Hazır düzen bulmak veya yeni düzen kurmak

"Düzen" sözcüğü, çocukluğumda Sol çevrelerde yaygın kullanılan bir sözcük'tü. Aşık ihsani de bir türküsünde, "Kendine bir düzen getir hey!" der. "Bu düzen değişmelidir", sadece bir talep değil, Bülent Ecevit'in kült kitabının da adıydı ve sözcüğe herkes aşinaydı. Açıkçası, o zamanın insanlarıyla bu sözcük de kayboldu, sadece Türkiye'de değil, Dünyada da. Türkiye'de 1970'li yılların ortalarına hatta sonlarına kadar, daha çok eski TİP kökenliler, yani Türkiye'nin özgün bağımsız solcuları bu sözcüğü yaşattılar. Dünya'da 1970'lerde, "Sistem" denmeye başlandı ve bu sözcük 1980'lerin sindirilip kıyıda köşede kalmış, hapis anılarını anlatmaktan yorulan Sol çevrelerde ancak 1990'larda yaygın kullanılan bir sözcük oldu. "Düzen", Türkçe bir kelimeydi, "Sistem" ise "enternasyonal", eskilerin deyimiyle "beynelminel", hatta global bir laf. -Boşuna da değil. Yeni "Sistem" sözcüğünün kabul görmesi süreci, aynı zamanda bugünkü global Dünya ekonomisinin kurulması ve meşruiyetini kazanması süreciydi aynı zamanda, Türkiye'nin globalleşme ve tabii neoliberalleşmeye, 24 Ocak kararlarıyla başladığı malum, darbeden hemen önceydi.
    "Düzen kurmak", ideolojilerin genellikle ana amacıdır ve "Düzen" de zaten sürekli eleştiri halinde varolan ve kendinin bu şekilde farkına varan bir şeydir. Düzen gerçekten var mıdır, yoksa bir fiksiyon mudur, onu değiştirmek ne demektir, bu yazının konusu.
    İnsanoğlu ve insankızı, daima daha iyi bir yaşam peşinde koşmuştur, hayatın anlamı da buradadır zaten, ama "iyi yaşam"ın ne olduğu konusunda farklı fikirler vardır. Bugün "iyi yaşamak" deyince Türkiye'de, "Ev araba yat kat"dan daha fazlası anlaşılıyor. Anlaşmazlıkların en önemli nedeninden biri de bu. "Herşeyin var" ise, turlarla yurt dışına da gidiyorsan, geniş bir kesim ve dandik basın tarafından "iyi yaşıyor" sayılıyorsun. İyi yaşamanın, aslında bir ruhsal tatmin ve tekamül meselesi olduğu, maddi alanın da bu asıl hedefi desteklediği ölçüde anlam ve değer kazandığını bilenler, arabadan inip artık bisiklete binenler. Daha demokratik bir ülkede yaşamak isteği, kültürden daha fazla nasiplenebilmek, daha bilgili ve görgülü olmak, kimliğini daha açık ve yüksek perdeden ifade etmek, Kürt olmak, dünya vatandaşı olmak (ayrı bir yazı konusu), farklı cinsel seçimler, bazen Türk bazen Kürt bazen Alman veya İranlı olmak, Alevi Sünni değil Budist olmak ve özel tercihlerine kimsenin karışmasını istememek, domatesini evinde kendi yetiştirenlerden olmak... Sadece karın doyurmak ve "elalem ne der" hesabına indirgenemeyecek bir hayat bu ve kalitesi eskisi gibi düz ayak tanımlanmıyor.
    Düzen, insanların birşeyleri açıklama ihtiyacından doğma bir yerıgerçektir. Bir şeyi kolay anlamak için onu basitleştirir, belli köşe taşları koyup kadraja girmesini sağlarsınız. Düzen ve Sistem, böyle şeyler. Tanımlayabilmek için basite indirgemek, onu değiştirebilmek fikrinin de esasıdır. "Düzen" sözcüğünün hükmettiği zamanlarda, onu kurmak ve değiştirmek daha bir kolay gibi görünüyordu, zira Dünyada esas olan milli ekonomilerdi, globalleşme ise esasen -hepsi aynı standartları kullanan- havaalanlarında yaşamaktaydı. Pratik olarak "düzen kurmak" örnekleri vardı, mesela Küba, hatta barbarca da olsa Kamboçya veya Singapur, hatta Yugoslavya. "Sistem" lafı gediğe konduğundan beri "sistem kurmak" artık sadece teorik bir uğraşı. Kafa patlatıp tuğla kalınlığında kitaplar yazabilirsiniz bu konuda, ama "yeni bir sistem kurmak", eskiden "yeni bir düzen kurmak" anlayışından çok daha farklı bir niteliğe sahip ve bunu anlamaya çalışmadan, Dünyadaki hızlı değişimini anlamak da kolay değil.
    Eskiden bir parti kurar bir devrim yapar sonra da düzen kurardınız. Bunu sonuncu kez deneyenlere "İslamcılar" diyoruz. Dünyanın değişen bir yer olduğunu anlamayan ve bu anlamamazlıklarını da değişmez tek saydıkları kutsal kitaplarından yaptıkları alıntıların değişmezlığıne borçlu olan İslamcılar, hâlâ düzen çağında yaşadığımızı sanıyor. Formül şöyle: Örgüt, uzun vadeli katakulli ve şeriat. Ama bir şeyin farkına varmakta zorlanıyorlar: Sistem devrinde düzen kurmak için "düzen kurucu" müdahalelerde bulunursan, "düzelttiğin"den çok daha fazlasını bozarsın. Bu deneyimi de önce Amerikalılar yaşadı (ama Bush'un bir şey anladığını sanmıyorum, ardılları anladı).
    Açıklamak için iyice basite indirdiğimiz "Düzen", Immanuel Kant ve Thomas Hobbes için, koruyucusu olmadan yaşayamayan bir şeydir. Bu koruyucu, günümüze kadar esasen ABD (ve müttefikleri) idi. Ben bu "koruyucuları" silah-külah ile sınırlamadığımdan, "Sistemin merkez ülkeleri" diye ifade ediyordum, yani sadece NATO değil Japonya da, Çin ve artık Rusya da bu kategoride, çünkü kapitalizmin esaslarını hem koruyorlar hem de bizzat o esaslara dayalı bir varoluş biçimi sürdürüyorlar.
    "Düzen"in tedavülden kaldırılıp "sistem"e dahil edildiği Dünyamızda "sistem" nasıl değiştirilr? Bu yaygın ama yanlış soruya başka bir soruyla karşılık verilebilir: Sistem zaten değişken/hareketli/kapsayıcı ve bizim kafamız bassın diye tarif edilmiş birşey ise ve global ise, onun değişim istkametini/eğilimini nasıl etkileyebiliriz? "Sistem"in ortasına kafamıza göre -mesela kadayıflı İslam tipi- "Düzen" gecekondusu kurup yaşatamıyor isek, bu "Sistem"i nasıl değiştirebiliriz?
    Sistemi değiştirmenin ilk işi, onu yeniden ve başka türlü düşünmektir. Sonra, devrimlerle bir sürü şeyi yıkıp yenisini yapmak yerine -bu yol Irak'da izlenmişti mesela, orada "Düzen" kurulmaya çalışıldı, düzeni geçtik, sistem bile bozuldu- bütüne nüfuz edecek yeni moleküllerle aşılama yapmak...
    Bu şu demektir: Bugünkü "sistem"in genelinde işleyen ve asla tartışılmayan yapılara -mesela firma örgütlenmesi biçimi- alternatif mikro formatlar eklemek. Bunlar zaten oluyor ayrıca, mesela petrolün terki. Suudların fişini çeken ve mühendislerin kurguladığı elektrikli otomobiller sayesinde olmaya başladı.
    İnsanlar ille de izah edebildikleri bir "düzen" içinde mi yaşamalılar? Bu soru, "insan masal dünyasında mı yaşamalı" gibi bir soru. İzahat da bir yere kadar, sonra tüm terimler, hatta terminoloji değişiyor ve yeni izahatler/tanımlar gerekiyor. Günümüde tarihçiler, "tarih öyle değil böyle" diye yırtınırken, aslında "düzen" ve "sistem" düşüncelerinin yapay/geçici izahat kolaylığından kurtulmanın hiç de korkulacak bir şey olmadığını gösterdiklerinin farkında değiller. Belki de hızla değişen Dünyaya artık, "düzen" ve "sistem" ötesi bir yerden bakmanın zamanı gelmiştir.

"Batı'nın sonu" Doğu'nun başı mı, yoksa başka bir şey mi?

