Atelier II



AntiParty


 
Bo
Sakin ve bilge Dağ, yukarıda.
Teslim alan edilgen Toprak aşağıda.

Karanlık çizgiler etkilerini yükseltip dejenere ederek, tek aydınlık çizgiyi devirmeye hazırlanıyorlar. İyi olanla doğrudan çatışmak yerine, kendini belli etmeden yavaş yavaş etkisini artıran kötü, iyinin altını oyarak onu çökertiyor.
İşaret bir Ev'i gösteriyor. En üstteki çizgi, evin çatısı. Çatı da parçalanırsa, ev çökecek. İşaret, dokuzuncu ayla ilgili. Yin, güçlenerek ilerliyor ve Yang'ın gücünü tamamen yok etmeyi amaçlıyor.



Prolog 


İki

"Gülemiyorum"


İşte hepsi burada. Daimi Yatılılar kulübünün gizli üyeleri ve ortada sadece bir parti döndüğünü sanan diğerleri. Sizi birkaçıyla tanıştırayım. Mesela Mimi.
    Aslında şıllığın tekidir.
    Her zaman geç kalır.
    İltifata bayılır.
    Siz ona şiirsel bir güzelliğe sahip olduğunu söyler söylemez, bol çikolatalı koca bir tabak profiterolü bir çırpıda yiyip bitirebilir ve sizin ‘güzel’den, aslında bambaşka birşeyi kasdettiğinizi de anlamayabilir.
    Öylesine kendine odaklıdır ki, size bakarken aslında sizin gözlerinizle kendine baktığını görüp şaşırabilirsiniz.
Kendine bayılır.
    Cüzdanını daima evde unutur! İçinizden, şehre kadar nasıl olup da parasız gelebildiğini düşünürken, uçuk tahminlerde bulunmanız için kışkırtıcı tavırlar takınabilir. Taksi şoförüne saksafon çekip çekmediği sorusunu aklınıza getirebilecek ve bunu umursamayacak kadar yüksek bir özgüvene sahiptir. Gamsız gamsız “A, cüzdanımı unutmuşuuum” derken, genellikle çantasını karıştırır. Bir taraftan da çaktırmadan sizi süzer. İçinizi görebildiğinden emin olun!
    Kadınlar tuvaletine gittiği zamanlarda kendinizi, hayatını saksıda bekleyerek geçiren bir oda bitkisi gibi hissedebilirsiniz. Daha “iyi” hissetmek istiyorsanız, cep telefonuyla oynamak yetmez, yanınıza rahat okunan kitaplardan almalısınız. Şöyle kafa dağıtan neşeli şeyler olmalı.
    Mimi, kadınlar tuvaletinden bir star gibi çıkar. Bu süre zarfında orgazm veya estetik ameliyatı olduğunu sanabilirsiniz. Oldukça değişip canlanmıştır. İsterik kadın pozlarıyla poposunu koltukta sürüyerek yeniden karşınıza geçip otururken, sadece bir tek cümlenin değişik versiyonlarını tekrarlar.
    “Gidelim mi hayatım?”
    Kombinazona benzer saten kıyafetler giyer. İltifat ve yakınlık beklerken, umduğunu bulamazsa dilenir. İlginç numaraları vardır. Mesela ayağa kalkar ve etrafına bakınırken, bir taraftan da ürkek kadın pozları keser. Onun bu “aciz” haline aldanan birileri mutlaka çıkar. Ya ona yer açıp göz teması ararlar (ve bulurlar da), ya da düşürdüğü birşeyini eğilip alırlar. Hep birşeyler düşürüp, adamları önünde yerlere kadar eğer. Yalnızken aynı özgüvensiz kadın numarasını yaptığı anlarda, onu hemen oracıkta kapıp köşede becerebileceğini düşünenler çıkabilir. Böyle "girişken" tipleri fena harcar.
    Mimi, sapsarı saçları ve kocaman memeleriyle sahnede boy göstermiş olmanın tecrübesine sahiptir. Dolgun MM hallerini ‘Aptal sarışın’ gibi görünmek için acımasızca kullanır. İncecik topuklu ayakkabılarının üzerinde havada süzülür gibi Party’den çıkarken, kapıyı açan genç erkekleri gözleriyle yer ve posalarını kapının kenarına bırakır.
    Kibardır!
    Tanrıça gibi kadındır.


    Rob, Party'ye maskesiz katılanlardan.
