Erdoğan'ın fakir halktaki karşılığı ve Türklerin yeni özgüveni

Erdoğan'ın 3 Ağustos mitingine giderken merak ettiğim asıl konu, onun seçmenleri idi. Bir insan grubunu en iyi, kendi kendilerineyken gözlemleyebilirsiniz, çünkü öyle ortamlarda birçok yapmacık tavır ve söz ortadan kalkar, insan neyse o olduğunu gösterir. Miting, beklediğimin çok ötesinde ilginçti. Kesinlikle dinlemediğim Erdoğan, konuşmasında hiç beklenmedik bir şey yapıp kendi ölümü üzerine konuştu ve vasiyetinin İstanbul'a gömülmek olduğunu söyledi. Yapmacık "Kefen" muhabbeti ve benzerlerini saymazsak, şimdiye dek duyduğum tek "kendi sonu"ndan haberdar olmak veya hissetmek diye yorumlanabilecek bir durum. Bilinen klişeleri ve doğruluğu kanıtlanmamış verileri sıraladı. Ama benim gözüm onda değil, onu izleyenlerdeydi.
    Sabah gazetesine göre ikibuçuk milyon, Hürriyet gazetesine göre bir milyon insanın, benim gördüğüm kadarıyla en az sekizyüz bin kişinin bir araya toplanması "çok önemli". Oraya gelenler ve Erdoğan için önemli olmalı, çünkü o kadar insanın Maltepe sahilindeki devasa alana yığılması, sadece bir iktidar-devlet-belediye ortaklığıyla mümkündür. Kilometreler uzunluğundaki belediye otobüsü, şehrin çeşitli noktalarından konan bedava motor ve servis hizmetleri, firmaların özel çabaları ve kendi araçlarını seferber etmeleri, böyle bir fotorafı ortaya çıkarıyor ve bu haliyle bir "milli seçim" için kaba bir adalatsizlik olduğu, orya giden çocukların bile anlayabileceği netlikte, ama asıl program da tam burada başlıyor: Karşımızda, kendi çıkarı/tarafı sözkonusu olduğunda, gözünün önündekini inkar edebilen bir halk türü var.
    "Yolsuzluk meselesine ne diyorsun?"
    "Yalan!"
    "Ama yolsuzluk eskiden de olurdu, hiç mi gerçek yanı yok, belki birazcıktır?"
    "Yok, hepsi uydurma. Bak şu insan deryasına bak. Yoksa bu kadar insan buraya gelir mi? Biz Tayyib'i seviyoruz."
    Bu ifadeyi çok duydum. "Biz onu çok seviyoruz" deyip uzaklara bakanlar. Onu gerçekten seviyorlar, onu benimsemenin ötesinde bağlanmışlar ve önlerine konacak hiç bir gerçek, onları kendilerinin gerçeğinden koparamıyor, çünkü Erdoğan onlar için bu karmaşık dünyada anlayabildikleri basit dilden bir umut. Kendileri gibi. Kendileri gibi biri, yani dindar ve cahil. Evet, tam da bu. Onlar gibi her konuyu Kur'an'a indirgeyip Kur'an kursu Türkçesiyle anlatan ve konuşan ve bu haliyle kabul gören biri. "Yarın başka bir parti iktidara gelse ve iktidarı bu kadar aleni bir şekilde kötüye kullansa, o da bir milyon insanı otobüse vapura doldurup buraya getirebilir" gibi gerçeklerle değil, kendi gerçekleriyle ilgililer. Ne pahasına olursa olsun başarı, ne pahasına olursa olsun zenginleşmek, bütün bunlar, hayalleri bile olmayan fakir ve cahil halka büyük bir umut vermiş. "Okumasak da, akıllı olmasak da, laik gavurlar gibi anlaşılmaz laflar edemesek de, biz de Tayyip gibi büyük adam olabilir mişiz".  Bu mantalite, orada bulunan ve konuştuğum kişilerin sahip olduğu mantaliye. Erdoğan orada, "mazlumların savunanı" ve bu mazlumlar için bu kesin doğru ve benim konuştuğum hemen herkes, en fakir halk kesimlerindendi. Kocaman mavi gözlü kadın çay ocağında çalışıyordu. Bana "Erdoğan büyük diktatör" diye övünen ve etrafından gelen birkaç kısık sesli uyarıya aldırmayan takkeli adam Bursa'da dükkanda çalışıyordu. Beni kuşkulu bakışlarla izleyen ve kafam ütüleyen devlet memuru da az maaşlı bir yoksuldu. Silivri'den gelmiş biri manav, başka biri seyyar satıcıydı. Hepsi, Türkiye'nin en alt kesimi buradaydı ve Erdoğan'a bağlıydılar. Belki çok bağırmıyorlardı ama kendilerine yeni bir özgüven kazandıran bu adamı her şart altında destekliyorlardı.