Büyük umutlarla okumaya başladığım ve yarısına geldiğim dokuzyüz küsür sayfalık "Licht aus dem Osten" (Doğu'dan yükselen ışık) adlı kitabın yazarı star tarihçi Peter Frankopan'ın "aslında bütün dünya tarihi Ortadoğu tarafından yapılmıştır, şimdi de böyledir" iddiasına getirdiği gerekçeleri arıyorum. Kitap hakkında yazılan eleştiriler bu istikametteydi, kitabı bana Kızkardeşcim de bu yüzden hediye etti. Benim merak ettiğim, mesela bu bölgenin Çin'i nasıl etkilediğiydi (Çin'in tarihini belirlemek falan bir yana) ve tabii bir çıban başı olarak, Dünyayı rahatsız ederek tarihi bugün nasıl bir tür ve şekilde "belirlediği" idi. Açıkcası bu sorularıma yanıt veren tek bir satır okumadım henüz. Tarihi ayrıntılar herkesin dikkatini çeker, ama ayrıntı için ille de bu kitabı okumak gerekmiyor.
Son zamanda Avrupa'da pıtrak gibi, "Tarihi yeniden okumak" kitapları arz-ı endam ediyor. Sadece iPad'imde böyle 7-8 tane kitap var, ikisini okudum. İlginç olan, bunların hiçbiri de doyurucu değil, sadece bir arayışın ürünü oldukları anlaşılıyor. Modern zamanlarda "Avrupa merkezli tarih" anlayışının rahatlığı, daha 1990'lı yıllarda sona ermişti, şimdi yeni bir bakış zamanı ve herkes malum bilgileri kendince okumaya çalışıyor.
    Türkiye'de "Batı batıyor yaşasın" ahmaklığının devamı olarak "Ah Osmanlı" gibi -cevap sayılamayacak- sayıklamalardan öte gidemeyen muktedir tarlasını saymazsak, "Batı'nın sonu" tartışmaları ve olayın Türkiye'deki olası devamı hakkında henüz tartışılmıyor -"Başkanlık sistemi" falan gibi saçmalıklardan ve günlük gündem yapıcıların oynattığı maymunlara bakmaktan vakit bulunamıyor. Köşe yazarlığı mefhumunun akıllara seza bir yanı var: Her gün yazacak bir şey bulacaksın. Evet bulunuyor elbette, ama bu kadar çok ve günlük şeyler yazanların sistemli okumaya ve sistemli düşünceler geliştirmeye zamanları yok, geliştirebilecek olan kişiler da bu işleri bırakıp ticarete falan atılmışler, zira bu tip konuların ve düşünen insanların önemini kavrayıp onlara yaşam alanı açan bir iktidar yok, muhalefet de yok, vakıf dernek arkadaş grubu vesairesi de yok. Almanya'da şimdilik sanat üretemeyen ünlü bir sanatçı tanıyorum, geçimini arkadaşları finanse ediyor hem de o arkadaşlarına iyi davranmadığı halde.
    Türkiye, tarihin en önemli süreçlerinden birine, son derece vasat bir yönetimle yakalandı. 2007'de "acilen profesyonellerin bilgi ve deneyimine dayanan bir yönetim kurulması gerektiği"ni, bu iktidarın 2008-2024 döneminde sadece felaket getirebileceğini yazmış biri olarak, Türkiye'nin geleceğini temsil eden yeni bir aklın kurulması gerektiğine inanıyorum. Tutuk, otosansürcü, korkak, günlük hengameden başka bir şeyle derinlemesine ilgilenmeyen köşe yazarı esnafının kotaramayacağı bir süreç bu ve meydanda onlardan başkaları da yok şu anda. Bir önceki yazıda bahsettiğim yeni entellektüalizmi muazzam ağır bir görev bekliyor: Hergün iktidarı boyamakla yetinmeyip ciddi alternatifler kurgulamak. Önümüzde, tam bir altüstoluş tablosu var -ve elbette Türkiye'den çok, Dünya'dan bahsediyorum...
    İki gün önce eski Alman Dışişleri Bakanı ve Yeşillerin efsane lideri Joschka Fischer'in kısa ama bir o kadar da önemli bir yazısı yayınlandı, yazının başlığı çok iddialı: "Batı'nın Sonu". Aydınlık gazetesi yazıyı hemen baş sayfaya çekmiş, İslamcılar böyle yazılara sevindirik oluyorlar ama Fischer'in bahsettiği, Türkiye'deki İslamcıların, "Batı çökünce Doğu yükselecek" hamhayaliyle alakalı değil, zaten tarih ve sosyoloji ilkel aritmetikle işlemez. Joschka Fischer, "Batı" denen şeyin net bir tarifini yaptıktan sonra onu "Garb"dan (Batı kültürü ve uygarlığından) ayrı tanımlıyor ama çok da ayrı değil, Garb zemininde oluşmuş bir şey "Batı". Garb kültür ve uygarlığı daha Akdenizli bir şey iken, "Batı", daha çok Atlantik odaklı siyasi bir yapılanmayı ifade ediyor yazısında ve özünde Avrupa ve Amerika'nın birlikteliği anlamına geliyor. Birinci Dünya Savaşı'nda 1917'de ABD'nin savaşa katılmasıyla başlayan ve 1941'de ABD ve İngiltere'nin "Atlantik Anlaşması" ile şekillenip NATO'nun kurulmasıyla son halini alan bir şey siyasi Batı. Joschka Fischer'in fikri böyle. Ben yazılarımda esasen iki farklı Batı'dan bahsederim: "Coğrafi Batı" ve "Sistemsel Batı". Coğrafi Batı, Fischer'in "Garp" dediği şeydir. Sistemsel Batı ise kapitalizmdir ve Dünyaya malolmuş, Dünyayı kapsayan bir sistemdir bugün.
    Joschka Fischer yazısında, ABD'nin Avrupa'yı koruyucu güç olarak -Trump'un seçilmesi ertesinde- bu rolünden çekilmesi ile birlikte, siyasi bir yapı olarak "Batı"nın fiilen sona erdiğini söylüyor. ABD daha içine kapalı bir yer olacak, kendi sorunlarıyla uğraşacak ve Ortadoğu'yu Suriye'den başlayarak Rusya'ya ve İran'a bırakacak. Bunun siyasi ve sosyolojik sonuçlarının önce İslamcıları vurmaya başladığını biliyoruz. Suud, Katar ve Türk elitlerine Allah kolaylık verir mi göreceğiz ama şimdiden yaşanabilecekleri de tahmin edebiliriz. Geçtiğimiz günlerde Yemen'den Kabe'ye doğrudan uzun menzilli bir roket atıldı ve Suud savunma sistemleri roketi havada vurarak Kabe'nin yok olmasını son anda önledi -Amerikan filmleri gibi bir olay. Ama bu kadar önemli olaylarda Amerikan filmlerinde bile Dünya'da yer yerinden oynuyor. Kabe'ye roket atılması, Müslüman ülkelerde basının konusu bile olmadı. Yıkılsaydı belki biriki gün baş sayfalarda görülecekti ve arkasından ibre hemen gene "Başkanlık tartışması"na dönecekti (neyini tartışıyorlarsa!) Aynı şey Hristiyanlığın, Hinduizmin, Budizmin merkezlerine olsa Dünya ayağa kalkar, mutlaka ortak askeri yaptırımlar falan uygulanırdı. Kısacası İslam şimdiden "Allah'a emanet" ve üzerine fena halde gidilmesine kimse bir şey demeyecek. Rusların (ve Çinlilerin) kendi ülkelerinin yapıları nedeniyle, İslamcılığa Batılılardan çok daha kötü davranacakları ve sistemli bir şekilde yok edecekleri şimdiden kesin. Yani "Batı yıkılıyomuş" diye sevinen İslamcıların ahmaklığı pek fazla şaşırtmıyor, ama kendi yokoluşuna sevinecek derecede ahmak çıkmalarına da üzülünemiyor. Şu anda Türk İslamcılığının bile çıkarları Batı'ya yakın olmakta, hem de tüm bu "Batı yıkılıyor" tartışmalarına rağmen.
    ABD'nin koruması zayıfladığı takdirde Avrupa'nın savunması cidden tehlike altına gireceğinden ya Rusya ile yakınlaşacak, veya pahalı bir ordu kurup Avrupa'daki refah seviyesini düşürecek ve bu ordunun bu bölgeye şimdikinden çok daha fazla karışacağını tahmin etmek de zor olmasa gerek. Yani yepyeni bir dönemde Türkiye'nin bu denklemde kendine yer bulması ve yer kurması, gerçekten de çok akıllı ve çok yönlü bir politikayla mümkün. "Başkan"ın günübirlik keyfi kararları ve "Allah yardım eder" hesabıyla gidilirse olay tam bir felakete dönüşebilir.
    "Batı yıkılıyor" deniyor diye birşeyin yıkıldığı da yok, sadece zayıflamak ve dominant güçlerin değişmesi diye bir şey var. "Yıkıldı" denen Roma imparatorluğu bile İtalya'da nasıl yaşıyorsa, "Çöktü" denen Vatikan devleti bile bir evlek yerden Dünya'da etkili olabiliyorsa, elbette Türkiye de yaşayacaktır, ama nasıl? Evrensel normlar yerine kişisel normlarla keyfi yönetilirse, bu kadar karışık/karmaşık bir yerin bütün kalması imkansızdır. Rusların ve diğerlerinin, "Haritalar değişir" lafını ciddiye alın. Belki hemen bağımsız Kürdistan kurulmaz ama Hatay gidebilir, hem de savaş tazminatı olarak ve Güneydoğu'da federal bir Kürt bölgesi ortaya çıkabilir. Bunun, bir savaş sonucu yaşanma ihtimali var. Sırf iktidarda kalmak için saçma sapan "sistem değişikliği" denemelerinde bulunanların, artık klasikleşmeye başlayan "Popülist politika" icabı, savaş/seferberlik falan diyerek savaş gerekçesine ihtiyaç duydukları açık. Ama 2012'de belirttiğim gibi bu savaşın hiç de umdukları gibi gitmeyeceğini düşünemeyecek kadar bi-haberler savaştan. Bu ihtimali, harita değişimlerine aşırı hassas, ama açlığa dayanıklı "Türk aşağılık kompleksi" açısından önce yazdım. Asıl mesele asla harita olamaz, çünkü bir ülkeyi büyük yapan asla harita büyüklüğü olmamıştır, ayrıca Türkiye harita bakımından da küçük bir ülke sayılmaz. Asıl bedel, Türklerin alıştığı belli refah seviyesinin kısa bir sürede dip yapması olur. Ekonomi küçülüyor, turizm gelirleri yarı yarıya azalıyor, muktedirler yabancı yatırımcılara "paranızı alıp defolun" diyor -hem de kategorik sistem krizinin tam ortasında. "Bir alternatifleri mi var" diye bakıyorsunuz, yüksek egodan başka bir şeyleri yok. Bunun sonucu, sınır değişiminden çok daha önemli bir ekonomik buhran, Türk varlığının küme düşmesi, küçük lüks getoların ortaya çıkması ve Brezilya'dakine benzer bir sefaletin doğması olabilir. Orada ülkenin bölünme tehlikesi yok, çünkü Brazilya nisbeten homojen bir kültüre sahip, yerliler çok küçük bir azınlık, ama Türkiye'de her beş kişiden biri Kürt. Ayrıca yeni ayrımlar var: Laik-Müslüman, Alevi-Sünni, Suriyeli-Türkiyeli vs. Kapital ve eğitimli kesim hâlâ seküler/laik ve devletin bol keseden harcadığı vergileri onlar veriyor, "Milletim" denen AKP seçmeni vermiyor. Şimdi kulağa biraz uçuk gelecek belki ama, "size vergi vermiyoruz, biz vergilerimizi kendi yerel yapılarımıza vermek istiyoruz" gibi şeyler söyleyen siyasi bir hareket çıkıp partileşebilir, gidip Amerikasıyla Avrupasıyla, hatta Rusyasıyla ve Çiniyle anlaşabilir. Hele şimdi katmadeğer üreten kesimlere, her yerde daha çok değer veriliyor, daha fazla rağbet ediliyor. Ayrışmalar sadece etnik-dini kimlik üzerinden olmaz.
    ABD'nin eski küresel yükümlülüklerinin bir kısmından çekilerek kendi ile daha fazla uğraşmasının sonucu, Joschka Fischer'in de değindiği gibi, Trump'un Çin'i "Dünya ticaretinin garantörü olmaya itmesi"dir. Bir Batı sistemi olan Kapitalizmin iyi işlemesi için garantörler gerekir ve Çin bu rolü mecburen devralabilir, çünkü ABD'deki yatırımlarından tutun da dünya plastik oyuncak deryasına kadar sistemin işlemesi için ulusdevlet kontrolleri en başta Çin için şarttır ve bunu birilerinin yerine getirmesi gerekir, neticede herkes aynı köhne kapitalizm gemisinde yol almaktadır. Bu ve benzeri gelişmeler, Doğunun yükseldiğini mi gösterir? Kısa vadede göreceli olarak belki, ama Batı sistemi kapitalizmin orijinali yerine taklidinin daha dayanıklı çıkacağı oldukça şüpheli. Yirmi küsür yıldır kapitalizmin kriz teorisi ile ilgilenen ve bu konuda Dünya'da otorite haline gelmiş post-marksist dostlarım, sistemin çöküş trendinin daha 1980'lerde başladığını söylerlerdi; sistemin motorunun reel ekonomiden fiktif finans ekonomisine dönmesiyle çöküşün başladığı tesbitini yapmışlardı, konuyu ben de yazdım. Ama Çin merkezli kapitalist bir Dünya ekonomisinin Batı'dan daha başarılı olma ihtimali hiç yok, hatta Batı'da "Kapitalizm sonrası Dünya" konusundaki fikrî-zikrî külliyatı Çin'in kısır basın-yayın hayatıyla kıyaslamak hiç mümkün değil. Yani alternatif gene Batı'da kurgulanıyor, orada düşünülüyor, orada yazılıyor.
    Doğu ile Batı arasında özgün bir "Orta Bölge" ülkesi olan Türkiye, Peter Frankopan'ın kanıtlamak isteyip pek beceremediği "Tarihi belirlemek" işini belki üslenemez ama, asfalt/beton manyağı ufuksuz mahv ekonomisiyle uğraşmak yerine, bal gibi kapitalizm sonrasını konuşabilir ve bakarsınız belki sahiden de sistemsel "Batı"ya alternatif yapılar üretir -yeter ki günlük "siyaset" çılgınlığı ve bildik şablonları takmayan özgür fikirli insanları olsun ve bu insanlar birbirleriyle konuşmayı yardımlaşmayı düşünmeyi öğrensinler ve ortak Türkiye paydasından ödün vermesinler.
    Coğrafi/kültürel Batı sonsuza dek yaşayacak, ama sistemsel Batı gerçekten çöküyor ve bu durum karşısında harıl harıl tartışanların ve birşeyler yapabilecek olanların büyük bir bölümü de Batılı. Ama geleceğin global sisteminin bugünkünden çok daha Uzakdoğulu olacağını söyleyebiliriz. Sistemin kültürel öğeleri, eskisi gibi sadece Batılı olmayacak. Orta bölgede Türkiye'nin köklü devlet geleneğini bırakıp bakkal aklını tercih etmesinin de ağır sonuçları olabilir. Orta Bölge'nin üç temel ülkesi vardır: Rusya, İran Türkiye. Bu üçlü denklemden Türkiye çıkabilir, ülke sayısı ikiye inebilir, çünkü artık siyasi bir şey olan Sünniliği sadece küçülmek ve zor bir varoluş türü bekliyor. Siyasallaşmış Sünniliğe tutunan bakkal aklıyla büyük devlet olmak kesinlikle mümkün değil. Onun yerine ancak, Sünniliği ve onun siyasallaşmış "İslam"ını reddeden seküler bir Türkiye yeniden gerçek anlamda büyük bir ülke olabilir. Bu kural, önümüzdeki dönemde çok daha iyi anlaşılacaktır.

Entelektüeller çağının sonu mu?

Aziz Nesin'in Taksim'deki "Marmara Otel"in adının başında peydahlanan "The" lafıyla çok dalga geçtiğini ve buna kızdığını hatırlıyorum. "Türkiye'nin aydınları" dendi mi (Eskiden "entelektüel" değil "aydın" kavramı kullanılırdı), nefes almadan sayardık: Yaşar Kemal, Aziz Nesin. Sonra bir nefes alınır, üçüncü kişiler değişirdi. Ben "Uğur Mumcu" derdim. Ama ilk iki kişi uzunca bir süre değişmedi, ta o berbat yıla kadar: 1995.
    Bu uğursuz yıl, Türkiye'nin PKK'ya karşı çok geniş hacımlı askeri bir operasyon yaparak 1999 yılında Öcalan'ın hapsine kadar sürecek bir dönemin başlangıcıdır. Galiba Türkiye'de entelektüeller çağının da -bence- sona erdiği yıldır. Ocak ayında "The" Marmara otelde patlayan bir bombayla, Türkiye'nin en önemli kültür adamı Onat Kutlar öldü. O dönemde ben Cumhuriyeti sadece onun yazılarını okumak için alıyordum. Uzun kültür yazıları yazardı ve kalitesi o günkü ve bu günkü seviyenin üzerindeydi. Uğur Mumcu'nun öldüğü gün Türkiye'ye temelli gelmeye karar vermiş biri olarak, İstanbul'a indiğim gün bütün televizyonlar Cumhuriyet gazetesinin bahçesinde toplanan kalabalığı, kırmızı karanfilleri ve Uğur Mumcu'nun gazete tarafından basılmış büyük fotoraflarını gösteriyordu. 1995 Temmuz'unda Aziz Nesin öldü ve geriye sadece koca Çınar Yaşar Kemal kaldı.
    Yaşar Kemal, Türk dilinin o dönemde -şimdi de- yaşayan en büyük yazarı olarak, Kürt meselesinin çözümü istikametinde çabalarda bulundu ama o yıldan sonra entelektüelizmin artık daha küçük harflerle yazıldığını, önemini hızla yitirdiğini ve giderek bugünün, "gereksizleşmek" gibi korkunç bir durumun eşiğine geldiğini söyleyebiliriz. Eskinin ulu din adamları (Türkiye'de ulu dervişler) ne idiyse, entelektüeller de modern çağın seküler etik deniz fenerleridir, yönünüzü ona bakarak tayin edebileceğiniz insanlardır. Öyleydiler. Türkiye'de de öyleydiler.
    Entelektüeller çağının ardından, -bence- büyük bir ruhsal boşluk kaldı. Sözünü hiç kimseden ve hiçbir şeyden sakınmayan Uğur Mumcu'nun yeri nasıl doldurulabilir? Bu artık iki nedenle imkansız. Birincisi, Uğur Mumcu'nun sahiden benzersiz, devamlı ve inatçı, daima sağlam bilgiye dayanan, Sol ahlakın yükseklerinden konuşan biri olmasıydı. İkincisi, Uğur Mumcu'nun yaşadığı atmosferin ve devrin artık olmaması. Günümüzde eski entelektüeller de, onların yaşadığı dünya da yok ve bu yazının konusu biraz da yeni dünyanın entelijansiyasıyla ilgili.
    Fransanın güçlü adamı De Gaulle, Filozof ve yazar, dik Solcu Sartre'ı tutuklamaktan bahsedenlere, "Sartre Fransa'dır, Fransa'yı tutuklayamazsınız" demiştir. 1968'lilerin kült figürü "Kızıl Dany", (Daniel Cohn-Bendit) Sartre'ın gelip, "Siz devrimi nasıl yapacaksanız bana anlat" dediğini ve onu can kulağıyla dinlediğini, anlattıklarına çok şaşırdığını anlatmıştır. O yıllarda Avrupa'nın bütün Hükümetlerinin başı bu gençlerle beladaydı, derken Almanya'da "Kızıl Ordu Fraksiyonu" (RAF) çıktı, "Kızıl Tugaylar" doğdu, aynı yıllarda Türkiye'de de Mahir Çayan ateşli yazılarını yazıyor, gizli Sol partiler ve örgütler, dernekler, pıtrak gibi her yerde kuruluyordu. Entelektüelizmin Sol bir damara sahip olmasının nedeni, uyarıcı ve eleştirici bir yana sahip olmak zorunluluğudur. Türkiye'de de, dünyanın başka yerlerinde olduğu gibi "Aydın" denince akla, az veya çok Sol tandanslı insanlar gelir. Türkiye Solunun ve entelektüalizminin üzerinden silindir gibi geçen, günahı -askerler tarafından- ödene ödene bitirilemeyen 1980 darbesine rağmen, entelektüalizm bugüne kadar Sol kaldı.
    Entelektüelizm derken, "tanımlayan" ve "değerler sisteminde kategorilendiren" diye iki benzer gruptan bahsetmiş oluyoruz. Tanımlayan entelektüeli, daha çok bilim camiası ve Uğur Mumcu'nun temsil ettiği sağlam gazeteci formatında görebiliriz. Günümüzde gazetecilerin entelektüel boşluğu dolduran insanların çoğunluğunu oluşturduklarına bakarak, "Tanımlayan entelektüel"in geniş bir çevreyi oluşturduğu ama eskinin entelektüelleriyle kıyaslandığında, daha düşük bir profil sergilediğini söyleyebiliriz. Elimizden kayıp giden entelektüelizm, hayatı/olayları tanımlamaktan ziyade, onun etik/kültürel değerleri ışığında topluma ve eğitimli kesimlere yön veren, onların kendi fikirlerini oluşturmalarına temel sunan, toplumların değer yargılarının bekçisi niteliği taşıyan entelektüalizm. Yaşar Kemal ve Aziz Nesin böyle entelektüellerdi.
    Bugün televizyon stüdyolarını dolduran ve kaliteleri artık yerlerde sürünen "Konuşan kafa"lara entelektüelliği neden konduramıyoruz ve kolayca "Entel" diye aşağılayabiliyoruz? Çünkü bu ünsanların seviyesizliği bir yana, bir tarihi ufku yok. Daha geçtiğimiz birkaç yıla kadar aramızda yaşayan ama yaşlanıp suskunlaşan büyük isimler, "İlerleme", "Sosyalizm", "Daha insanca yaşamak ideali" gibi ambisyonlara sahiplerdi ve Sosyalist Blokun çöküşü ardından o perspektifler karışıp "Zamanın sonu" falan da ilan edilmiş olsa, nasıl bir zamanda yaşadıklarına dair sağlam fikirlere sahiplerdi. Entelektüeller en güzel atlara binip gittiler, onların yerine her akşam kafa kafaya verip ekranda politika konuşan, biteviye, yavan insanlar geldi. Evet aptal değiller, ama çok tekdüzeler. Tarih ve tarihi dönem bilincinin ortadan kalkmasıyla, günübirlik aynı (siyasi) konuları çiğneyip bir sonraki gündem konusunu bekleyen ve eski entelektüellerin cübbesine talip yeni entelektüellerin hiç bir tahmini ve tasavvurunun gerçekleşmemesi, gazetelerin halkın nabzını tutamadığı bir soyutlanma yaşattı Türkiye'ye ve tabii Dünyaya. Son yüzmi yıldır yaşanan muazzam değişimden entelektüel de nasiplendi.
    Entelektüel, ille de uzmanlık alanına sahip olmadan, makul akıl ve mantık yürüterek Dünya hakkında konuşulabildiği zamanların adamıdır/kadınıdır. Günümüzün son derece karmaşık ve digitalleşmiş Dünyasında, bu dünya hakkında konuşmak için daha çok, uzmanların ve bilimcilerin ağzına bakılıyor. Tabii bu, bilimcilerin şaşmaz yaratıklar olduğunu göstermiyor. Bu blogda galiba, bilim adamlarının gelecek tahminlerinin, maymunların daktiloyla şiir yazma ihtimali kadar olduğunu, uzman olmayan ilgili insanların çok daha doğru tahminler yaptıklarını yazmıştım. Devasa bir bilimsel araştırmanın sonucu. Ama asıl entelektüel, yani aklıyla ve kalbiyle tartarak Dünya hakkında konuşan ve sözü dinlenenler (artık dinlenilmiyor elbette), nereye gittiler, neden kayboldular? Bu sorunun ilk yanıtı, galiba gönüllü suskunluklarından, sonra mecburi angajmanlarından ve okur-yazarlık seviyesinin kendine has bir zirve yapmasından. Neden susuyorlar? Konuşup içeri atıldıklarında, bir haftada unutulabiliyorlar. Eskiden asla bir yerde unutulmazlardı. Mesela CHP'ye susuyorlar, çünkü diğerlerine göre en ehveni şerrin CHP olduğuna inanıyorlar, şer berbat bir şer. Aslı şöyle olmalıdır: Aydın, toplumunun milion taşıdır. Toplumsal ve insani değerleri, etik kuralları, ve benzeri birçok normu belirleyen, kategorize eden kişilerin, ehven-i şer falan tanımaması gerekir.
    Eski usul "entelektüeller çağı"na son veren asıl gelişme, artık kimsenin "mentor"a (yani mürşide/öğretmene veya kanaat önderine) ihtiyaç duymaması, sözünü söyleyebileceği mecraların son derece yaygınlaşmasıdır. Bu bağlamda Twitter'ın Türkiye'de Almanya'dakinden çok daha fazla kullanıldığını hatırlatalım. Elbette bu kullanım derecesinde "entelektüel faaliyet" yok denecek kadar az bir yer tutuyor, ama insanların Google kullanmayı öğrenmeleri, doğrudan söz edebilme mecralarına sahip olmaları, entelektüelizme küçümsenmeyecek bir darbe indirmiş görünüyor. Buradan çıkan sonuç, entelektüalizm sırasının geniş kitlelere geldiği gibi bir "fikir" değil elbette. Tam tersine. Vasatlaşmanın bu yoldan yayıldığını ve adına "Trol" denen yaratıkların, insanı şaşkınlıktan şaşkınlığa sürüklenebildikleri gerçeğine de "maruz" kalabiliyoruz. Sonuç, Trollerin desteklediği iktidarlar, kanaat önderleri, "sanatçılar" ve artık herhangi bir "fikir yapısı"ndan bahsedemeyeceğimiz, bir günde yüzseksen derece değişebilen "Konuşan kafalar". Artık biliyoruz ki, "Entel" deyip küçümsediklerimizin bile yaşayamadığı Dünyamızda "yeni" bir cins insan da yaşam alanı buldu. Latince "Akıllı insan" anlamında "Homo sapiens" adını kullanamayacağımız, öğrenmeyen, bir şey öğretilemeyen, ahlaki/etik değerleri çok düşük profilli, akılsız ve ahmak bir insan türü de yaşam alanı buldu. Bu türe Latince, "Homo insipiens" deniyor.
    Bir zamanlar din adamları toplumun üzerinde çok etkililermiş, onların yerini seküler entelektüeller almıştı. Toplumun seküler değerlerini gözeten entelektüellerin de etkilerini yitirdiği günümüzde, bu çok önemli boşluğu dolduracak yeni bir entelektüel türü doğabilir. İnternetteki doğrudan ifade özgürlüğü ve muktedirleri karikatürleştirip büyük kitlesel tepkiler oluşturulmasında önemli roller oynayanlar, adları genellikle bilinmeyen yeni entelektüeller. Ve karmaşıklaşan Dünyada değerlerin Milion taşı olmak görevi orada duruyor. Entelektüelizm, modern devrin sekülerizminden doğan eleştirel bir tür olduğundan, Suriye'de yeniden keşfedilen sekülarizmin/laikliğin yeni özelliklerle tahkim edileceği çağımızda ikinci baharını yaşayabilir. Ama yeni entelektüelin eskisinden oldukça farklı olacağını söylemeye gerek yok sanırım.