İri burnu ve göğsüne doğru sarkan yanaklarıyla, koca kafasını maske sananların sayısı hiç de az değildir. Rob’un üzerinden, paranın o doyumsuz ve sahte asaleti akar. Eskiden bunların sadece koca göbeklileri, ensesi kulağı yerinde olanları makbulmüş. O da, sadece yağlı bankerlere güvenilip para emanet edien çağların talancı kapitalizminden fırlayıp gelmiş karikatürlerdendir. 19’uncu yüzyılda tığ gibi bir bankere kim güvenip de para verir? Somonlu kanepeleri tıkınan gamsız pelte, eskinin iri kıyım para babalarının günümüzdeki Parti temsilcisi. Ölmeyi unutup bugüne kadar yaşamaya devam etmiş eski bir insan prototipi de olabilirdi, ama değil. Gerçek, çok daha yavan ve sıradan. Kulübün legal kurumlarının para işleriyle meşgul olan Rob, paralı davetlilerin mutlaka selam verdiği kişidir.
    Sürreal olabilecek kadar şekilsiz, akılda kalacak kadar da orijinaldir. Nitelikli bir ucube. Biz asil üyeler için özel yıllık partileri tasarlayan Sel, onu her seferinde mutlaka davet eder. Burada aslında ne döndüğünü bilmeyenlerden. İnsanı miğde bulantısıyla şaşkınlık arasındaki duyguların her tonunda dolaştırabilecek kadar ilginç biri olduğu kesin. Anlattığı saçma sapan şeyleri uydurmayıp sahiden yaşadığını veya rüyasında gördüğünü iddia edecek kadar da insan aklına saygısız. Daimi Yatılılar Kulübü asil üyelerinin gerçek hayatı hakkında bir fikri olsaydı, çenesini daha iktisatlı kullanırdı.
    Parasının yüzü suyu hürmetine, saçmalıklarını sonuna kadar dinleyen kadınlardan bir tür ‘intikam’ alır. Geç saatlerden itibaren hikayelerine pornografik banal detaylar eklemeyi sever. Sel, onun kendi "fiziğine" bakmadan bu kadar cürretkar yalanlar uydurmasıyla çok eğleniyor olmalı. İşini bilen bir iş adamı. Seyahatler için gereken akla gelen her türlü malzemeyi tedarik etmekte usta. Parasal ve lojistik mevzularda uzman olması, onu Sel’in gözünde özellikle ilginç kılıyor olmalı. Bir tür trajik nostalji onunki. Party’ye düşen dişi acemi çaylakları gece boyunca esir almakta üstüne yoktur.
    Evinde tilki besler. Tatile daima Tayland’a gider.
Büyük alışverişlerini Londra’da yapıp, parasını İstanbul’da kazanır. Gerçekte ne iş yaptığını bilen yok, birilerine anlatığını da sanmıyorum. İstanbul’un uyuşturucu mafyasının para trafiğini Rob örgürlüyor deseler inanabilirim. Japonların netameli atom reaktörünü Türklere Rob kakaladı dense de inanırım. Tipsizliğine rağmen Hulusi Kentmen usulü eski moda babacan zengin İstanbulluyu oynamaya meraklı, kibirli herifin tekidir. Tapirden çok daha iri, filden daha kinci, domuzdan daha obur, solucandan daha itici.
    Pahalı parfümler kullanır. İğrençliğine rağmen kadınların ona yaklaşmalarının bir sırrı da bu olsa gerek. Patrik Süskind’in kurbağası ile aynı familyadan. Kendini öptürecek bir prenses arıyor gene. Bakalım bu gece hangi zenginlik budalası amatör kadın hayal kırıklığına uğrayacak.


    Vic, kadın cinsinin en güzeli. En azından benim reel dünyamda yaşamakta olan sahici kadınlar arasında en güzeli. Şimdi istisnalarla oyalanıp kaideyi bozmayayım. Hayatıma geriye doğru dönüp baktığımda, bizim camianın eski yüksek kaidesi üzerinde kadın adına sadece Vic var benim için. Her fırsatta kendini hatırlatabilen bir çekiciliğe sahip. Aşk falan değil, başka birşey bu.
    Hani Anadolu kırsalında dolaşırken, ulu ağaçlar arasından önünüze birden çıkıveren cemaatsiz eski kiliseler, kadim mabedler gibidir kendileri. Yüceliğin güzel ve huzurlu günlerini yaşayıp sonra unutulmuş küçük sonsuzluklardan. Yalnız, hüzünlü, gizemli, ama sizi şaşırtacak kadar güzel.
    Salonda, ışığın pek erişemediği bir yerde, yüksek bir bar taburesinin üzerinde oturuyor. O da benim gibi pek görünmek istemeyenlerden. Gene daracık eteği, gene ince belini sergileme azmi, gene o delici bakışlarıyla, sonsuz zamanlardan beri yaşıyormuş gibi. Karanlıkta kontürlerini ve kendinden emin zarif hareketlerini görüp büyülenebilirsiniz. Ayrıntılarına takılmanızı istemez. Sadece bu yüzden  geceleri yaşıyor olmayı isterdi.