"Biz onu çok seviyoruz."
Çok kişiden duyduğum bu sözü, ondan da duydum. Delici bakışlarıyla peçesinin ardında son derece özgüvenli otuzbeş yaşlarında bir kadın. Erzurumlu kadınlar gibi boz renklerin hakim olduğu çarşafa benzer bir bütün kıyafet giyinmişti. Eskiden kıyafetleri ve başörtüleri nedeniyle aşağılandıklarını, hangi dinden olursa olsun artık herkesin özgürce ve korkmadan yaşadığını söyledi. Erdoğan, kendisi gibi mazlumlara bir duruş kazandırmıştı ve bu yüzden ona atılan hiç bir "iftira"ya inanmayacaklardı. Kocaman mavi gözlü başka bir kadın, tepeden tırnağa siyahlara bürünmüş, yanında sohbete katılan ondokuz yaşındaki başörtülü kız, "Kapalı okuyabiliyoruz" deyince hemen anlayamıyorum, yeniden soruyorum.
"Başörtüsüyle üniversiteye gidebiliyoruz. Eskiden üniversite önlerinde dövülüyorduk."
"Gezi parkı için gösteri yapanlar da dövüldü, onlara ne diyorsunuz?"
"Onlar Paralelin ve dış güçlerin kuklalarıydı. Hükümeti devirmeye çalıştılar, başaramadılar."
Mitingde onca insana rağmen Erdoğan cühersiz, coşkusuz. Onca insandan doğru dürüst ses çıkmıyor. Erdoğan hayranları suskunlar. Arada onları bir sahne sanatçısı gibi coşturmaya çalışan "Büyük Usta"ya verdikleri yanıt da pek cılız. Aynı insan denizinin içindeyim, ama Erdoğan'ın sahne aldığı yerin önünden gelen sloganları zor duyuyorum. Konuşmayla pek ilgilenmeyen kenar ahalisi piknik havasında. Ortalara doğru ilerleyince, sarıklı sakallı genç adamlar görüyorum. Hepsi yerde sohbette. Alana hakim olan tek ortak duygu, bir tür özgürlük, piknik havası. Kimse oraya zorla getirilmiş falan gibi değil. Oysa alana gelirken yoldaki sakallı çarşaflı bir grup arasında şöyle konuşuyordu: "Cumhurbaşkanı olduktan sonra parti iflah etmez, dağılır gider." Hızlı hızlı mitinge yetişmeye çalışıyorlardı. Erdoğan'ı dinleyenlerin hepsi yeminli AKP taraftarı değil. O sıra sıra belediye otobüsünün üzerindeki Erdoğan amblemlerini görüp, "Benim vergilerimle ne hakla böyle birşey yapıyorsunuz" diye çıkışan ve sıcaktan tamamen erimek üzere olan şoförü çaresiz bırakan vatandaş bilinci burada yok. Burada vergi veren de yok zaten, öyle bir bilinç yok. Onlar, artık hakettiklerini, Alaah'ın artık onlara verdiğini düşünüyorlar, nasıl geldiğini de sormuyorlar.