Kirlenen demokrasi

Yazanlar: Christine Huth-Hildebrandt & Selçuk Salih Caydı *

Sağ popülizm, demokrasiyi tehdit eden en önemli tehlike olarak, demokrasiye inananları huzursuzlandırıyor. Demokrasi kültürü kendiliğinden oluşmadı. Bugünkü anlamda demokrasi, kurumları ve kültürüyle 19'uncu yüzyıl Avrupa'sında sosyalistlerle muhafazakarlar aralarındaki mücadeleden doğdu. Sol, demokrasinin kurulmasında başat rol oynadı ve Sola has eleştiri kültürünün içselleştirilmesiyle bugünlere gelindi. Şimdi demokrasinin kirlenip bozulmasına en çok hayıflanan, üzülen ve kızanlar da Sol cenahtan. İkinci Dünya Savaşı sırasında Joseph Schumpeter'in yaptığı tarife göre demokrasinin özü seçimlerdir ama bu kaba tarif savaştan sonra değişip uzun yol katetti. Bugünün yaygın demokrasi anlayışına göre vatandaşların temel özgürlüklerinin garanti altına alınmadığı, kuvvetler ayrılığının olmadığı bir ülkede her gün seçim de yapılsa demokrasiden söz edilemez.
    Demokrasinin ana vatanında da bozulmaya başladığını ve demokrasi öncesi hale dönülme belirtileri gösterdiğini Colin Crouch 2005'de "Postdemokrasi" adlı kitapçığında göstermişti. Türkiye'de demokrasi kalitesinin hızla düşmesi ve giderek bir demokrasiden sözetmenin zorlaşması, Avrupalıları da yakından ilgilendiriyor, çünkü sanıldığı gibi sadece Avrupa Türkiye'yi etkilemiyor, Türkiye de Avrupa'yı etkiliyor ve bu etki şimdi hiç de iç açıcı değil. 34'üncü kitabını "Kirlenen Demokrasi"ye ayıran araştırmacı gazeteci Jürgen Roth da, Türkiye ile yapılan mültecilerin geri gönderilmesi anlaşmasını "reel politika adına demokrasinin iğfal edilmesi" olarak niteliyor ve 11 milyon Ürdün ve Lübnan 3 milyon mültecilerden korkmazken, 800 milyonluk Avrupa'nın iki milyon mülteciden korkmasına isyan ediyor. Daha 1948'de Carlo Schmidt, insan haysiyeti için demokrasinin gerekliliğini cesurca savunmak gerektiğini ve bu cesaretin, "demokrasiyi araç olarak kullananlara tolerans göstermeyerek" ifade edilmek zorunda olunduğunu yazıyordu.
    Roth, demokrasinin kirli pazarlıklarla, yolsuzluklarla, mafyalaşmayla kirlenişi üzerinde durduğu kitabında, Macaristan'ın totaliter lideri Viktor Orban'ın "Otoriter Demokrasi" anlayışına da değiniyor. Macar liderin anladığı demokrasi anlayışına Çin, Rusya, Hindistan, Singapur ve Türkiye'yi örnek vermesi de ayrı bir talihsizlik elbette. Roth, herşeyin düzeleceğine olan umudunun da sınırına gelmiş Avrupalı entelektüellerden biri. Karamsar kitabında geniş yer ayırdığı NATO üyesi Türkiye'yi "Avrupa'yı biricik kılan bütün değerleri çiğnemek"le suçluyor. Bu değerler Aydınlanma, hukuk devleti, kuvvetler ayrılığ ve siyasi dürüstlük diye özetlenebilir. "Acı gerçeğin" umutların önüne geçtiği bir atmosferde yaşıyoruz. Mülteci akınından bu yana yükselen aşırı sağcılık ve Avrupa'da Müslümanlara karşı toleransın hızla azalması, demokrasinin insancıl yanını kaybetmeye ve bozulmaya başladığı görüntüsü, Avrupalı entelektüellerin kimyasını bozmuş görünüyor.
    Demokrasinin sorunları, demokrasinin anavatanı Avrupa'da önemli bir tartışma konusu. Parlamenter demokrasinin günümüze has sorunlarla başa çıkmakta zorlanması, kalıcı köklü çözüm üreten siyasi kararlar alamaması, kriz dönemlerinde demokrasinin kalitesinin düşmesiyle bir araya gelince ortaya oldukça karanlık bir tablo çıkıyor. Ama umutlar tükenmiş değil. Mesela İsviçre’de vatandaşların oylarıyla yönetime doğrudan katıldığı demokratik bir sistem kullanılıyor, Fransa da ona benzeyen doğrudan-demokratık bir anket sistemi üzerinde çalışıyor. Jürgen Roth da "Umudum tükenseydi bu kitabı yazmazdım" diyor zaten. Sağ popülizmin yıkıcılığına karşı umudun serpilip gelişmesini sağlamak lazım, bunun için de demokrasiyi yükseltmek ve demokratların her yerde birbiriyle dayanışması önemli.

* Christine Huth-Hildebrandt, Prof. Dr., Frankfurt Üniversitesi sosyoloji bölümü

Kıyamet'e çare bulmak

İklimlerin modernleşme çağıyla birlikte insan eliyle bozulmakta olduğunun "keşfinden" beri, insanoğlunun gene insan eliyle kurtulabileceği tasarrufu sonucu yeni bir çağ doğdu: "İnsan Çağı".
Daha önce Yeryüzü, doğanın çeşitli şekillerde etkimesiyle değişen bir yerdi. İlk kez insanoğlunun yaşam tarzıyla Yeryüzü, değişmeye başladı. Artık insan, sahiden de bu gezegenin geleceğine hükmediyor ve bugünün üretim-tüketim sistemiyle, hiç bir önlem almadan aynen yamaya devam ettiği takdirde Dünyada herhangi bir gelecek perspektifine sahip bulunmuyor.
İklimlerin yaşama uygunsuz hale gelmeye başlamasını önlemek, şu anda insanoğlunun bir numaralı sorunu olmaya devam ediyor ve çareler bulunuyor, -ama felsefi bir soru gündemde: İnsanoğlu, doğanın doğal dengesiyle yapay bir şekilde oynayarak onu yeniden yaşanabilir normlar seviyesine çekebilir mi, yoksa böyle dışarıdan müdahaleler herşeyin çok daha kötüleşmesine mi yol açar? Bu sorunun yanıtı henüz havada, ama ben, yapay müdahalelerin tehlikeli olduğunu söylemeden edemeyeceğim.
İklimlerin çöküş tehlikesine yıllarca dikkat çekerek bu konuda boşuna çözüm aramış kişilerden biri olarak, insanların genel yaşam tarzlarının bugünden yarına değişmesinin ne kadar zor olduğunu söylememe izin verin. Bu yüzden tekniğin devreye girip, bazı "değişmez" koşulların doğaya zararını minimize eden radikal girişimlerde bulunmaları desteklenmeli midir? Bu soruya yanıt vermeden önce, kısaca yeni yöntemlerden sözetmeliyiz.
1. İklimlerin bozulmasında bir numaralı sorun, doğanın oksijene çecviremeyeceği kadar karbondioksit üretilmesi (Fabrikalar, arabalar vs.). Oksijene dönüştürülemeyen CO2 sera etkisi yaratıyor ve iklimlerin ısınmasını sağlıyor. Gidişat Kıyamet. Bunun önlenmesi için iklim konferansları düzenleniyor ve ülkelerden, CO2 üretiminin düşürülmesini taahhüt etmeleri bekleniyor. Herkes, bunun imkansız olduğunu biliyor. Kapitalist Yaşam Biçimini değiştirmeden, CO2 sorununu çözmek mümkün değil.
2. Kapitalist yaşam biçiminin değişmesini beklemek insanlığın sonu demek olabileceğinden, insanoğlu yaşam biçimini gönüllü olarak değiştirinceye kadar, bazı teknik yöntemlerle iklimlerin çöküşünü durdurmanın -hatta belki gidişatı tersine çevirmenin- yöntemleri konusunda oldukça önemli adımlar atılmış durumda.
3. İzlanda'da, iklimlerin ısınmasını sağlayan CO2 fazlasının taşa dönüştürülmesini sağlayan bir yöntem bulundu. Bu yöntemde CO2 ve su karışımı birbuçuk kilometre yeraltındaki Basalt tabakasına verilerek yeraltına hapsediliyor, taşa dönüştürülmesi sağlanıyor. Yeryüzünde en büyük Basalt tabakası Hindistan'da ve Sibirya'da bulunuyor. Yani "Jeostratejik önemi olan ülkeler coğrafyası" denen şeyin, "petrol" konteksinden çıkarak yepyeni bir anlam ifade edebileceği çağların eşiğindeyiz.
4. Doğaya endüstri/arabalar aracılığıyla CO2 salınımının tamamen ortadan kaldırılması amacıyla İklim konferanslarında cidden düşünülen bilinçli kısıtlama çareleri yetersiz. Onun yerine, kutup bölgelerinde yaşayan diyatom türü mikroskopik algların çoğaltılması, önemli yöntemlerden biri. Malum olduğu üzere, yeryüzünde üretilen CO2'in yarısına yakınını ağaçlar ve Afrika'daki/Güney Amarika'daki tropikal ormanlar değil, okyanuslarda yaşayan mikroskobik bitkiler (algler) O2'ye dönüştürüyor. Algler çoğalmak için Demir'e (Fe) ihtiyaç duyuyor.
Yeni bir araştırma grubu, Kutupların çorak denizlerine Demiroksit dökerek algların hızla çoğalmasını sağladılar, bir ton demir oksidin döküldüğü bölgede alglerin nüfusu sadece üç haftada beş kat arttı. Tabii bu tür yöntemlerin doğal dengeleri bozması ihtimali şimdilik yok ama bu tehlike de var elbette.
5. Kanadalı mühendisler, CO2 gazından Dizel yakıt üretme yöntemi ile galiba Suudi Krallığının ipini çekmeye adaylar. Bu yöntem son derece önemli, çünkü elektrikle çalışan motorlar henüz yeterince geliştirilemedi çok ağırlar ve uçaklarda/gemilerde kullanılamıyorlar, ama CO2 gazından yapılan Dizeli kullanabilirler. Özellikle uçakların ürettiği CO2'in tutulup depolanması da üzerinde çalışılan konulardan. CO2'i Dizele dönüştürme işleminde yüksek miktarda elektrik kullanılıyor, ama elektrik üretimi yakın gelecekte bir numaralı desentral enerji üretmi anlayışının temelini oluşturacak. Kanadalılar, CO2'i Dizele çeviren "yapay ağaç"ın da mucidi. Şekli berbat ama işlevi inanılmaz.
6. İklimlerin ısınmasını izleyen bilim insanları 1992'de iklimin yarım derece soğumuş olmasına bakarak başka bir yöntem daha icad ettiler. 1991 yılında Filipinler'deki Pinatubo volkanı patlamış ve bölgede duman bulutlarının yoğunluğundan gündüz vakti gece olmuştu. Volkanın püskürttüğü kükürtlü kül yerin 30 kilometre üzerine çıkıp, Dünyanın dönüşüyle tüm yeryüzüne yayılmıştı. Kükürtdioksitin atmosferin üstünde sülfik asit kristalleri halinde minik aynalar işlevi görerek Güneş ışığını yansıtmaları sonucu dünyanın ısınması durdu ve durum bir yıldan uzun sürdü. Aynı işi bir uçak filosunun da yapabileceği düşünülüyor. Her yıl tekrarlanması gereken bir işlem...
Bu tür taşıma suyla değirmen döndürme yöntemleri, insanoğlunun kapitalizmden ve "modern tüketici" tipi yaşam biçiminden vazgeçmemesiyle ilgili bir durum. Bu uygulamaların en büyük riski, bu tür uygulamalara başlanmasının ardından siyasi bir kaos yaşanıp bu uygulamaların birden durması. Bu da Yeryüzündeki yaşamın tamamı üzerinde tam bir ısı şoku yaşanmasına neden olabilir -ki buna ne tür tepkiler verileceği henüz hayalin ufkun ötesinde bi yerde!
İnsan, daha azla yetinen, daha az lükse fit bir canlı olabilecek mi? Postkapitalizm sath-ı mahalline girdiğimiz ve yeryüzünün "İnsanlık çağı"nı yaşadığımız şu dönemde, en önemli soru bu. Soru, yanıtın yarısıdır. Ve buna da yanıtlar bulunacağı kesin, ama zaman çok önemli. Düşünen bilge insan "Homo Sapiens" acilen saksıyı çalıştırmak zorunda.