Ne zamandır gün ışığı görmemiştir dersiniz. On yıl olmuş mudur? Galiba o kadar oldu. İnce uzun parmakları arasında oynayıp durduğu kocaman şarap bardağıyla ve arada yudumladığı kızıl karanlık şarabıyla suskun. Eskiden de öyleydi. Nadiren konuşur.
Bana onun akıllı olup olmadığını sormaya cürret eden biriyle atışmıştım bir zamanlar. Güzellik, çenebaz akıldan üstün değil mi? "Bu kadar güzel bir kadının ille de akıllı olması gerekmez ki" diye bir laf gelmişti aklıma. Bana o saçma soruyu soran tip, Vic ile konuşabilmek için mutlaka akıllı ve kültürlü biri olmak gerektiğini sanan korkaklardandı. Bir gülümsemesine fit olabilecek ürkek adamların küçük hesabı işte. Vic bunlara alışıktır. Partiye kulübün dışından katılan tipler, karşılarındaki kadının adam yiyen bir canavar olabileceğini, elindeki bardağın dibinde salınan koyu sıvının şarap değil kan olabileceğini düşünmüyorlar tabii. Bir andan diğerine değişen anlamlı bakışlarına dayanabilecek kadar cesur olsalar, bu güzel yüzün ardında kimin saklandığını da görebilirler belki. Asıl sürpriz orada. Ben, onun kim olduğunu biliyorum. Elbette bunun için kalbimi söküp almasına izin vermedim. Kadehindeki kan, benim kanım değil.


    Nü. Onda şeytan tüyü var.
    Bizim camiada, görüşmekten yıllardır imtina ettiğimiz herkesi tanır. Her yıl partiye yeni katılan tayfalarla beni tanıştırmaya çalışır, sonra da beni o solucanlarla yalnız bırakıp defolur. Parti Cehennemin dibinde yapılsa, beni orada da tanıştıracak bir sürü sıkıcı zebani bulup karşıma dikeceğinden eminim. Bu kez yalnız. Ya dedikodu yapacağız ya da birbirimize açılacağız. Muhteşem güzelliğinden gözlerimi alamıyorum. Simsiyah düz parlak saçları uzun boynunu gizleyemeyecek kadar kısa. Kaldığımız yerden devam ediyor.
    "Bak kardeşim, eğer birisini belli bir role mıhlamak istersen, ona gülersin. Hınzırca bir gülüştür bu. Şöyle ağız tadıyla gülebileceğin, sinir olduğun biri de mi yok?"
    "Sana, gülemiyorum diyorum."
    "Bana gülme zaten!"
    "Yanlış anladın..."
    "Yanlış anlamadım, sadece seninle kafa buluyorum. Rob denen patates çuvalını andırır şu zengin şişkoya bak. Ayağı takılıp düşse gülmez misin?" deyip kıkırdıyor.
    "Ben kötü biri olmak istemem."
    "Eee! İyi biri olmak istemezsin, kötü biri olmak istemezsin... Ne halt olmak istersin? Madem gülemiyorsun, güldür bari. Millet sana gülsün hiç olmazsa."
    "Olmuyor işte" deyip gözlerimi gözlerine dikiyorum ama aradığım anlayışın kırıntısını göremiyorum. Ben de laflamaya devam ediyorum.
    "Kendinden yüksekte olan birini alçaltmak için onda kusur bulur gülersin, her türlü zıtlığı ve hayattaki rolleri tersyüz eder gülersin, zaruri olanın sıkıcılığına son verip kaderin ürkütücülüğüyle alay edip gülersin, erkeği kadına çevirir kadını erkek yapıp gülersin... Bunlar işin teorisi. Neye gülmem gerektiğini ben de biliyorum ama olmuyor, gülemiyorum. İnişsiz çıkışsız aşırı güvenli monoton bir hayat, gülmenin de düşmanıdır belki" diyorum.
    "Amaaan!.. Saçma!.. Ay sıkıldım bu konudan. Git bana bir Beach Beauty getir."
    "Nasıl olacak?" diye saf saf soruyorum.
    "Bu da soru mu şimdi? Dört ölçek vodka, iki ölçek Créme de Banana, bir ölçek Grenadin, Portakal suyu, Tonik falan. Ay çok konuşturma insanı. Barmene beni işaret et, o bilir ne hazırlayacağını."
    Her şeyi göze alarak, yüzümde aptal bir sırıtışla soruyorum.
    "Söylesene, nasıl güldürebilirim sence?!"
    "Ciddi misin, yoksa ille de beni güldürmek mi istiyorsun? Git bardağımı getir ondan sonra."