Erdoğan ve taraftarlarının en büyük silahları cahillikleri. Evet. Bu masum ve cahil insanlar, "kendileri gibi" olan Erdoğan'ın şahsında talihin artık yüzlerine güldüğüne inanıyorlar. Artık, laikler tarafından horlanamayacaklar. Daha önce, kendinden saymadıkları insanların önündeki ezikliklerini "horlanmak" saymışlar ve buna inanmışlar. AKP'nin yaptığı onca asfalt ve betonla övünebiliyorlar ve hemen ekliyorlar: "Erdoğan dünya lideri, bunu da yaz!" Evet diyor "O bir diktatör adam" diyen.
    "Bütün dünyanın da lideri olacak."
    "Avrupa'nın Asya'nın da mı?"
    "Evet hepsinin."
    Peçeli kadın da şöyle demişti:
    "Avrupa'nın kölesiydik, şimdi neredeyse Avrupa bizim kölemiz olacak"
    Bunların hiçbiri doğru değil elbette. Ama cehaletin masumiyeti sizi etkiliyor ve "Mesela bir Fransız veya bir Üsrünlü Erdoğan'ı neden kendine lider istesin?"  gibi sorular soramıyorsunuz, çünkü ortada dönen başka çok önemli bir konu var: Özgüven...
Benim Geziyi gördükten sonra dikkat kesildiğim konu, Özgüven...
2012'de bir tahmin yazımda, Türklerin yeni bir özgüven kazanacaklarını yazmıştım ama bunun nasıl bir görünüm arzedeceğini bilmiyordum, bilmem de zaten mümkün de değildi. Ama bugün bu konuda çok daha çok şey söyleyebilecek durumdayız. Türklerin özgüveni, iki farklı kulvarda ilerliyor, bir birleşiklik arzetmek yerine bir tür rekabet içeriyor ve bunu da belki "kutuplaştırmak" anlamında Erdoğan'ın "nefret diline borçluyuz!"
    Erdoğan'ı sevenler toplumu, yani AKP seçmeni fakir/inançlı halk, (kendisi gibi biri olan ve "Dünyaya kafa tutan" haliyle ve yarattığı "daha iyi bir hayat" umuduyla) yeni kazandığı Özgüveni Erdoğanla ilişkilendiriyor. Bu nedenle, Erdoğan'a atfedilen yolsuzluk/hırsızlık/Roboski/vd. iddialarını görmemezlikten geliyor. Kendini ilk kez "ciddiye alınan biri" olarak hissetmenin önemi, herşeyden önemli olabiliyor. Ayrıca bu kesimin rasyonel gerçeklerle, adalet duygusu ve vicdanla da sorunlu olduğunu söylemek mümkün. "Dini söylem kullananın Allah'a otomatikman yakın" olduğu varsayımından yola çıkıyorlar ve en önemlisi, kendilerine has bir dünyaları var. Ve bu dünya bazen akılla/mantıkla/tarihle hatta dinle bağını koparabiliyor.
    Miting'den sonra, yüzlerce otobüs ve minibüs, mitinge gelenleri semtlerine doğru bedava götürmek için yola çıkarken, Boğaz'a motorların kalktığını görüp, Beykuz'a gidene atladım. Çok iyi bir seçimdi, çünkü yolda şahit olduğum sohbet ve görüntüler, en az Boğaz'ın gece manzarası kadar ilginçti. Başı takkeli, sakallı, şişman yaşlı bir karadenizli, onu dikkatle dinleyen altı erkeğe şu hikayeyi anlattı:
    "Allah c.c. yedi bin yıl secdeye dirmuş. Sonra kalkmuş ve yarattiğundan bir parça koparup üflemuş, ondan Güneş olmuş. Güneş, aydinluk olmadan hayat olir mu?"
    "Olmaaz."
    "He olmaz, sonra alemde ışik olmiş..."