Öngörüleri kesinleştirmek ve geleceğe hazırlanmak

"Dibi görmemize daha var mı, ne dersiniz?"
"2033'de beklediğimiz güzel gönleri görür müyüz?"
"Laik Cumhuriyet yıkılır mı dersiniz?"

Son zamanda böyle sorulara daha sık muhatap oluyorum. Gelecek korkusu bir çok insanın hayatında elle tutulur somut bir hal aldı.
    Bu blogun altbaşlığı "İstanbul'dan Dünyaya ve geleceğe bakış", yani geleceği merak eden, kurgulamak ve kurmak isteyenlere de hitap ediyor. Ama gelecek hangi ölçülere kadar tahmin edilebilir -yapılan tahminlerin doğruluk oranı nedir, ne olabilir?
    Dünyanın artık gözle görülür bir transformasyon dönemine girdiğini, kurumlarının ve sisteminin temellerinden sarsılmakta olduğunu biliyoruz. Henüz hiç bir şey yerine oturmadığı için olayların nasıl gelişeceği, bu karanlık yolun "tam olarak" nereye çıkacağını bilmiyoruz, bazı tahminlerimiz var elbette -ama herkes bilmek, daha kesin tahminler okumak istiyor. ABD'ye yapılan 11 Eylül 2001 saldırılarını kimse öngörememişti. Bu olayın önemli ayrıntıları (hatta gerçekte kimler tarafından yapıldığı) meçhul. 2008 küresel kategorik sistem krizinin gelişini tahmin edebilenlerin sayısı da bir elin parmaklarını geçmiyor. Bilgi denizinde yüzülen internet devrinde insanların bu kadar kör olması, -daha doğrusu doğru öngörüler yapanların önemli kurumlarla ilişkisinin olmaması büyük dezavantaj, çünkü çok isabetli tahminler yapanlar da var. Bu yazı, onlarla ilgili. Ama önce böyle doğru öngörüler yapması beklenen "uzmanlar" hakkında bir çift söz:
    Gelecek tahminleri konusunda yirmi yıl muazzam bir çalışma yürüten ünlü Psikoloji profesörü Philip Tetlock 2005'de "Expert Political Judgment" adlı kitabında bu konudaki tesbitlerini ve bulgularını yazmıştı. 284 kelli-felli okumuş-yazmış siyasi yorumcunun 82.361 gelecek tahminlerinin ne kadarının doğru çıktığını inceleyen Tetlock, bu öngörülerin çıkma oranının, konularla ilgilenen amatörlerinkinden farkının olmadığını -yani tesadüflerden ibaret ve sıfırın biraz üzerinde gezindiğini- belgelemiş. Bu konudaki bir sözünü alıntılamadan edemeyeceğim: "Maymunları bir hedef tahtasının önüne oklarla yalnız bıraksanız, onların hedefi vurma ihtimali ne kadarsa, uzmanlarımızın doğru tahmin yapma olasılığı da o kadar". Ama insanlığın tahmin kapasitesi "uzmanlar"la sınırlı değil. Mesela P.M. Dergisi'nin Nisan sayısında konu hakkında yayınlanan bir yazıda, Amerikan gizli servislerinin öngörülerinin çıkma ihtimalinin yüzde 30 olduğu, bu oranı da bizzat bu gizli servislerin tesbit ettiği yazıyor.
    Günümüzün bu önemli zorunluluğundan yola çıkarak sorumuzu soralım: Öngörülerinin doğru çıkma ihtimali yüksek olanlar var mı, varsa bunlar kim?
    11 Eylül El Kaide saldırısından dilleri yanan Amerikalılar, doğru gelecek öngörüleri yapanları tesbit etmek için "Intelligence Advanced Research Projects Activity" (IAPRA) adı altında 28.000 kişinin katıldığı bir çalışma yapmışlar, öngörüleriyle sıradan insanlardan profesörlere kadar bir dizi insan araştırmaya denek olarak katılmış ve bu insanlar arasından, öngörüleri en çok doğru çıkanları seçmişler. Bu araştırma sayesinde, bu insanların nasıl tipler olduklarını biliyoruz:
    Hiç biri her hangi bir konunun uzmanı değil. İdeoloji ve din konusunda herhangi bir bağnazlıkları yok. Hepsi çok meraklı, yani ilgi alanları çok geniş, her konuda az buçuk bilgisi olan tipler. Tek konuda derinlemesine bilgi sahibi değiller, çok yönlüler. Hepsi yaratıcı yanı olan ve sürekli öğrenen insanlar, üstelik başkalarının fikirlerine açıklar, farklı fikirleri dinlemesini biliyorlar. Hepsi, kendi hatalarını kabul edebilen, kendini eleştirebilen, hatalarını düzeltebilen ve konulara önyargısız yaklaşabilen kişiler -ancak bu şartlar altında doğru tahminlerde bulunabiliyorlar ve bunun için de sofistike yöntemlere başvurmayıp, bildiğiniz Google'i kullanıyorlar, olayların tarihi arka planını araştırıyorlar, benzer olaylarla kıyaslıyorlar falan...
    Derginin yazdığı kadarıyla IAPRA bu insanlardan Dünyada 200 kişi tesbit etmiş ve bunların 8 tim halinde örgütlenmelerini sağlamış. Bu kişlere öyle hava-cıva sorular sormuyorlar. "Suriye'de barış olur mu, olursa ne zaman?" gibi yeri-süresi belirli kesin soruları yanıtlamaları isteniyor ve yaptıkları tahminlerden onda dokuzunun çıktığı söyleniyor. Şimdi benim sorum:
    Türkiye'deki gelişmeler konusunda böyle objektif ve yerinde öngörülerde bulunanabilecek insanlar -bilimsel bir çalışma sonucu- tesbit edilemez mi? Türkiye'de de bal gibi böyle bir grup oluşturulabilir -hatta bu anonim, twitter/facebook üzerinden bile yapılabilir. Tabii burada samimiyet ve konulara tarafsız bakabilmek çok önemli, zira insanlar kendi beklentilerini de rahatlıkla "öngörü" gibi sunabiliyorlar. Diğer önemli konu, tahmin için sorulacak sorular ve onların formülasyonu, -zira iyi bir soru cevabın yarısıdır.

Jürgen Roth ile birlikte Türkiye ve Avrupa'da "Kirli demokrasi"

Türkiye hakkında okuduğum ilk Almanca kitabın yazarı Jürgen Roth. Almanya'nın en önemli araştırmacı gazetecilerinden biri. Liseden sonra eğitimini yarıda bırakmış ve 1968'de Almanya'yı terkedip Türkiye'ye gelmiş. Türkiye'de uyanan Sol bilince, kendi deyimiyle "gençlerin köylerde bile, Marksist-Leninist gruplarda örgütlenmelerine" İzmir ve Ege'de şahit olmuş, Bodrum'da yaşamış. Yaklaşık bir yıl yaşadığı Türkiye'den bahsederken heyecanlanıyor, ülkemize eleştirel bir sevgiyle yaklaşıyor. İşte o dönemde Brigitte Heinrich ile birlikte 1973'de, benim okuduğum ilk Almanca Türkiye kitabını yazmış: "Partner Türkei - oder Folter für die Freiheit des Westens" (Ortağımız Türkiye - veya Batı'nın özgürlüğü adına işkence).
    Kırmızı kapaklı sarı sırtlı küçük puntolarla basılmış ikiyüz sayfaya yakın bir kitap. Üzerinde kırmızı tonlarda bir tank ve Türk bayrakları. 1971 askeri darbesinin deli boğalarına kıpkırmızı dalgalanan sert ve net bir kitap. Kitabı "Aktuell" serisinden yayınlayan Rowohlt yayınları, ben bu kitabı okuduktan sonra favori yayınevim olmuştu ve Berlin'deki kütüphanemde aynı seriden diğer güncel kitaplardan oluşan bir rafım vardı. Türkiye hakkında konuşurken keyifle piposunu yakıyor ve misafir olduğum evinde Türkiye hakkındaki yorumlarımı dikkatle dinliyor.
    Jürgen Roth 1976'da yeniden Türkiye'ye geldiğinde dönemin öğrenci olayları atmosferinde, en büyük devrimci gençlik örgütü Dev Yol çevresini tanımış, sonra Uluslararası Af Örgütü'nün isteğiyle Güneydoğu'ya, yani Karl May'ın deyimiyle "Vahşi Kürdistan'a" gitmiş. Bu yolculuğundan da ikinci Türkiye kitabı, "Geographie der Unterdrückten - Kurden" (Ezilenlerin Coğrafyası - Kürtler) çıkmış. Kitap gene aynı yayınevinden, ama kırmızı kapaklı "güncel" sorunlar dizisinden çıkmadığından gözümden kaçmış olmalı.
    Jürgen Roth'un doğrudan Türkiye'yi ve Kürtleri konu alan dört kitabı var. 34'üncü son kitabında da, Avrupa için önemli bir yer olan Türkiye'ye yer ayırmış: "Schmutzige Demokratie" (Kirli Demokrasi). Kitabını yayına girmeden önce bana gönderme nezaketinde bulundu ve kitabını piyasaya çıkmadan önce okumaya başladım. Bu benim için büyük bir onur elbette. Eleştirel keskin bir dile sahip araştırmacı gazeteci Jürgen Roth, benim yaşayan idollerimden biridir, diğer idolüm Uğur Mumcu'yu tanıdığını ve ona büyük saygı duyduğunu da anlattı. Bir dizi tesadüf sonucu onunla tanışmak, geçen ay onunla Frankfurt'da ikinci kez sohbet etmek çok güzeldi. Roth yeni kitabında, Avrupa'da demokrasinin altını oyanlara, demokrasiyi kullananlara ve demokrasinin rafa kaldırılmasına göz yumanlara ve mesela mültecilerden kurtulmak adına Avrupa değerlerinin Türkiye'deki islamcı diktatörlüğe satılmasına bodoslama dalıyor.
    Kitap, Papa Franciscus'un 6 Mayıs 2016'da, "İnsan Haklarının, Demokrasi ve Özgürlüklerin savunucusu hümanist Avrupa, sana ne oldu?" sorusuyla başlıyor. Roth, Avrupa'da Müslümanlara ve mültecilere karşı yükselen Sağcı tepkinin ruh sağlığını bozduğunu anlatarak başladığı kitabında demokrasinin nasıl dejenere olduğunu, uzmanı olduğu yolsuzluk dosyaları ve Avrupa siyasetindeki mafyalaşma eğilimlerine değinerek anlatıyor. Kitapta mesela Macaristan hakkında uzunca bir bölüm var.
    Demokrasi sadece bir yönetim şeklinin adı değil elbette. İnsani yanı ihmal edilmiş, dayanışmayan insanların demokrasisi, ruhunu yitirmiş bir demokrasidir ve Roth tam da buna karşı çıkıyor. Jürgen Roth, birzamanlar Afrika'ya, Latinamerika'ya, Asya'ya ihraç edilen değerler arasında yer alan Demokrasinin, Türkiye gibi totaliter ülkelere -reel politika adına- verdiği tavizlerle kirlenip bozulduğunu söylüyor.
    Kitabın benim için dikkat çekici diğer bir yanı, Türkiye'de demokrasinin bozulup sona ermekte olduğu aşamada, Avrupa'ya nasıl kötü bir etkide bulunduğu. Avrupa'daki Sağ popülizmin yükselmesinde, Türkiye'de her gün dört bir cihana ayar veren sert söylemin rolü tartışılmaz. Türkiye'nin etkisi, rüzgar ekmek. Sonuç, Avrupa'daki Müslümanlara ve mültecilere karşı dozu gün geçtikçe artan bir fırtına.
    Kitap, çok sayıda olayı yap boz şeklinde işleyip, bütüne tamamlıyor ve demokrasinin bozulmasına karşı yüksek öfke potansiyeli barındırıyor. Tabii Türkiye'nin yöneticileri dahil hiç kimseye yumuşak davranmadığı da açık. Roth, Demokrasiyi yok etmek için demokrasinin kullanılmasına öfkeli. Avrupa'daki demokrasi geleneğinin kendiliğinden oluşmadığını ve uzun bir mücadele sonucu elde edildiğini unutmayalım ve kökünde insan sevgisinin olmadığı bir demokrasinin şekilsel bir demokrasiden öteye gidemeyeceği gerçeğini bir kenara yazmamıza gerek yok. Olanca karamsarlığına rağmen Jürgen Roth bunu kitabında yazmış. Onunla yeni sohbetler ve yeni konularda buluşmak üzere...