    Biri 'Les portes de la nuit' tipi şarap, diğeri Beach Blue, iki bardakla masaya dönüyorum. Ayaktayız. Müzik değişip hızlanıyor. Ben en azından bir tek sözcük bekliyorum Nü'den. Karanlıkta etli dudakları dikkatimi çekiyor. Öpücük konduracakmış gibi uzattığı dudaklarıyla şimdi bir Afrikalıyı andırıyor. Dekoltesi neredeyse göbeğine kadar derin. Teni, dalgalanan ve şimşek gibi çakan laser ışığında parlıyor. Ayrık göğüslerinin arasında yeşil neonun gölgeleri ve kırmızı laser zigzagları geziniyor. Bana iyice yaklaşıyor.
    “Madem kaldığımız yerden devam ediyoruz, söyleyeyim. Bu normal halinden sıyrılmadan gülünç olamazsın canım."
Kadehini elimden alıp, kocaman yudumluyor.
    "Ne biliy’m" diyor, "kötü insanların taklidini yap, senin sütbeyaz masum yüzüne iyi gider. Bak işte buna gülerler..."
    Bardağını mermer masaya bırakıyor. Öğüt veren tonda, "Gülünç olmak, yapay çirkinlikle ilgilidir" diyor. "Etrafındakilerin yüreklerini burkmayacak kadar çirkinleşeceksin. Rüküş falan ol." Başını Rob'un masasına çeviriyor.
    "Bak gene soruyorum. Kendini beğenmiş şu şişko... Pahalı elbiselerinin içinde gülünç değil mi?"
    "Ben ona sadece acıyorum. Miğdemi bulandırıyor" deyip önümdeki bardağıma bakıyorum.
    "Acıyor musun? Sen onunla duygusal bir bağ oluşturmuşsun yavrum. O zaman gülemezsin tabii, aptal şey!"
    Boyun bağımdan tutup beni kendine doğru çekiyor. Yüzümde soluğunu hissediyorum. O kocaman etli dudakları göz hizamda. Burnuma kocaman bir öpücük konduruyor. Rujuyla burnumu kıpkırmızı boyadığından eminim.
    Usulca, "Buna alışabilirim" diyorum.
    "Hadi or’dan!.. Bak şimdi komik oldun işte. Entel palyaço."
Uçup gitmesi için balonunu salıveren kız çocukları gibi bırakıveriyor eski moda incecik kravatımı ve hafifçe geri çekilip bana bakıyor. Uçup gitmiyorum.
    "Baay!.."
    Bardağını alıp yanımdan ayrılıyor. Hemen burnumu siliyorum.


    Topatan kavunu gibi kocaman bir kafası var. Kavun diyorum, çünkü sarışın. Adam utanmasa, yeşile çalacak kadar sarı. O kafaya bir de iki koca göz eklenince, insan kendini Japon Manga'larından kaçmış bir kahramanın karşısında sanıyor. Kahraman değil tabii. Ne yüksek ideallere sahip, ne de Tokyo metrosundayız. Biçimli güzel burnu ve eksiksiz mükemmel dişleriyle, soyut. Ama Pi, sanal değil gerçek. Azı dişlerinden birine irice bir elmas taktırmış, "ileri ölçülerde” güldüğü zaman görününen bir elmas. Kahkahasına bu kadar önem veren birine saygı mı duymalıyım?
    Küçücük ayakları var. Elleri de küçük. Adam sanki, yetişkinler için çekilen Japon çizgi filmlerinde oynamak için yaratılmış. Ama son on yıl içinde bir kez bile sinemaya gitmediğinden eminim. O gülmeye başladı mı, Dante'nin Cehennemi geliyor aklıma. Kışın soğukta eğlenceli bile olabilir. Can hıraş, gökten boşanırcasına yılışık kahkahalar atıyor. Kötü, alaycı, iğneleyici, küstah kahkahalar. Bana nisbet yaparcasına gülüyor. En banal şeyleri içiyor. Party’de tatlı limonata veya bildiğiniz su içen birini düşünebiliyor musunuz? Hayal kuramayan, hazır hayalleri yaşayan şanslı tiplerden biri o. Kafasıyla bir örnek sarı limonatasını buna borçluyuz her halde. Önünde iki uzun bardak duruyor. Birinde o sarı şeyden, diğerinde su var. Ben ona acıyorum. Gülemediğimi bilse belki o da bana acırdı. Tabii hiç gülmeyen onca gece kuşu arasında gülüp gülememek mevzuunun birilerinin dikkatini çektiğini de pek sanmıyorum.