    Böyle devam eden, ilkokul çocuklarının bile, "Hani burada Merkür, Venüs, Satürn falan? Başka yıldızlar da var, onları da yarattığından iki parmağıyla ayırıp göğe koymuş" falan gibi sorular sorardı. Kimse gıkını çıkarmadan dinledi ve tek kişi itiraz etmedi. Açıkcası ben böyle bir hikayeyi eski Türk mitolojisinde bile duymadım, atmasyon yani hikayeler olduğu açık, ama bir farkla: Eskiden halkın yarattığı böyle hikayeler, bir şekilde dini menkıbelere/inanca veya mitolojiye uyardı. Bunlar kesinlikle uymuyor. Yaşlı adam, "Osmanlı oluyoruz" diye hikayesine devam etti. Bütün İslam birleşecekti ve hikayeyi dinleyen herkes sırayla, "Tayyip bunu yapar" gibi reflekslerle anlatılanları tasdikledi. Ve adamın anlattıkları, AKP "büyükleri"nin anlattığından da geri bir "hikaye anlatmak"dan ibaretti. Ama bu sohbet, eşsiz bir Boğaz yolculuğu eşliğinde yapılıyordu, su ve üzümlü ekmek bedavaydı. Üzerinde partiler verilen, dans pistine sahip motor, ağır ağır, iki saatte Beykoz'a ulaşırken, yol boyunca başörtülü kızlar cep telefonlarıyla fotoraf çektiler. Fotorafını en çok çektikleri yer ne Kız Kulesi'ydi ne de Camiler. En çok Reina'nın fotorafını çektiler. Gemi sayılabilecek büyüklükteki motorda yol boyunca çalınan propaganda şarkıları arada kesilip hareketli pop tipi halk müziği çalınmaya başlayınca önce başörtüsüz iki kadın cömertçe çiftetelli oynadılar ve neşelerini başörtülü kızlara da bulaştırdılar. Bizim Karadenizli Hoca onlara arkasını dönse de, kendi aralarında hanım hanımcık çiftetelli oynadılar. Motordakilerin belki hepsinin hayatlarında ilk kez gece bir Boğaz turu yaptıkları açıkça görülüyordu.
    Türklerin edindikleri yeni özgüven, iki farklı kulvarda ilerliyor ve bunlardan biri -fakirlerinki- dünyanın gerçekleriyle (hatta gerçekle) uyumlu olmayan bir tür meydan okuma. Türklerin yükselen özgüvenine başka yabancı dostlarım da dikkat çekmişti, ama bunun en son ve dünyayla/gerçeklerle uyumlu olanının Gezi İsyanı ile görüldüğünü düşünüyorum. Eski Osmanlı hayaliyle kendince Dünyaya kafa tuttuğunu sanan ve buna kendi hayal dünyasında inanan bir fakir Türkiye var, bir de "artık gerçek bir demokraside yaşamak istiyoruz" diyen ve bunun için ölümü göze alan bir eğitimliler Türkiyesi. Bu iki eğilim de özünde bir yeni Özgüven patlamasının farklı ifadeleri ve birbirlerini anlamaktan -hatta birbirlerine katlanmaktan- uzaklar malesef.
    Dünyayı takmadan, dünyanın genelinden farklı bir hayalin peşinden giden -ama gerçekle örtüşmeyen bir özgüven...
    Dünyada varolanın en iyisini isteyen ve gerçekleşebilir bir hayalin peşinden giden bir özgüven...
    Yeni Türk özgüveninin bu iki bileşeni biryerde birleşebilir mi? Bunun mümkün olacağını düşünmek istiyorum. Erdoğan gibi neoliberal faşizan bir politikacının "Fakirlerin koruyucusu" sayılabilelmesi, sadece varsıldan toplayabildiği vergilerle halkın (eski) fakirlerini nemalandırması ve nemalandıramadıklarına da nemalanma umudu sunmasından kaynaklanıyor. Ortada dönen haksızlık, hukuksuzluk, hırsızlık da bu seçmenleri pek ilgilendirmiyor. Esas olan, Erdoğan rejimi sayesinde edindikleri özgüvenlerini koruyabilmek. Yani yolsuzluk iddialarının halkta pek karşılığının olmamasının korkunç bir nedeni var. İnsanlar, kazandıkları özgüvene, tüm hakkı/hukuku (hatta dini) kurban edebiliyorlar malesef.