Yeni statü sembolleri ve postkapitalist yaşam felsefesine doğru

1980'lerde herkes otomobil satın almak istiyordu. Üniversite öğrencileri bile kör topal bir araba ediniyordu. Berlin'de en rağbetteki, en fiyakalı öğrenci arabası Citroen 2CV denen sevimli gaz tenekesiydi ve tabii Türkiye'de "tosbaa" dediğimiz VW Käfer (böcek). Aklı Türkiye'de kalmış zengin İstanbul çocukları ise Berlin caddelerinde elden düşme BMW'leri tercih ediyorlardı. Otomobil, o yılların en önemli statü sembolüydü. 1990'ların neoliberalizminde Türkiye'de de "oturmuş inanç", eski Türk filmlerindeki "zenginlerden" bildiğimiz "Araba yat kat" meselesiydi ve buradaki "kat", "villa" olarak değiştirilmişti. Ama Berlin'de sadece mala mülke değil, bir de eğitim seviyesi ve kültüre bakılıyordu, başka semboller de vardı elbette. Eğitim, Türkiye'de de daima önemli olmuştur, ama son 60 yıldır asıl statü sembolleri maddi şeylerdi. Bu biraz da Türkiye'nin muhafazakar muktedirleriyle ve onların dünyadan kopukluğuyla ilgili bir durum elbette. Ama Türkiye Avrupa'nın hemen kıyısında, onunla tarihten ve ticaretten gelen sağlam bağlara sahip bir yer olduğundan, burada en bağnaz rejimler de yaşasa, Avrupa'da görülen her trend mutlaka Türkiye'ye de uğrar.
    "Lüks" ile "Statü sembolü" kavramları genellikle birbirine karıştırılır. Lüks, daha içine kapalı yaşanan ve mutlaka bir felsefesi olmayan, parası olan herkesin kullanabileceği, mutlaka anlamlı olmak zorunda olmayan şeyler ve durumlarla ilgili bir kavramdır. Ama statü sembolü, zamanın ruhunu yansıtan ve belli bir elit çevreye dahil olunduğunu -dışarıya- gösteren, başkalarına bunun sinyalini gönderen şeyler ve durumlardır. Statü sembolleri önemlidir, çünkü özgün bir zaman diliminde trendlerin yönüne dikkat çekerler, benimsenen yaşam türü ve kalitesi ile ilgili önemli ipuçları sunarlar. Mesela ilk ortaya çıktıklarında Türkiye'de herkesin "bitli" diye küçümsediği Hipilerin bir devrin kültürünü nasıl etkiledikleri malum. Bugün 1968'lileri kimse küçümsemiyor. O hareketle sosyalizm kurulmadı ama Dünya popüler kültürünün kökten değişiminin piminin 1968'de çekildiğini herkes biliyor, tıpkı "Bitti" denen Gezi/Haziran kültürü gibi.
    Postkapitalist paradigmanın etkisini adım adım artırdığı günümüzde de yeni statü sembollerinin oluştuğunu, artık yüksek sesle ifade edebiliriz. Bunlardan ilki "Boş zaman"...
    Türkiye'de ortodoks Sol hâlâ "Emekçiler"i ve "iş"i kutsayadursun, günümüzün en önemli üç statü sembolünün başında, "sağlıklı yaşam" ile kombine edilmiş halde düşünülen "kendine ayırabildiğin kaliteli boş zaman" geliyor. Eskiden Avrupa'da iş günlerinde sokaklarda kimsenin olmaması "iyi bir şey" sayılıyordu. Şimdi, çok iyi giyimli adamları ve kadınları parklarda, ayaküstü dakikalarca sohbet ederken görebiliyorsunuz. Uzun sabah kahvaltıları, günübirlik kaçamaklar, çocuğuyla iş vakti dışarıda uzun uzun oynayabilenler, imtiyazlı sayılıyor ve bu bir statü sembolü -tabii belli şartlar altında...
    Türkiye'de asla çok ciddiye alınmadı ama günümüzde Avrupa'sından Amerika'sına, oradan Çin ve Japonya'sına kadar eğitimli/kültürlü/yetenekli olmak, en önemli statü sembolü sayılmaya devam etmekle birlikte, bu kişiler kesinlikle iş manyağı değiller ve büyük çoğunluğu evlerindeki ofislerinde çalışıyorlar ve kendilerine bol zaman ayırıyorlar. Yaşam biçiminin "iş zaman ve boş zaman" diye ayrılmasının bu sisteme özgü bir dangalaklık türü olduğunu, sekiz saat tam gün "ücretli iş" anlayışının insan doğasına aykırı olduğunu on yıl önce yayınlanan kitabımda da belirtmiştim ("Daha Nereye Kadar" 2005). Aynı dönemlerde Avrupa'daki dostlar da bu konuyu işliyorlardı. Bu bilincin mayası Avrupa'da ve Amerika'da tuttu, burada ise Solcular, Marx'ın eleştirdiği "Ücretli iş" (Arbeit) ve "İşçi"yi, hâlâ "Emek" ve "Emekçi" diye kutsuyorlar, ama büyünce işçi olmak isteyen bir tek çocuk yok Dünyada ve bunu sorgulamıyorlar.
    Günümüzün üçüncü statü sembolü hayatıma sessiz sedasız giriverdi. Bizim mahallede bir bisikletçi açıldı. Pahalı bisiklet satan bu dükkan aynı zamanda bir Cafe ve gün boyu boş masa kalmamacasına dolu. Mahalle berberi ve eski Ermeni dükkanlarının tarihini anlatan balık lokantası garsonları, Boğaz'ın kenarında bisikletçinin "iş" yapabileceğine önce inanmamışlardı, şimdi benimsediler. Türkiye'de görgüsüz muhafazakar entel eskileri, tank gibi ciplere binip ömürlerini İstanbul trafiğinde geçirirken, karbon bisikletinin üzerinde kravatı rüzgarda uçuşarak araba sollayan yeni nesil, arada İstanbul'da da görünüyor. Şimdi bazıları "bisiklet" diye küçümsüyor olabilir. Mercedes Benz, bu trendi farketti ve dört yıldır bisiklet üretiyor. Süper bisikletlerin fiyatı, küçük bir otomobilin fiyatına yaklaşıyor. Ünlü bütün otomobil markalarının bisikletleri de var artık ama mesele bu değil tabii, çünkü bisiklet yeni bir felsefeyi yansıtıyor: Kendini tenekeye hapsetmiyorsun ve arabanı değil kendini gösteriyorsun. Şoförün yok. Bir yere yetişmiyorsun, zamanın var. Trafiğin asla tıkanmıyor. İstediğin yere gidiyorsun. Bisikletin şu yeni hafif alüminyum aletlerdense, katlayıp çanta gibi Cafe'nin içine kadar sokabiliyorsun. Sağlıklı yaşamış oluyorsun -ki günümüzde çok önemseniyor. Çalışmıyorsun, onun yerine bir meşgalen var ve o meşgale iyi para da getiriyor. Çok mu yoruldun, hemen minik elektrik motorunu açıyorsun, bisiklet sana yardımcı oluyor. Elektrikli modeller Türkiye'ye geldi gelecek.
    Dördüncü statü sembolü için Taksim Meydanı'ndaki Gezi Cafe'den Gümüşsuyu'na doğru bir iki adımda ulaşabilirsiniz. Hemen solda bir dükkanda, evlerde ve küçük bahçelerde tamamen organik/özel tarımla üretilmiş çeşitli bitkilerden yapılma -istediğiniz gibi kendiniz kombine edebiliyorsunuz- salatalar satılıyor. Dükkan, tam yeni elitlerin mantığıyla onbir gibi çalışmaya başlıyor ve öğleden sonra üç gibi kapanıyor ve oraya yemeğe gelen diplomatlar, sanatçılar, yabancılar, ünlüler, yeni elitlerin özelliklerini taşıyan kişiler. Çok iyi eğitimli ve/veya akıllı uslu yaratıcı insanlar. Avrupa'da elitlerin oturduğu yerler genellikle bağlık bahçelik yerler. Yeşil ve doğa, yerleşim birimlerine kadar gelmekle yetinmeyip evlerin içine kadar giriyor ve umulmadık küçük bahçelerde umulmadık bitkiler yeşeriyor. Böyle bir şeye vakti olmak demek, sağlıklı yaşamak, zamanı olmak ve zevkli olmak demek, zira gastronomi gene önemli. 1990'lı yıllarda Türkiye'de de evde hayatın merkezini mutfağın aldığı konseptler yaygındı. Türkler beton manyağı olduğundan bu akıma hemen uyum sağladılar, tıpkı villa furyasına ayak uydurdukları gibi, ama bisiklete ayak uydurmak pek kolay olmayacak gibi. İsveç, ülkesinin tamamını bisiklet yolları ağıyla adeta yeniden kuruyor. Türkiye'de bu konu kıpırdanma seviyesinde. Geçen gün İzmir'de bir kadın insiyatifi "en güzel elbiselerinle bisiklete" gibi bir kampanya yaptı, hem kadınların özgürlüğü hem de bisiklet kültürü adına.
    Beijing'e gittiğimde orada bisiklet ordularıyla karşılaşacağımı sanıyordum, ama bisikletli sayısının beklediğimden az olmasının Türkiye'ye de has bir sonradan görme semptomu olduğunu öğrendim. Gene de her yere bisiklet yolu vardı ve bisikletli sayısı Türkiye ile kesinlikle kıyaslanmayacak kadar fazlaydı. İzmit'te şehir içinde belediyeye ait bisikletleri yok fiyatına kiralayıp kullanabiliyorsunuz, başka şehirlerde de vardır bu hizmet mutlaka -ama bisiklet henüz emekleme aşamasında, zira işin felsefesi buraya ulaşmadı, ne zaman ulaşacağı da belirsiz.
    Yeni statü sembollerinin asıl özünü özgürlük duygusu ve aktif doğrudan demokrasi anlayışı oluşturuyor. Türkiye'de yeni statü sembollerine sahip olan ve onları sergileyenler, bildiğimiz Gezi isyancılarının günlük hayattaki halleri. Özgürlük, birlikte hareket edebilen aktif ağların ve bilinçli tüketici kitlesi olmanın sayesinde dayatıcı bir güvence de sağlıyor kendine. Türkiye'de "otobüste şortlu kadına tekme" konusunda şık bir şekilde mobilize olan kesim, bunun iyi bir örneğini verdi. Ege sahillerindeki fahiş fiyat ve kötü kaliteye karşı Yunan adalarına yönelen ve daha çok feminen özellikler taşıyan yeni eğilimler kendi gücünün bilincine varıyor ve yeni statü sembollerini benimsiyor.
    Kapitalizmin, "sürekli daha hızlı, daha çok" anlayışının yerini "yavaşla ve yaşadığının farkına var" anlayışı alıyor. Birey olmak, özgün olmak, yatatıcı olmak, kültürlü olmak, iyi eğitim almış olmak önem kazanıyor. Çevre duyarlılığının artmasından öte, doğa ile içiçe yaşamak anlayışı benimseniyor. Postkapitalist toplum, daha az çalışıp daha çok yaşanan ve herkesin çalışmadığı ama herkesin doyduğu ve insan haysiyetine uygun yaşadığı bir dünyanın peşinde ve bu kez devrim-mevrim bekleyen yok. Her şey adım adım yavaş yavaş gerçekleşiyor. Sonra herkes bisikletine binip sahile iniyor!

Der Putsch und das Danach nach dem Nach-Putsch



15 Temmuz 2016 Askeri darbe girişiminin nedeni ve sonrası, İslamcılığın tek adam mecburiyeti hakkında bir söyleşi yaptık. Orijinali: Pergamon Blog

Prof. Dr. Christine Huth-Hildebrandt: Seit dem Putschversuch hat sich viel ereignet. Das Bild, das die Türkei gegenwärtig von sich zeichnet, verwirrt zum Teil mehr, als dass es zu Transparenz und Klärung beiträgt. Zum Teil ist das verständlich, denn das Geschehen war dramatisch. Manche Reaktionen und Ereignisse sind aus externer Beobachtersicht unverständlich und einfach nicht nachvollziehbar. Hinzu kommen Entlassungen, Verhaftungen und Inhaftierungen sowie die Gleichschaltung der Medien. Dadurch sind wohlbekannte und geschätzte Informanten plötzlich nicht mehr verfügbar, oder selbst in die Rolle des Beobachters und ausser Landes gedrängt worden. Es ist also nicht einfach, an erklärende Informationen zu gelangen.

Selçuk Salih Caydı: Ja es war und ist eine aufregende, nicht einfache Zeit. Und ich denke, es wird auch noch eine Weile dauern, bis sich die Anspannung im Land etwas legt.

Zum Putschhintergrund hat es verschiedene Erklärungen gegeben und diverse Verschwörungstheorien wurden entworfen. Mittlerweile setzt sich die Sichtweise durch, dass die Gülenisten das Land durch diesen Putsch verändern wollten. Wie kam man zu dieser Einschätzung? Welche Nachweise gibt es hierzu?

Dieser Militär-Putsch oder Putsch-Versuch ist im Grunde der Abschluss einer Entwicklung, die in den letzten 40 Jahren sehr systematisch vorangetrieben wurde. Der Grundgedanke bzw. das Ziel der Gülen-Bewegung ist in der Tat, den Staat zu übernehmen, um ihn in einen islamischen Staat umzuwandeln. Man hat das auch gewusst. Fetullah Gülen hat in seinen Predigten ab 1999 diese Idee bereits ganz klar beschrieben. Man solle sich in alle Institutionen des Staatsgebildes möglichst unbemerkt und gut eingliedern. Wenn dies gelungen und alle Schlüsselpositionen besetzt seien, dann werde man gegen das herrschende Regime putschen und die Macht selbst übernehmen. Das war der Grundgedanke. Mit der Umsetzung dieser Idee wurde bereits in den 1970'er Jahren begonnen. Das geschah sehr subtil. Man pflegte zu den jeweils regierenden Parteien gute Beziehungen und hat sich so unbemerkt in diese hineingeflochten. Das kann man bis in die Regierungszeit der Ecevit Partei zurück verfolgen und es blieb so, gleichgültig welche Partei danach an die Macht kam. Diese Bewegung hat es geschafft, bei Regierungswechseln nicht nur die gewonnenen Positionen zu behalten, sondern diese sogar kontinuierlich auszubauen. Als die AKP 2002 an die Macht kam, ergab sich für die Gülenisten dann eine große Chance. Sie konnten nun mit einer regierungsunerfahren Partei zusammenarbeiten und dadurch die eigene Macht noch mehr stärken. Denn da die AKP sich insbesondere um den Einfluss der Kemalisten sorgte, ging sie ohne weiteres ein Bündnis mit den Gülenisten ein.

Die AKP ist religiös ausgerichtet. Die Gülenisten ebenfalls. Also haben sie an einem Strang gezogen gegen die säkularen Kemalisten. Das ist erst einmal einleuchtend. Doch warum kam es dann zum Bruch? Hätte man nicht eigentlich erwartet, dass die Gesellschaft Zug um Zug von ihnen gemeinsam umgestaltet wird, so wie das gegenwärtig durch Erdoğan nun im Alleingang zu geschehen scheint?

Ja, beide Richtungen sind Islamisten, aber dennoch müssen wir hier unterscheiden. Erdoğan und seine Leute kommen von der Erbakan-Linie, d.h. der Millî-Görüş-Bewegung. Die Gülenisten hingegen stehen in der religiösen Tradition der Nurculuk und deren Führer Said Nursî nahe. Das sind zwei sehr unterschiedliche Ausrichtungen. Die Gülenisten agieren mehr nationalistisch und am "Türkentum" ausgerichtet, während sich die Erbakanisten eher am Islamismus orientieren.

Aber die AKP ist doch ebenfalls sehr nationalistisch ausgerichtet, oder?

Ja, mittlerweile, das stimmt. Aber nur, weil die AKP bemerkt hat, dass sie mit dem Islamismus allein nicht weiterkommt. Die AKP und ihre Führung sind bekannt dafür, dass ihr Pragmatismus keine Grenzen kennt, wenn es darum geht, an der Macht zu bleiben.

Und es kommt noch etwas anderes hinzu, warum es zu diesem Bruch kam, und das ist ein Machtkampf zwischen den beiden Führern. Eine Zeitlang sind sie den Weg zwar gemeinsam gegangen. Doch jeder von ihnen wusste, dass das irgendwann ein Ende hat. Politischer Islamismus ist hierarchisch gedacht mit einer Ein-Mann-Spitze. Und jede Partei oder Bewegung glaubt, dass sie die Einzige ist, die auf Erden im Besitz der Heiligen Wahrheit ist und von daher das Recht auf die alleinige Führung hat. Und so kommt es immer wieder zum Streit der islamischen Richtungen um die Alleinherrschaft und zu Säuberungsaktionen, als heilige Reinigung sozusagen.

Und dieser Zeitpunkt war für die Gülen Bewegung gekommen?