    Ucuz battaniye desenli keçe paltolar giyer -suni kürk yakalı. Çivit mavi renkli koyun kürkünün arasından bakan kocaman sarı bir kafa düşünebiliyor musunuz? Rus Çarının som altından yaptırıp kıymetli taşlarla süslettiği pahalı yumurtalar gibi, büyük özen gösterdiği koca kafasının içinde, dünyanın en akıllı beyinlerinden biri olduğunu düşünür. Ben diyeyim 8 GB, siz deyin onaltı...
    Geçen yıl yaptığımız partide, "Sen kendine nasıl tahammül edebiliyorsun" diye soruvermiştim. Bir yanıt vermesini hiç beklemezken, "Kendimi kendime dost sayıyorum" demişti. Bana göre zor bir laf. Saçmalayıp saçmalamadığını, dalga geçip geçmediğini anlamak için dikkatle yüzüne baktım. Ciddiydi.
    "Kendime, kendimi düşman seçecek kadar enayi değilim" deyip gülmüştü. "Benim gibi bir düşmanı, kimseler görmesin... Ben bile."
    Kendini büyük bir halt sanıyordu ve aklınca beni tehdit ediyordu. O zaman ilk kez, bu adam hakkında anlatılanları ciddiye almak gerektiğini düşündüm. Laf arasında, Ukraynalı birini öldürdüğü, iki Kafkasyalıyı vurduğu söylenmişti -hem de gerçek hayatta. Party’lerde hikayeler antatılır, sonra abartılıp başka hikayeler şeklinde kurgulanır. Anlatılanların gerçek olabileceğine hiç inanmamıştım. Böyle marifetleri var mıydı sahiden?
    Bu kez, sanki geçen yıl kaldığımız yerden devam ediyoruz.
"Kendimle dost olmak istiyorum. Sana da benimle dost olmayı öneriyorum" dedi. İğrendim.
    "Demek ki her istediğini yapamıyorsun" dedim. Sel'in onu bir para meselesi nedeniyle nasıl fırçaladığını hatırlıyorum.
    Bana kibirle baktı. Eskisi gibi dost olamadığımız, ne zamandır göremediği gün kadar belirgindi.
    Bir zamanlar...
    Arkadaş olduğumuz zamanlar, bir önceki hayatımız kadar uzaktı.
    "Sen kendini sanata ver" dedi sırıtarak. Emri olurdu! Yüzümü buruşturdum. Ona nezaketin asgarisini göstermek bile zor geldi.
    Suyundan bir yudum aldı. Atlar gibi su içiyordu minik ayaklı sarı piç.
    "Sen kendini sanata ver, gerçeğe boşver."
Kafiyeli bir saçmalık. Laf ola beri gele.
    "Mahvettiğin sevinçlerini sanatla takviye edebilirsin" deyip acı acı güldü.
    O zaman anladım.
    Biliyordu...
    Gülemediğimi biliyordu...
    Sonra, salonun tavanından ona doğru uzatılan olgun bir yemi yakalamaya çalışan amatör köpek balıkları gibi çenelerini ayırarak açtı. Kocaman ağzının içinden bir şey parladı. Elmasını görmüştüm.
    Gülüyordu...
    Dante'nin Cehennemine inmiş gibi gülüyordu...


    Bu kadar güzel bir kadının cazibe özürlü oluşunu idrak etmek de kolay değil. Kuru bir ağacın yanında dursanız, varlığını bir şekilde hissedersiniz. Sim’in yanında hiçbirşey hissetmiyorsunuz. Bence ruhu, gezindiği o sonsuz zaman labirentlerinden birinde kaldı, veya bir şekilde öldü ama biz bunun henüz farkında değiliz. Belki de çok sevdiği filmlerdeki oyuncular gibi, sadece suretinde yaşıyor. Hayalle gerçek arasında o kadar gidip geldikten sonra onun gerçek, bizim suret olduğumuzu da düşünüyor olabilir. Bunu ben de düşünmüyor değilim.
    Bin kere kestirip biçtirdiği bedeninin içinde, "mükemmellik" ve "iyilik" adına tüm sivri ve keskin yanlarını törpületip yuvarlattı. Ruhuna bile estetik yaptırdı. Derken böyle biri oldu...
