap yaparken, bir işlemi bitirip sonucuna göre bir sonraki işleme başlıyor ve onu da bitirince sonuca göre bir sonraki hesap/çözüm aşamasına geçiyor. Bilgisayar ne kadar hızlı olursa olsun -ki çok hızlılar artık-, bu işlemleri yapması zaman alıyor. Kuantum bilgisayarı, bir işlemi bırakıp onun sonucuna göre ikinci aşamaya geçmiyor, aynı anda bütün aşamaları kronolojik değil paralel hesaplıyor. Nasıl oluyor? Nasıl olduğunu bilim adamları da bilemiyor, ama birbirinin devamı olması gereken bütün işlemlerin eş zamanlı çözüldüğünü iyi biliyorlar.
    Sonuç şu: NSA'nın ve CIA'nın en baba bilgisayarını birbiriyle çarpıp toplasak, bu bilgisayar kadar muazzam bilgi miktarını bu kadar hızlı -bir anda!- işleyemiyor. Bu bilgisayarların ilk özelliği, aklınıza gelebilecek tüm kodları bi saniyede kırabilmeleri. Çinliler belki bu yüzden bu kadar kolay tüm NATO laptoplarını dinleyebiliyor. Tabii bu bilgisayarlar şimdilik böyle muzur şeyler için kullanılıyor -ama bu bile devrim. Yeni büyünün kullanılacağı alanlardan birinin enerji olacağı ve Suudların yakında deveye binmeyi tercih etmek zorunda kalabileceğini de söyleyebiliriz. Bu yöntem, burada olan birinin aynı anda evrenin öbür ucunda da olabileceği gibi konulara da uzanırsa, oturduğu yerden gezegen ziyaretleri yapanlara şaşmamak gerekecek, zira bu yeni doğa yasaları sayesinde tüm seyahatlerin süresinin "oldukça" kısalabileceğini söyleyebiliriz.
    Kutsal bunun neresinde? Önce insanların birbirleriyle yaşamasının kadim kurallarını belirleyen etikte ve doğanın kanıtlanmış kuralları ötesinde herşeyi kapsayan zaman ötesi halinde, ve evrenin belki tek bir bütün teşkil etmesinde. Tanrı da öyle değil mi?