Ja. Sie haben sich nicht nur sehr stark gefühlt, sie waren es auch. Es ist unglaublich, wie gut sie sich organisiert hatten. Verheerend, dass so etwas in einem modernen Land überhaupt noch in dieser verdeckten Art und Weise möglich war.
Nehmen wir die türkische Armee. 50 % der Spitze des Militärs bestand inzwischen aus Gülen Leuten. Sie hatten die wichtigsten Ämter inne. Bei der Polizei waren es sogar 70 bis fast 80 %.
Den Geheimdienst hatten sie infiltriert, das Erziehungsministerium ... überall hatten sie die wichtigsten Posten besetzt. Sie hatten ihre eigenen Leute wie Schläfer überall verdeckt untergebracht. Man konnte sie nicht identifizieren. Das war ihre Strategie. Denn sie können Alkohol trinken, brauchen keine Kopfbedeckung, all das ist ihnen als Muslime erlaubt, jedoch nur, damit sie nicht auffallen. Und somit konnte auch nicht bemerkt werden, wie weit ihre Strategie schon aufgegangen war, und sie den Umsturz planen konnten. Das war vor ungefähr zwei Jahren.
Damals haben sie geglaubt, die benötigte Stärke erreicht zu haben, um den Umsturz wagen zu könnnen. Das hat Erdoğan aber bemerkt. Denn die ursprüngliche Absprache zwischen Erdoğanisten und Gülenisten  war, dass nach der Säuberung von den Kemalisten, auch die Gülenisten im Staatsapparat nicht weiter expandieren würden. Doch an diese Absprache haben diese sich nicht gehalten und ihre Leute weiterhin in allen wichtigen Stellen des Staates untergebracht.

Damals der Ergenekon Prozeß, die Zerschlagung des wirklichen oder angeblichen "tiefen Staates" mit der ersten Verhaftungswelle von Nationalisten im Jahr 2007 und dann in der Folge der Balyoz Prozess im Jahr 2010 gegen hohe Militärfunktionäre, das waren dann doch willkommene Möglichkeiten für die Gülenisten, viele der vakant gewordenen relevanten Stellen zu besetzen?

Ja. Die Gülenisten hatten es mit dem 4-Sterne-General Akın Öztürk sogar bis in die Spitze des Militärs geschafft. Er wurde kommandierender General der Luftwaffe. Aber Erdoğan hat dann irgendwann verstanden, dass die Gülenisten die Absprache nicht einhalten und noch mehr vorhaben. Er konnte das auch verstehen, da er ja ebenfalls von der Vorstellung ausgeht, es gibt nur eine Ein-Mann-Hierarchie. Diese Möglichkeit, Macht an der Spitze zu teilen ist für beide nicht denkbar. Im Grunde ist das ja auch die Tragik, warum der Mittlere Osten nie zur Ruhe kommt, weil jeder glaubt, der "himmliche Auftrag" läge allein bei ihm und seinem Gefolge. Als Erdoğan die Strategie der Gülenisten durchschaute, begann er zu handeln. Als erstes hat er die Polizei säubern lassen.

Ja, das war eine Phase mit Massenentlassungen und Umbesetzungen, die bei der Polizei schon ab Anfang 2014 begann.

Zuvor hatte es im Jahr 2012 die Operationen der gülenistischen Staatsanwälte gegen den Geheimdienstchef Hakan Fidan gegeben. Das war damals der erste Konflikt zwischen Gülenisten und Erdoğanisten. Auch schon vorher gingen Gülenisten in der Polizei  gegen die kemalistischen Offizieren vor, produzierten falsches Beweismaterial usw.  Und so kam es zu den Ergenekon und Balyoz Prozessen. Und in alle diese hohen Positionen sind dann nach den Verhaftungen Gülens Offiziere nachgerückt.
Diese dann folgenden Säuberungen in der Polizei durch Erdoğan waren natürlich ein Alarmzeichen für die Gülenisten. Anfang Sommer 2016 wurde ausserdem bekannt, dass eine große Operation gegen die Offiziere in der Armee bevor stand, ähnlich wie zuvor bei der Polizei. Der Türkische Geheimdienst hatte das geheime Korrespondenznetz der Gülenisten geknackt und kannte so viele gülenistische Offiziere in der Armee. Und da diese nun befürchten mussten, dass die Armee bis an  de Spitze gesäubert werden könnte, d.h. hin bis zu ihrem 4-Sterne-General, mussten sie den Putsch umplanen und zeitlich vorziehen. Denn sie planten wirklich einen Putsch! Wir wissen heute, dass sie an diesem Plan fast zwei Jahre gearbeitet haben. Jeder Gülenist wusste, was er während und nach dem Putsch zu tun hat. Man muss sich vorstellen, welche logistische Arbeit dahinter steckt, und wie lange es gebraucht hat, bis es in all diese Verästelungen hinein durchdacht und mit allen abgesprochen war. Denn wir reden hier nicht von ein paar Panzern und Flugzeugen, sondern von tausenden von Offizieren, die genau wissen mussten, was sie zu welcher Zeit zu tun haben.
Der Putsch war eigentlich erst für diesen Herbst geplant. Und nun mussten sie ihn aufgrund der aktuellen Ereignisse vorziehen. In sehr kurzer Zeit wurde alles umdisponiert, um bereits im Juli losschlagen zu können. Und dann ereignete sich noch etwas. Geplant war der Putsch für 3 Uhr in der Nacht. Aber aus Russland wurde an den türkischen Geheimdienst gemeldet, dass ein Putsch passieren könnte. Der Geheimdienst informierte umgehend den Generalstabschef und der gab die Order aus, kein Flugzeug dürfe abheben und kein Panzer sich auf die Straße bewegen. Dies war natürlich bis zu den Gülenisten durchgesickert. Aber dieser Befehl wurde durch den Einsatz der Gülenisten nicht richtig verbreitet und die Startzeit des Putsches wurde sofort vorgezogen, um das Ganze nicht abblasen zu müssen. Sie hatten keine andere Wahl.

Das heisst also, es gab einen vorgezogenen Plan, der dann noch einmal vorgezogen werden musste. Das konnte doch gar nicht funktionieren, wenn man den ganzen logistischen Aufwand bedenkt.

Genau. Und so ist es ja auch gekommen. Es wurde entschieden, schnell zu handeln. Aber dass Teile der Armee vorgewarnt waren, war der erste Schwachpunkt. Es gab keine Zeit, die oberste militärische Spitze für sich zu gewinnen und diese konnte auch nicht gezwungen werden, sich am Putsch zu beteiligen. Und dann nahm alles seinen Lauf. Zug um Zug brach der ganze Plan in sich zusammen.

Welche Rolle spielte die Bevölkerung dabei? Als die Ernsthaftigkeit der Situation begriffen wurde, wurde diese ja über SMS aufgerufen, auf die Strasse zu gehen und sich den Putschisten entgegenzustellen.

Der springende Punkt war eigentlich mehr, dass die Kampfflugzeuge nicht aufsteigen konnten. Das Hauptquartier der Putschisten war der Luftstützpunkt  Akıncı in Ankara. Der wurde umgehend von generalstabstreuen Flugzeugen aus Eskişehir bombardiert. So wurde im Grunde gleich zu Beginn das Hauptquartier des Putsches getroffen. Das war der eigentliche Auslöser des Scheiterns, dass dann nichts mehr funktionierte. Also nicht so sehr, dass die Leute auf die Straße gingen und sich dem Militär entgegenstellten, denn das Militär ist ja gar nicht richtig zum Zuge gekommen. Natürlich hat die Bevölkerung auch eine Rolle gespielt. Aber mehr auf der psychologischen Ebene. Die demonstrierenden Bürger haben das Scheitern des Putsches beschleunigt. Der Erfolg gegen die Putschisten kam jedoch, weil ihr Stützpunkt übel bombardiert wurde, sodaß ihre Flugzeuge nicht mehr aufsteigen konnten.

Was in der Nacht und in den nächsten Tagen passierte, ist ja allgemein bekannt. Was mich aber noch interessiert, welche Bedeutung und welchen Einfluss hat der Putschversuch für die AKP und für Erdoğan gehabt. Wie ist ihre Sicht auf die Ereignisse, denn nur so kann man die nachfolgenden Aktionen genauer verstehen und analysieren.

Also erst mal war das für alle ein Riesenschock. Zum einen für die Gülenisten, dass alles schief gelaufen ist. Aber auch Erdoğan und seine Leute gerieten in Panik. Sie verstanden, dass das eigentliche und primäre Ziel des Putsches war, Erdoğan gefangen zu nehmen oder ihn sogar zu töten. Es war Zufall, dass dies nicht gelungen ist, denn hätte es dieses Zeit-Chaos nicht gegeben, wäre dieses Ziel sehr strikt verfolgt worden. Nur konnte man eben in dieser Situation nicht feststellen, wo Erdoğan sich befand, da er zuvor die Warnung bekommen hatte. Wo man ihn erwartet hatte, da war er nicht. D.h. auch dieser Plan musste noch einmal geändert werden. Und es ist fast wie in einem schlechten Film, zuletzt hatte der Hubschrauber, der ihn entführen sollte,  einfach nicht mehr genug Sprit zum Fliegen. Und so ist es auch einleuchtend, da alle Schritte genau durchgeplant und miteinander verschränkt waren, dass nun die Kette riss und viele falsche Reaktionen nach sich zog, so dass alles in sich einstürzte.

Dies alles erkennen und zu verstehen, war für Erdoğan Schock und Erkenntnis zugleich. Zum einen ist ihm nun klar, dass er seinen eigenen Leuten nicht vertrauen kann. Er hat verstanden, dass Teile seiner eigenen Partei gegen ihn putschen würden. Er weiss aber nicht genau, wer in seiner Partei Gülenist ist, da diese nach aussen nicht erkennbar sind. Er weiss nur, die Partei ist von ihnen infiltriert. Er weiss auch, dass man ihn in seiner Partei nicht besonders mag aufgrund seines politischen Verhaltens, seines aussenpolitischen Gebarens, des Abbaus demokratischer Strukturen. Er bemerkt auch, dass es für seine Leute in der Partei immer schwerer wird, in der Politik eine eigene Meinung durchzusetzen, und die Türkei immer mehr isoliert wird. Es fällt AKP'lern schwer, im Ausland Erdoğans politischen Schritte zu erklären. Diese Stimmung in der Partei ist Erdoğan schon bewusst. Und er weiss auch, dass die Gülenisten nicht nur in der AKP, sondern gleichfalls in allen anderen Parteien - ausser in der kurdischen HDP – sitzen. Damit muss er nun umgehen. Und das macht ihn noch einsamer.

Gleichzeitig hat er aber entdeckt, dass er mit seinen Anhängern eine Art paramilitärische Kraft hat, die man auf die Straße schicken kann. Er hat gemerkt, dass diese Leute für ihn sogar türkische Soldaten töten und ihnen die Kehle durchschneiden, wie man im TV sehen konnte. Und so hat er am Anfang nach dem Scheitern des Putsches auch noch in der bekannten Art reagiert. Er tobte und drohte alle Beteiligten schwerst zu bestrafen.

Als er nach einigen Tagen mit Obama ein Telefongespräch führte, begann die Wandlung in seiner Sprache und in seinem politischen Verhalten. Man glaubt, er habe wahrscheinlich gemerkt, dass von den Amerikanern keine Unterstützung zu erwarten war. Vielleicht hat er auch gemerkt, dass die Amerikaner tatsächlich irgendwie an dem Putsch beteiligt waren. Irgendwann wird man die Wahrheit erfahren. Aber sicherlich hat Obama ihn spüren lassen, dass man ihn nicht mehr will und seine Vorstellungen mit denen der USA nicht übereinstimmen.

Erdogan weiss nun, dass er trotz seiner Anhänger auf der Straße und mit der breiten Zustimmung der Wähler, die über 50 Prozent oder sogar noch höher liegen mag, nicht ohne noch weiteren Rückhalt an der Macht bleiben kann. Und von da an hat er sein Verhalten grundlegend geändert. Er hat die Oppositionsparteien in seinen "Sieg" einbezogen und sie zu einem Bündnis "für die Demokratie" aufgerufen. Diese sind das auch bereitwillig eingegangen, was verständlich ist, angesichts der Erkenntnis, was da gerade verhindert worden war. Nur die HDP wird weiter ausgegrenzt. Die nationalistische Feindschaft aller Parteien gegen Kurden ist zu groß. Die Abgrenzung zur HDP bildet neben dem Kampf gegen die Gülenisten eine wichtige Klammerfunktion für die AKP mit den Oppositionsparteien, indem der HDP im Verlaufe der Krise das Label "Kurdenpartei ist PKK-hörig und somit terroristenfreundlich" verpasst wurde.

Ist es vielleicht nicht nur die geschürte und wieder aufgeflammte Kurdenfeindschaft im Land, die die Ausgrenzung der HDP zur Folge hat? Verknüpft sich da vielleicht auch etwas mit dem Syrien Konflikt und der Rolle der USA und ihrer bisherigen Nähe zu den Kurden, so dass man jetzt ein doppeltes Feindbild braucht, um noch enger zusammenzurücken? Die Statements aus der Türkei in den Wochen nach dem Putsch über die angebliche Rolle der USA deuten doch darauf hin, oder?

Ja, das kann auch sein. Aber ich glaube Erdoğan betreibt jetzt eine mehr nationalistische Politik, da er so Leute von der MHP zu sich herüber ziehen und gleichzeitig die HDP noch mehr schwächen kann. Da Erdoğan sich als Alleinherrscher sieht, kann er auch keine Koalitionen bilden. Daher muss er sehen, wie er möglichst viele Wähler an sich bindet, um sich als einziger islamischer Herrscher fühlen zu können. Dieses Gefühl braucht er. Das gibt ihm Stabilität. Dadurch kann er auch seine Einsamkeit kompensieren.

Das heisst, der gescheiterte Putsch hat jetzt zur Folge, dass eine Säuberungsaktion in ganz grossem Ausmaß durchgeführt wird. Und damit hat Erdoğan auch Erfolg. Nachdem nun die erste Verwirrung vorüber ist, kommt in der Türkei langsam ins Bewusstsein, welche Konsequenz es gehabt hätte, wenn der Putsch gelungen wäre. Und das wäre dann eben doch eine Katastrophe für das Land gewesen, da man ja nun weiss, wie tief im Staat das Gülenistische Netz verwurzelt war, und dass es auf lange Zeit unmöglich wäre, in der Türkei wieder etwas zu verändern und den säkularen Staat wieder einzurichten.

Lass uns abschliessend noch die jetzige Lage ansprechen. Die Gülenisten werden, soweit sie auffindbar sind, aus allen Ämtern entfernt, zum großen Teil verhaftet. Andere sind noch immer da und zum Teil nicht aufindbar. Wie ist die Strategie zu verstehen, dass gegenwärtig nicht nur gegen diese Gruppierung vorgegangen wird, sondern mittlerweile von einer witch-hunt gegen alles was irgendwie opponiert gesprochen wird?

Wir können davon ausgehen, dass ungefähr die Hälfte der Gülenisten aus den Ämtern gesäubert wurde und auch ihre Netze nicht mehr funktionieren. Das gilt besonders für die Armee und für das Bildungswesen. Aber was bedeutet das nun für die AKP als Regierungspartei, die jahrzehntelang darauf angewiesen war, mit denjenigen, die entfernt wurden, die staatlichen Geschäfte zu regeln? Es scheint, als stehe die AKP wieder ganz am Anfang, wie zu Beginn ihrer Regierungszeit. Sie ist nun plötzlich auf sich allein gestellt. Wir wissen, dass es um gut ausgebildete Leute in der AKP nicht sonderlich gut bestellt ist. Es gibt schon einige wenige, aber mit denen allein ist kein Staat zu regieren.

Das heisst Erdoğan und die AKP haben – und das macht sich ja mittlerweile breit bemerkbar – nicht nur ein Personalproblem, sondern auch ein fundamentales Problem im Hinblick auf die politische Leitung des Staates auf allen Ebenen. Wie werden sie damit umgehen?