    Hepsi birbirine benzeyen "güzel" ve yüzsüz katalog mankenlerinden. Ruhsuz ama mükemmel bir dizayna sahip. Bu yaratığın bende saygı uyandıran tek yanı, dövme iğnesiyle bütün vücudunu gün be gün nakış gibi işlettiren Yakuza üyelerinin mazoşist gangsterlerinden daha dayanıklı çıkması. Onun kendine yaptığı işkence, bir çeşit arınma denemesi olmalı. Kimbilir belki de, gördüklerinin hayal mi gerçek mi olduğunu anlamak için kendini sürekli çimdiklemenin başka bir yoludur Sim, kendi orijinal varlığını reel dünyadan silmek için elinden geleni ardına komadı. Yüzüne, memelerine, kalçalarına ve daha kimbilir nerelerine yaptırdığı estetiklere devam ederken, karakterini de zımparalayıp durdu. Hindistan'daki Ashramlardan birinde gurusuyla düzüşüp dumanı üstünde taze halesiyle İstanbul'a döndüğünde, aşktan başka birşey konuşmuyordu. Ama aşk meselesine yaklaşımı, liseli kızların biyoloji sözlüsündeki zoraki hezeyanı dolaylarındaydı. Derken iyice "mükemmelleşip", sütçü beygirleri kadar uysallaştı.
    Sim'inki iki kişilik ruh ölümü. Aşkına karşılık vermeyen Mert öldü, Sim yaşıyor. Tabii buna yaşamak denirse. Mert onu bir kazada ebediyyen terkettiğinde, dünyanın duracağını ve bir daha öldür Allah dönmeyeceğini sanıyordu. Eh dünya döndü... Olayın en antiromantik yanı, o güneşin onun aşkına hiç aldırmadan, bilmemkaç milyon yıldır yaptığını yapıp batmasıydı, hem de kendi başına, dünyayı da kendiyle birlikte batırmadan. Acıdık, kulübe üye yaptık.
    Şimdi orada, pürüzsüz omzuna sıçrayıp titreyen yeşil laser ışığının altında, tüm kadınsı kıvrımlarını neşterle garanti altına almış bir vamp eskisi olarak ince uzun dikiliyor. Asla oynayamadığı baş rolleri, "zaman içinde" defalarca yaşadı.
    Ölümünden sonra Mert'e döndü. Ölümle sonlanan kaderi kabul etmedi, ilahi sınırı aştı. Mert'i ölümünden sonra -yoksa onun kazada ölümünden önce yaşadığı zamanda mı demeliyim- işte öyle bir anda onunla yeniden bir “aşk yaşayıp” sonra terketti. Sınırötesi aşkının suyunu çıkarıp, hayatındaki tek değerli şeyi de yok etti. Kaderin çizdiği sonun ötesine geçip, bunun nasıl büyük bir lanet olduğunu bize kanıtlayan ilk kulüp üyemiz. Onu ilk tanıdığımda, akıntıya karşı yüzüp sudan dışarı zıplayan inatçı tatlısu balıkları kadar canlıydı. Yüzbaşı Tommiks'in sevgilisi Suzi gibi ortadan ikiye ayrık örgülü saçları, yanaklarında çilleri vardı. Orijinal, biyolojik, hormonsuz halini artık kendisi de unutmuş olmalı. Eskiden sadece gülerken görünen gamzelerine sadık kalmak adına, onları ameliyatla yüzüne çaktırdı. Benim gibi gülme özürlü olmadığını kanıtlamak istercesine, teneke zırıltısını andıran sesiyle ruhsuz kahkahalar atıyor. Gene platin sarısı kısa saçlar, gene uzun beyaz eldivenler, gene eski moda şuh kadın tripleri. Omuzlarından kollarına düşen beyaz kürkü, bir tutam yaz bulutu. Elmaslarla süslü gerdanlığının ve sol bileğinde pırıldayan incecik saatinin parasal değerini hayal bile edemem, etmeye de niyetim yok. Pahalı şeyler artık umurumda değil.
    Sıraselviler'den Cihangir'e, Firuzağa Camii'nın küt minaresine takılmadan kendimizi yokuş aşağı kapıp koyverdiğimiz günlerde, Marmara sahiline kadar yuvarlanamadan tutmuştu bizi. İtalyan Hastanesi'nin oralarda, bir sürü tanıdık güzel kız yaşardı. Bu da onlardan biriydi. Böyle durumlarda Oradan aşağıya Fındıklı'ya değil, yukarıya Beyoğlu'na düşerdik. Sadece yerçekimi kanunlarına değil, evrenin bütün değişmez kanunlarına itiraz edip laf soktuğumuz ve dünyayı yeniden tasarlamayı hayal ettiğimiz yıllardı. Can dostum Sinan ve ben, ona asılmaya fırsat bulamadan araya devrimci hukuku girdi. Sim'le bacı-kardeş olduk.