Es deutet sich eine ganz interessante Entwicklung an. Sie müssen auf diejenigen ausserhalb ihrer Reihen zurückgreifen, die Staatsführungserfahrung haben und nicht zu den Gülenisten gehören. Das sind zum einen erst einmal die Kemalisten, auf die nun wieder zugegangen wird. Das betrifft mehr das Militär, da die kemalistischen Offizieren gut ausgebildet sind und sich aufgrund der gegenwärtigen Entwicklung auch loyal zu Erdoğan verhalten.
Im Bildungswesen sieht die Situation anders aus. Hier sind im Moment – das haben wir ja zum Schulanfang bemerkt – riesige Lücken zu verzeichnen, obwohl es in der Türkei eine große Anzahl von arbeitslosen Lehrern gibt. Viel zu viele Lehrer wurden in der Türkei ausgebildet. Eingestellt wurden vorwiegend diejenigen, die den Gülenisten zugeordnet werden konnten. Und die sind nun alle entfernt worden. Und zwar gründlich. Diese meist jungen arbeitslosen Lehrer sollen nun die Lücke füllen. Doch daraus ergibt sich ein weiteres Problem. Die meisten dieser jungen Leute haben sich aufgrund ihrer Situation politisiert und sind nicht unbedingt regierungsfreundlich. Wenn wir zurückschauen, jedes Jahr hat es Demonstrationen der Lehrer gegeben, die gegen ihre hohe Arbeitslosigkeit demonstriert haben. Sie werden daher auch nicht einfach als neue Lehrer eingestellt, sondern haben eine Art mündliche Prüfung zu absolvieren. Ihre Regierungsfreundlichkeit wird getestet. Dabei spielt natürlich auch ihr Religionswissen eine Rolle, das mit abgefragt wird.

Aber dann könnten das ja auch wiederum Gülenisten sein, die sich in diesen Fragen ja nun wirklich gut auskennen.

Ja und genau das ist jetzt das Problem. Folglich wird nachgeschaut, ob sie eine Gülen-Schule besucht haben oder einschlägige Gymnasien oder Universitäten, ein Konto bei einer Gülen-Bank haben und so weiter. Und man arbeitet mit der Verbreitung von Angst. Überall ist bemerkbar, was es bedeutet, plötzlich aus allen Ämtern herausgeworfen zu werden. Diese Personen dürfen danach in keinem Amt als Beamte arbeiten. Viele werden sogar von ihren Berufen ausgeschlossen. Es trifft ja nicht nur die entlassenen Personen, sondern auch ihre Familien und ihr soziales Umfeld. Niemand stellt jemanden ein, der aufgrund seiner wirklichen oder angeblichen Zugehörigkeit zu den Gülenisten seinen Job verloren hat. Familien werden zerstört, die ersten Selbstmorde sind zu verzeichnen. Das alles hat auch Auswirkungen auf das Verhalten derjenigen, die dringend einen Job suchen und brauchen und sich als Lehrer bewerben. Und somit stellt man vielleicht seine eigene politische Überzeugung erst einmal zurück.

Die Lücke in den Schulen wird sich wahrscheinlich in absehbarer Zeit schliessen lassen. Doch das ist ja nicht die einzige Lücke, die entstanden ist. Mir ist völlig unklar, wie die Probleme in den anderen Bereichen gelöst werden können.

Die AKP schafft das mit ihren Kapazitäten und ihrer mangelnden Erfahrung natürlich nicht allein. Und man bemerkt, dass erste Versuche beginnen, auf diejenigen Schichten im Land zurückzugreifen, die gut ausgebildet sind, unabhängig davon ob sie Kurden oder Säkulare sind, weil das akute Problem sonst nicht gelöst werden kann. Und jeder weiss, dass die Kemalisten noch immer die Bildungselite in diesem Land bilden.

Da Du die Kurden ansprichst, kommt deshalb vielleicht jetzt auch wieder Öcalan ins Spiel. Es ist doch auffällig, wie lange man ihn isoliert hat und gerade jetzt wieder Kontakte zu ihm erlaubt werden. Und besonders auffällig war, dass es nicht Angehörige der HDP gewesen sind, die ihn besuchen durften, obwohl er offensichtlich nach diesen gefragt haben soll, sondern Familienangehörige.

Das kann gut sein, dass Öcalan wieder ins Spiel kommt. Im Moment ist wirklich eine große Ratlosigkeit zu spüren. Man braucht gute Leute im Staatsdienst. Gleichzeitig hat man Angst, dass genau diejenigen wieder zurückkommen, die man nicht will, nämlich die Kemalisten.

Dann macht ja die gegenwärtige Einschüchterungs- und Verfolgungskampagne gegen jegliche Art von Opposition wieder einen Sinn. Alle diejenigen einzuschüchtern, die es wagen, in der gegenwärtig schwierigen Situation Kritik zu üben oder sich gegen die Methoden zu stellen, die die AKP anwendet, um die gegenwärtige Krise zu meistern. Kritik wird nicht als Bereicherung, sondern als Gefahr wahrgenommen.

Ja, diese Einschüchterung passiert im Moment wohl sehr bewusst. Aber Angst ist auf Dauer kein guter Ratgeber. Und diejenigen, die für den Staat wieder zurückzugewinnen sind, die ticken anders als die AKP und sind mit der islamistischen Ideologie nicht einzufangen. Aber auf sie muss die AKP zurückgreifen, wenn kein Kollaps in vielen staatlichen Bereichen erfolgen soll. Wir werden in den nächsten Wochen und Monaten sehen, ob eine Entspannung gelingt. Gegenwärtig ist noch immer die Erleichterung vorherrschend, dass es gelungen ist, eine 40 Jahre lang verdeckt gewachsene Krake, die sich überall festgesetzt hat, so plötzlich aus dem Staatsgebilde verschwinden zu lassen. Keiner konnte sich das vorstellen. Und das ist eine Chance für die gegenwärtigen Regierung und für die Türkei. Ob sie mit dieser neuen Lage klug umgehen und den Wert des säkularen Staates, der Demokratie und der Versöhnung wieder schätzen lernen - das werden wir sehen.

Çöken islamcılığın ardından Türklerin anlam arayışı

Hayatın anlamı, sorunun kendisinde gizli: Anlamlı bir hayat sürmek. Kültür antropologu Clifford Geertz, insanın "Sembolize eden, kavramsallaştıran, anlam arayan" bir tür olduğunu söyler. Dünyanın büyük bir bölümünde toplumsal anlam arayışlarına binlerce yıl boyunca dinler yön verdi (Çin'de böyle olmamıştır. Akılcı anlayış çok eski bir tarihe sahiptir). Günümüzün seküler toplum anlayışı ve ona uygun seküler idealler, evrensel yazılı kültürün doğal bir sonucudur, anlam da önemli ölçüde bu temelde şekillenir.
    Dünyadaki toplumsal anlam arayışına geçen yüzyıl boyunca yön vermiş en önemli ideal "gelişme ve ilerleme" idi. Atatürk'ün onuncu yıl nutkunda sözünü ettiği "Muasır medeniyet seviyesi", her ülke için geçerli olduğu düşünülen ve ülkelerin milli çabaları dairesinde değerlendirilen endüstrileşmek hedefi etrafında örülü modern bir kültürdü. Atatürk, Cumhuriyet'in "asıl fikirler ve ruhlarda yarattığı güven itibarıyla büsbütün yeni bir hayatın müjdecisi" olduğunu söyler, "emin ve metin bir istikbal"den bahseder. Bunlar, Türk toplumunun anlam arayışının ulaştığı sonucun adıdır. Ama toplumlar değişiyor ve yeni anlamlar arıyorlar.
    Cumhuriyetin ilk yıllarından 1970'lere kadar etkiyen "Gelişme teorisi"ne göre bütün toplumlar, kendi özgünlüklerine bakılmaksızın "geri kalmışlık"dan "gelişmiş"liğe doğru, tarihin linear (düz bir çizgi halinde) ilerlediği süreçten geçmek zorundaydılar. Sosyalistlerin çok daha şekilsel ve basit ilerleme idealine göre tüm toplumlar aynı ilkel toplum, köleci toplum, feodal toplum ve kapitalist toplum sürecinden geçip devrimlerle/reformlarla sosyalist topluma ulaşacak, oradan da sınıfsız komünist topluma geçecekti (Tarihte köleci toplum diye bir dönemin yaşandığı asla kanıtlanamamıştır. Avrupa'ya özgü feodalizmin de Dünyanın başka yerlerinde bir şablon olarak kullanılamayacağı konusunda bugün bilimsel bir mutabakat mevcuttur). Bu şemaya uymayan ve "gelişme"yi engelleyen yerel kültürel özellikler "gerici" ilan edildiler. "İlerleme"nin ve "gelişme"nin prototipini teşkil ettiği için Batılılaşma, tüm Dünyada esastı. Mao'nun Çin'i bile üretimini Batı ülkelerinin seviyesini esas alarak yükseltmek amacıyla "İleriye doğru büyük adım" gibi ekonomi kampanyaları düzenliyordu.
    Türkiye'nin de benimsediği, "gelişmiş" Batılı ülkelere yetişmek, onlar gibi olmak ve onları geçmek ideali, 1960'lı yılların ortasından itibaren erozyona uğradı. Dünya ekonomisinin bir numaralı ülkesi ABD'nin Vietnam savaşı yıllarında başlayan enflasyon ve kitlesel işsizlikler etkili oldu. ABD'nin para birimi Dolar'ı altın endeksinden çıkarması ve dünya ekonomisindeki önemli mutabakat Bretton Woods anlaşmasının bozulması, hem yüksek enflasyonlar devrini, hem de gelir dağılımındaki eşitsizliklerin hızla artması devrini başlattı. Türkiye'de enflasyon 1971 yılı içinde ikiye katlanarak yüzde 23'e çıktı. Gelişmeler, ilerleyerek modern Batı medeniyeti seviyesine ulaşmak idealinin Dünya çapında krize girmesine ve umutsuzluğa neden oldu. Kriz, aynı zamanda kapitalizmin krizi olduğundan, onun temel ideolojisi olan homojen ulus devlet milliyetçiliği de, Türkiye gibi sonradan modernleşmiş ülkelerde önemli darbeler yedi.
    Aynı idealin şekilci savunucusu sosyalist bloğun çöküşü sonrasında Sünni Müslüman ülkelerde anlam boşluğunu doldurmaya islamcılar aday oldu. Konjonktür, islamcılığın yükselmesine uygundu. Suudi Arabistan'ın vahabilikten esinlenen pansünni ideolojisini yaymak için 1962'de kurulan "Rabıta" gibi örgütlerin desteği ve Batı'nın antikomünist Huntington'cu çekinceleri, bu yükselişin en önemli desteğiydi. İran devrimi, bu aşamada yaşandı ve İslamcılığa yeni bir ivme kazandırdı. Suudi Arabistan, 1975'den 1987'ye kadar Rabıta'ya, yeni islamcılık akımlarını desteklemesi için -o zamanın parasıyla- 48 milyar Dolar verdi. Aynı dönemde dünyada yükselen postmodernizm, modernleşmenin ille de Batı tipi olmak zorunda olmadığını söylüyordu. Süreç içinde "gelişme" ideali büyük darbe yedi, albenisini yitirdi.
    Etnik/dini kimlikleri destekleyen global neoliberalleşme, Türkiye'de sosyal devlet hizmetlerinin özelleştirilerek islami cemaat ve vakıflara devrini kolaylaştırdı, Batılı ülkelerdeki standart ulusal kimliğin yerini Türkiye'de de giderek yeni kimlikler aldı. Bu süreci, kapitalist sistemin bozulma trendinden ayrı düşünmek elbette mümkün değildir (ama o başka bir yazı konusu). Türkiye'de zayıflayan eski gelecek perspektifi ve seküler anlam arayışına alternatif olmak iddiasındaki İslamcılık, hem klasik endüstrileşme/kalkınma idealini -ille de Batılı olmayan postmodern yoldan- gerçekleştirmeyi vaad ediyordu, hem de Cumhuriyet okulları müfredatının asla vazgeçmediği ve esasen bir "fetih tarihi" olarak okutulan "Büyük Osmanlı"nın yeniden tesisini. Türkiye'nin "Batılılaşarak" (yani modernleşerek) kendi milli kültüründen koptuğunu iddia eden, bundan da Cumhuriyet'in kurucu elitlerini sorumlu tutan İslamcılık, "Milli Kültür" adı altında sadece Rabıta devrinde kurgulanan siyasallaşmış yeni "İslam"ı kastediyordu, Anadolu'nun müziğini, halkoyunlarını, uygarlıklarını değil, çünkü Cumhuriyet bunlara zaten sahip çıkmış ve yaşatmıştı.
    İslamcılık, insanlığın son beşbin yıllık yazı kültürü içinde ortaya çıkmış, kutsadığı sözü aklın ve vicdanın önüne koyan, güç ve iktidar hedefine ulaşmak için evrensel etiği ve evrensel hukuku tanımadığından insanlık suçu işlemeye yatkın, uygarlığa özgü sanat ve kültür üretmeyip, onun yerine hayatı kendi "İslam"ına göre sakrallaştırmak ile yetinen, benmerkezci bir klan anlayışı olmaktan öte gidemedi. Bu anlayışın bir uygarlık üretemekten uzak olduğu anlaşıldı. Tek kutsal gerçeğin monopolüne sahip olduğu iddiasındaki tek adamlar etrafında dinsel biat terimine ve onun menfaat sağlanarak tesisine uygun şekilde örgütlenen bir ideoloji.
    Yükselişini, modern seküler idealin zayıflamasına, anlam yitimine ve kapitalist sistemin kategorik krizinin hayalkırıklıklarına borçlu olan İslamcılık, yazılı kültür sonucu binlerce yıllık süreç içinde oluşan genel sekülerleşme trendinden özel bir sapma teşkil ediyor ve konjonktürün değişmesiyle birlikte hızla anlam kaybetmesi de özünde zayıf olmasından kaynaklanıyor. Bir fikrin veya kültürün uygarlık üretebilmesi için özgün yüksek sanata sahip ve bilim ile uyumlu olması gerekir. Tek özelliği hayatın her alanını Kur'an'a uydurmak ve ona göre yorumlamak (sakrallaştırmak) olan İslamcılık, uygarlık kriterleriyle uyumsuz.
    İslamcılar, "Osmanlı'yı yeniden tesis" idealini gerçekleştirmekten uzaklar, çünkü karşı çıktıkları sekülerizmin başka bir ifadesi olan rasyonel düşünce ile sorunlular, bu da onların düşünce tarzlarıyla işlemeyen dış Dünya'da sürekli başarısız olmalarını sağlıyor. Geleceğe doğru akılcı planlar yapamayan, "kervan yolda düzülür" mantığıyla devlet işlerinin yürütülemeyeceğini anlamamakta ısrar eden, ancak takiyye yapıp sekülerleri taklit ettiklerinde "başarılı" olabilen, sızarak/atamalarla eline geçirdiği devleti 21'inci yüzyılda bozulmadan elinde tutamayacağını anlamayan, nasıl kullanacağını bilmeyen, kendinden olmayanların başına kaktığı kutsal değerleri kuralsızlığının ve adaletsizliğinin gölgesinde kalan İslamcılar, Türklere yeni bir anlam sunamadılar.
    Kurulduğu dönemde Cumhuriyet, Avrupa ülkeleri gibi endüstrileşmiş müreffeh bir ülke olmak idealini Misak-ı Milli sınırları dahilinde gerçekleştirmeyi hedefliyordu. İslamcı Fetih anlayışı, feodal toprak büyüklüğü ile büyüklük olamayacağını anlamak yerine, bu anlayışın kurbanı oldular. Türkiye, 1930'lu yılların tüm Dünyada yaygın olan milli şef otoriterliği anlayışını 1960'larda aşmak yerine, Atatürk kültünü değişmez bir ideoloji haline getirmekte ısrar etmeseydi, İslamcı ideoloji Türkiye'de bu kadar başarılı olmayabilirdi. İslamcılar, bu eski moda kült milliyetçiliğini eleştirmek bahanesiyle güçlendiler ve Cumhuriyetin kurucu değerlerine karşı geniş bir cephe kurabildiler. Modern bir ülkenin ve rasyonel aklın olmazsa olmazı laikliğin anlamı savunulamadı. Halbuki sekülerlik, İslamcıların iddia ettiği gibi sadece devlet yönetimiyle ilgili "Batılı bir tercih"ten ibaret değildi. Laiklik ve sekülerlik; rasyonel aklın, yaratıcılığın, onların ürünü olan yüksek teknolojinin ve 21'inci Yüzyılda uygar bir ülke olabilmek için gereken şeylerin kökeniydi. Bu gerçeğin öz tecrübe ile yeniden öğrenildiği günümüzde, İslamcılığın Türklere yeni bir anlam sunmaktan uzak olduğu, her geçen gün daha iyi anlaşılıyor. Daha önemlisi, internet üzerinden global bir köy haline gelen Dünyada, islamcılığın önemli bir eksikliği de 'Empati'.
    Yüzyılımızda yeniden şekillenen uygarlık anlayışını tarif eden en önemli özelliklerden biri sayılan empati, kendini başkalarının yerine koyabilmek, herkese aynı evrensel seküler etik üzerinden yaklaşmayı gerektiriyor. İslamcılık, internet üzerinden yayılıp benimsenen bu yeni anlayışla uyumlu değil. Kendinden olanı, evrensel etik ve adalet ötesi bir yerden koruyan, kendinden olmayanın insan haysiyetine saygı göstermeyen İslamcılığın çifte standartı, günümüzün global Dünyasına katılmayı bile sorunlu hale getiriyor.
    İslamcılar tarafından siyasi bir düzen olarak tasavvur edilen İslam'ın Türklerin gelecek perspektifine yeni bir anlam sunamadığı anlaşıldıktan sonra, Türklerin 50 yıl içinde giderek daha çok hissedilen anlam boşluğunu nasıl dolduracakları sorusu, yakın geleceği belirleyecek yanıtların eşiğinde olduğumuzu da gösteriyor.

Amerikan Çağı'nın son sürprizleri

Tanrı en çok, plan-program yapanlara güler” diye eski bir söz vardır, tarihin akışı konusunda söylenmiş bir söz. Plan yapmak elbette iyidir, ama tarihin ana hatlarını hâlâ tesadüfler belirliyor. 1989’da Berlin Duvarı yıkıldığında, bunun koca Doğu Bloku’nun çökmesine yol açacağını kimse düşünmemişti. Gelişmeleri doğru tahmin eden bir iki ekonomistin bugün adını bilen yok. 2007’de başlayan finans krizinin 2008’de Lehman Brothers Bankasını çökertip kapitalizmin “kategorik sistem krizi”ne dönüşeceğini, mesela Marksist düşünür Robert Kurz ve bir iki kişi dışında kimse düşünemedi. Tarihi belirleyen olaylara sonradan kulp takmak, onları esas alan planlar yapmak kolay. Hepsi, bir sonraki “tesadüf”e, bir sonraki sürprize kadar. Ayrıca Albert Einstein’ın deyimiyle “Dünyayı yaratırken Tanrı’nın da her şeyi bizim anlayacağımız şekilde yaratmak diye bir derdi olmamış olsa gerek.”

Günümüzdeki “sürpriz gelişme” bolluğuna rağmen, önümüzü görmek için geleceği konuşmak zorundayız ve Dünya, her şeye rağmen anlaşılmaz bir yer değil. Ama belirleyici “tesadüfler” faktörünü hesaba katmayan tahminler genellikle yetersiz kalıyor. İkinci Dünya Savaşı sonrasında başlayan Amerikan Çağı sona eriyor. Hint kökenli Amerikalı gazeteci Fareed Zakaria’nın deyimiyle “Postemperyal süper devlet ABD”, artık bir “Post-Amerikan Çağı”nda yaşıyor ve dünyanın en prestijli yapıları, en mükemmel cep telefonu yazılımları ve daha bir çok şey, Amerika’da üretilmiyor. ABD’nin Dünyadaki ağırlığı da sorunlu. Filipinler devlet başkanı Rodrigo Duterte, Laos’taki Güneydoğu Asya Ülkeleri Birliği toplantısında yaptığı konuşmada Barack Obama’ya kaba saba küfretti. Bu üsluba Obama, “Onlar bizim müttefikimiz” diye diplomatik bir yanıt verip başkanın küfürleri hakkında, “Renkli biri olduğu açık” gibi şık bir ifade kullandıysa da, on yıl önce böyle bir şeye hiç bir devlet başkanı cüret edemezdi. Ne ABD’nin gücü buna izin verirdi ne de Dünya’ya hakim olan etik kurallar. ABD, geçtiğimiz yüzyılın başında, süper güç olmadan önce, Filipinler’i askeri güçle ele geçirmeye kalktığında bile böyle sert tepki görmemişti. 1898’de Amerika’da kurulan “Anti-Imperialist League”, Filipinler’in işgaline karşı etkili bir mücadele vermişti ve grubun tanınmış önderleri arasında büyük yazar Mark Twain de vardı.

2008’in sadece Aralık ayı içinde ABD’de 680 bin kişi işini kaybetti. Bu ölçüde bir kayıp, İkinci Dünya Savaşı’ndan beri yaşanmamıştı. ABD gözle görülür bir şekilde sürekli irtifa kaybediyor. Ekonomi istatistiklerini karşılaştırdığımızda, Çin’in ABD’yi yakaladığını görüyoruz. Bu gelişmenin sonucunda nasıl bir nitel sıçrama -veya Türkiye’deki tabiriyle “kırılma”- yaşanacağı belirsiz, ama bazı tahminlerde bulunabiliriz.

20’inci Yüzyılın neredeyse ortalarına kadar Büyük Britanya, Dünyanın bir numaralı belirleyici emperyalist süper ulus-devletiydi. Daha sonra ABD onun rolünü devraldı. İki Dünya Savaşı’nın ardından sadece iki hegemonyacı süper devlet kaldı: ABD ve Sovyetler Birliği. Türkiye için 1950’de Adnan Menderes’in iktidara gelmesi, Kore savaşı ve 1952’de NATO’ya üyelik ile başlayan Amerikan Çağı’nın son yıllarını yaşıyor olabiliriz. ABD’nin daha az belirleyici olacağı bir Dünyaya doğru evriliyoruz ve bunun sonuçlarını (mesela Suriye üzerinden) yaşamaya başladık.

“Süper Devlet” nedir? Eğer buna ekonomi açısından bir yanıt vereceksek, (ABD üzerinden belirlenmiş) “genel-geçer” kural, Dünya ekonomisinin yüzde 20’si ve üstünü tek başına temsil etmektir. ABD 1980’de, yüzde 25’lerle Dünya ekonomisinin dörtte birini temsil etmekteydi. IMF verilerine göre, satın alma gücü paritesi ve GSYH bazında ABD, son iki yıldır yüzde 19’larda seyrederken, Çin de yüzde 19’a ve üzerine doğru hareket ediyordu -üstelik kriterleri yeniden belirlenebileceği opsiyonlarla birlikte. 2016’da Çin 18.9’la birinci, ABD 18.8 ile ikinci (AB’nin Brexit öncesi Dünya ekonomisindeki payı yüzde 17, eski Sovyetler Birliği’nin payı yüzde 5 idi, Türkiye’nin payı yüzde 1.3). Ama “Süper Devlet”, sadece ekonomik güç demek değil. Dünyayı kültürel bakımdan etkileyen, ordusu ve diplomatlarıyla diğer devletlere (etki ötesi) karışabilme isteği ve yeteneğine sahip olmak da demek. Bu anlamda Sovyetler Birliği ekonomik bir güç değildi ama Sosyalist ideoloji ve Sol değerleri içselleştirmiş bir kültürel güçtü aynı zamanda, -üstelik Sosyalist Blok ülkelerine doğrudan karışabiliyordu. Tavrı, her konuda önemliydi. Çin bu özelliklere tek başına sahip değil, ama çağ da “Çok kutuplu dünya çağı”, kriterler farklı. Çin, Rusya ile ortak, hatta Hindistan, İran, Orta Asya Cumhuriyetleri, Brezilya ile birlikte koordineli hareket ediyor. Afrika’da yükselen etkisine rağmen Çin, Britanya’nın emperyalizmine veya ABD’nin hegemonyacılığına benzer bir yapı arz etmiyor. Çin, askeri harcamalarını artırmakla birlikte yayılmacı bir güç değil.

Dünyanın tartışmasız en büyük askeri gücü Amerikan Ordusu, ABD’nin sırtında büyük bir mali yük oluşturuyor. Ordu müfettişlerinin (SECARMY) 26 Temmuz’da açıkladıkları son raporda, Amerikan bütçesini yerinden oynatacak trilyon Dolarlar seviyesinde açıklardan bahsediliyor. Ayrıca Amerikan Ordusu, Dünya’da “savunma” giderleri için ayrılan paranın resmen yüzde 35’ini harcıyor, çok güçlü, ama buna rağmen mesela Suriye’de YPG’ye ve Türk Ordusu’na muhtaç. Artık tek başına sonuç alamıyor.

Amerikan Research Center’ın 2016 ortasında yaptığı bir araştırmaya göre Amerikan vatandaşlarının yüzde 52’si, ABD’nin on yıl öncesine göre daha güçsüz olduğunu düşünüyor ve ABD’nin Dünyanın başka yerlerindeki olaylara karışmak yerine, enerjisinin çoğunu kendi ülkesine vermesini istiyor. 2002’de bu yanıtı verenlerin oranı yüzde 30 idi. Sürpriz darbe girişimi sonrası Türkiye’sinde MAK tarafından yapılan son kamuoyu yoklamasına göre Türk vatandaşlarının yüzde doksanı ABD’ye güvenmiyor, güvenenlerin oranı sadece yüzde dört. ABD’ye sempati ve güven, Dünyanın her yanında düşüşte.

ABD, Avrupa ülkeleri üzerinde, “Suriye savaşında daha aktif yer almalısınız” diye baskı uyguluyor ve onlarla, yönetiminde söz sahibi olduğu NATO üzerinden konuşmayı tercih ediyor. ABD’nin en önemli müttefiki AB, Amerikalılar için artık hiç de “çantada keklik” değil. Avrupalılar, ABD’nin Ortadoğu’daki istikrarsızlaştırıcı politikalarını daha fazla sorguluyorlar, çünkü bu politikalar dönüp dolaşıp Avrupa ülkelerini vurmaya başladı, bir yararı da görünmüyor. Aynı etkiler nedeniyle kimsenin beklemediği şekilde Brexit kararı ile Büyük Britanya’nın AB’den ayrılması kimsenin işine gelmiyor. ABD, Avrupa içindeki en önemli manivelasını kaybetti, AB ve Büyük Britanya ekonomisinin bundan negatif etkilenmesi bekleniyor, ABD’nin bu vesileyle Britanya Ordusu’nu Ortadoğu’ya çekip çekemeyeceği de belli değil. Mesele Suriye’deki petrol ise, buna değip değmediği, bir başka bir soru. Avrupalılar, popülist milliyetçiliği yükselten mülteci akınlarından ve IŞİD saldırılarından yılmış durumdalar. Avrupalılar, ABD’yi kayıtsız-şartsız destekler görüntüsünü sürdürerek, yükselen güç Çin’in bir numaralı müttefiki Rusya ile papaz olmak istemiyorlar, ABD’nin Rusya’yı kışkırtıp onun dibine kadar sokulmakta ısrar eden politikalarından ürküyorlar.

Başarısızlıklarından derin memnuniyetsizlik, ekonomi yarışını kaybetmesi ve süper devletlikten küme düşme aşamasına rağmen ABD, dünyanın en önemli iki devletinden biri. Ve bir numaralı deniz gücü olmayı sürdürüyor. Avrupa’nın değişebilecek tavrıyla, bu avantajı da sallantıda olabilir. Brexit sonrası Avrupa, ABD’den daha bağımsız davranma eğiliminde.

Gelişmeleri alt alta toplayarak tesadüflerin nasıl işleyebileceği konusunda tahminlerde bulunacaksak, “Amerikan Çağı”nı Çin veya Rusya’nın değil, -sürpriz bir şekilde- Avrupa’nın sona erdirebileceğini söyleyebiliriz. Tıpkı Türkiye’nin mecburen Rusya’yla yakınlaşması gibi, Dünyanın asayişini daha kolay sağlayabilmek ve sistemin çökmesini önlemek/yavaşlatmak adına AB, Rusya’yla ve yükselen Çin’le ilişkilerinin boyutunu, ABD ile ilişkilerinin boyutuna yakın bir seviyeye doğru yükseltebilir. Üstelik bunu yaparken ABD ile ilişkilerinin seviyesini düşürmesine gerek kalmayabilir. Böyle bir gelişme yaşanabilir mi? Bunu Alman sosyal demokrat partisi SPD’nin eski dış politika yıldızlarından Andreas von Bülow konu edindiğine göre ihtimal dahilindedir. Kuşkusuz sürpriz olur. Kendi içinde uyumlu hareket eden, ekonomik üstünlüğü yüksek, jeopolitik açıdan ABD’den daha farklı ve daha güçlü etkiyen yeni bir siyasi kümelenme doğabilir. ABD, vatandaşlarının sözünü dinleyip kendi kıtasına doğru çekilip Amerikan Ordusu’nun devasa giderlerinden kurtulursa, refahı ve istikrarı adına süper devlet olmak iddiasından en azından bir süreliğine vazgeçmiş sayılacaktır, ama vazgeçer mi? Sanmıyorum. Amerikan ekonomisi, ancak global ekonominin merkezini teşkil ettiği takdirde yapay refahını ve savurganlığını sürdürebilir.

Avrupa’nın ABD’ye karşı daha dikkatli bir politika benimsemesi bile gelişmeleri Çin ve müttefikleri lehine hızlandırabilir. Bu ihtimali olumladığım sanılmasın. Bugünkü haliyle, Doğu’nun yükselişine uygun bu tür olası gelişmeler belki daha istikrarlı bir Dünyada yaşanılmasına bir süre hizmet edebilir, ama o Dünya, demokrasinin çok daha küçük harflerle yazıldığı bir Dünya olacaktır. Doğunun yükselişi, Türkiye’nin eski Kemalist ve yeni İslamcı kodlarıyla pek uyumlu değil. Bu da yakın gelecekte Türkiye’de büyük sürpriz değişimlere işaret ediyor. Türkiye farkında olmasa da, en İslamcısından en Solcusuna kadar Batı kültürüne Doğu kültüründen çok daha yatkın/yakın bir ülke. İslamcılığı sıfır toleransla bir kaşık suda boğmaya aday Doğu yükselirken, Türkiye’nin Doğu’ya hangi sürpriz gelişmeler ve tesadüflerle nasıl açılacağı, açılıp açılmayacağı, şimdilik bir muamma. Anatole France şöyle der: “Tesadüf, belki de olayların altına mutlaka imzasını atmak istemeyen Tanrı’nın takma adıdır.” Yakın geleceğin sürprizlerine hazırlık babında Türkiye’nin yüzde ellisine ve diğer yüzde ellisine yapılacak “izahat”, böyle bir cümleyle başlayabilir!