    Beyoğlu’nun ucuz birahanelerine düşmek yerine, bizi hiç tanımadığımız bir dünyaya soktu. Roman mahallesinde, şalvarlı kadınlar gibi apış apış oturduğu tahta bir iskemlenin tepesinde, bir taraftan cak cak cak ciklet çiğneyip, bir taraftan da devrimden bahsetti. Roman değildi, ama proleterya devrimini onların şivesiyle tartışmayı seviyordu. Sim’in güzel bir kız olduğu gerçeği, ilk golü deplasmanda, yoldaş hukukundan yedi. Bizim takımla beraberken o Mert'le yakınlaştı ve biz işin ucunu bıraktık. Zira, mafyanın genç babaları gibi ağır ağır konuşan, konuşurken koca elleri daima sarı tütün saran, zirvesi bir cigara bulutuyla çevrili Mert’e aşık oldu. Bu aşk, yeni yetme kızların belli artizleri sevmesi türünden birşeydi. Bizim liseli devrimciler grubunun, Fransız onlusu taşıyan tek cengaveri Mert bunun yüzüne bile bakmasa da, Sim onun peşinden ayrılmadı. Belki Mert’ten tırstık, belki doğuştan cazibe özürlüydü de biz amatör erkekler anlayamamıştık. O zaman henüz gerçekti, esmerdi, yaşıyordu ve takır tukur kocaman tahta bilezikler takıyordu.


    Bogard triplerine girdiğinden beri böyle. Kod adını “Hamph” koyması da bu yüzden. Party'de tuvalete bile gangster şapkasıyle giden birini düşünebiliyor musunuz. Demek artık takıntı duvarını da aştı. Nü buna güler şimdi. Hamph’ın Bogard’la tanışamaması ne büyük şanssızlıktır yarabbim. Sen zaman gezgini ol, ama 1960 yılından geriye gideme! Gidebilse, Bogard’ın sütçüsü falan olmaya razı olup asla geri dönmezdi. Her zaman, oturma odasından yatak odasına gitmek için taksi tutmaya kalkacak kadar sarhoştur. Çok şampanya tüketmekten, miğdesine yerleşmiş lüks hayat bakterilerinin salgıladığı o garip kokuyla yaşıyor. Sel, onu bir yıllığına seyahatlerden men ettiğinde öleceğini sanıp viskiyi azalttı. Bu onun ayık hali.
    Kuru kalabalık masamızı terkedince bizbize kaldık. Ve ilk lafı gene ofsayttı.
    “Dialogların bir tarafı herzaman akıllı, bir tarafı da daima aptaldır” biliyor musun?
    Ben bu vecizenin bu Party’lerde laf olsun diye zikredilmediğini anlayacak kadar uzun yaşadım. Yanılmamışım.
    “Şimdi aptalla akıllının sohbetini dinleyeceksiniz sayın seyirciler” deyip bana bakıyor. Bogart gibi sırıtıyor. Başını biraz eğmiş, reaksiyonumu ölçüyor. Sağ eli cebinde. yumruk vaziyetinde beklediğine bahse girerim. Sahiden de Bogard’a benziyor. Başından çıkardığı şapkası, yuvarlak mermer masanın üzerinde. Vestiyere bırakamamış. Onun için pek kıymetli. Briyantinli saçları, ıslak bisiklet lastiği gibi kalıplı ve parlak çizgili. Salondaki smokinli tiplerin arasında sade siyah ceketiyle mütevazi bile sayılır. Ha desen Ingrid Bergman’ı dansa kaldıracak. Allahtan o kadına benzeyen biri yok da böyle bir rezalete tanık olmuyoruz.
    “İki kişilik sohbetlerin bir tarafı mutlaka vasat olurmuş” deyip bana bakıyor. Lisedeyken sinir ettiği edebiyat hocamızla karıştırmış olabilir mi beni? Banal provokasyonlarına atlamayacak kadar kendimdeyim. Kafam iyi. Hem açık ofsayt pozisyonu bu. Gol sayılmaz. O devam ediyor.
    “Sen gene iki kişilik sohbetlere devam mı? Dinletecek üçüncü kişiyi zor buluyorsun değil mi?”
    Adam taktı. Yüzüne bile bakmıyorum. Salonda kocaman bir şapkayla gezinen tek canlı. Bir masadan diğerine giderken şehirlerarası yolculuğa çıkarmış gibi önce şapkasını takıyor. Adam hasta.
    “Aradaki dolgu malzemezini saymazsak, bizim Kulüp üyeleri Party’ye gene iş olsun diye gelmişler işte. Gelmek zorundalar. Elleri mahkum.”
    Gözlerimi, sulanmış alkollü gözlerine dikiyorum. Onun da "Daimi Yatılılar"dan biri ve "Party üyesi" olduğunu hatırlamasını bekliyorum. Bu yaşta bu Alzheimer...
    Alnını kırıştırıp, Cablanca’lı Rick’le aynı tonda devam ediyor.
    “Zorla güzellikten yaratıcı birşeyler çıktığı nerede görülmüş ki.”
    Buzlu viskisinden bir fırt alıyor. Ben de deminden beri söyledikleri arasında bir bağlantı kurmayı deniyorum. Bardağındaki buzların tıngırtısını duyabildiğim derin bir sessizlik anında, Philipp Glass’ın tekrarlanan elektronik ezgileri yeniden başlıyor ve uçsuz mekanı dolduruyor. Biraz it dalaşının kimseye zararı olmayacağına karar veriyorum.
    “Ben sana, bundan yarım saat önce ’Nasılsın’ diye sormuştum, senin bana anlattıklarına bak” diye bodoslama dalıyorum.
    “Ne var anlattıklarımda? Laf olsun torba dolsun diye geveleme devrimiz çoktan geçti oğlum, ben senin o sorunu algılamadım bile. Ne yani sana bir de ’iyiyim’ falan mı diyecektim? Pazar muhabbeti mi bu?”
    Haklı. Muhabbetin aptallık dozunu biraz fazla kaçırmış olmanın eksi puanıyla bir ton aşağıdan alacağım, ama o devam ediyor.
    “Bu ne... Bana garezin mi var? Hadi ben sarhoşum, sen nesin? Beberuhi!”
    “Garez. Evet ondan biraz var bende” diyorum.
    “Sende mi? Sen hep fazla iyiydin be güzelim, kıllıktan anlamazsın sen.”
    İltifatı bir hakaret benim için.
    “Garezin kaç gram?” diye soruyor gayrıciddi.
    “Kilo diyelim.”
    “Bana mı?”
    “Yok, sana değil, şu kararınıza, ortada dolaşan "operasyon" laflarına. Aslında hepinize.”
    “Ovv... Sel’in hiç hoşuna gitmeyecek.”
    “Sen bunu ona da yetiştirirsin şimdi. Buraya gelmek zorundayız diye bir de Sel’in hoşuna gitmek zorunda değiliz. Bilmem anlatabiliyor muyum.”
    “Benim laf yetiştirmeme ne hacet? Senin o dürüstlüğün sayesinde bir yerlerinden görünür zaten ne demek istediğin.”
    Derin bir nefes alıp veriyor. Bana bakmadan, kendi kendine konuşurmuş gibi, “Gel, bu tahtıravalli oyununa son verelim” diyor. Başını bana çeviriyor.
    “Eski günlerin hatırına.”
    Boş kadehimi kaldırıp, laf olsun diye tekrarlıyorum.
    “Eski günlerin hatırına.”
    Kalın koyu cam viski bardağını, iri şarap bardağımla sertçe tokuşturup, viskisini bir dikişte yuvarlıyor. Bardağı atar gibi bıraktığı mermer masaya dirseğiyle yaslanıp loş salonu seyrederken, onu yeniden tanıyorum. Bizim daimi yatılı Neco. Kopya uzmanı. Edebiyat hocamızı çıldırtmaktan özel zevk alan Çanakkaleli matematik dahisi. Okuldan kolay tüyebilmesi için izin kâğıtlarına babasının imzasını attığım şarapçı arkadaşım. Damacanaları aratmayacak boyutlardaki şarap şişelerini yatakhaye sokup, kafayı bulduktan sonra okul müdürünün Renault’suna işeyen Neco. Başka fraksiyonların Solcularıyla ve faşistlerle itişmekten geriye kalan zamanlarını, liseli kızlarla Beyoğlu Fitaşta geçirirdi. İtalyan kovboy filmlerine, James Bond’a hastaydı. O zamanlar daha Amerika’ya gitmemiş, bizim kulübe üye olmamıştı.
    Bakıyorum da artık sahiden Bogart’a benziyor. Sanki her yıl, biraz daha Bogart oluyor. Aynı ses, aynı tavırlar, aynı mimikler, aynı alın çizgileri, aynı viski.
    O da ölümüne içiyor.
    Alıngan bir ses tonuyla, “Bana soracağın en anlamlı soru ne olabilirdi biliyor musun” diyor.
    Umurum olmaz. Burada ne aradığımı düşenmeye bile üşenerek bir sigara yakıyorum.
    “’Nasılsın’ lafı değil.”
    Ayık. Evet, galiba sahiden ayık!
    “Ya ne diyecektik?”
    “Kaç yaşındasın.”
    Allak bullak oluyorum.


    Nü hariç beş kişiyiz. Ben kendimi saymıyorum. Aramızdan film yapımcısı olanı, sütüçü beygirlerinden daha geniş bir sırıtışla, “Şivemi nasıl buluyorsun?” diye soruyor. Geçen yıl partide bununla iki laf ettik diye senli benliyiz!
    Ben ağzımı açmadan tamamlıyor cümlesini.
    “Berbat, değil mi?”
    Türkçe telaffuzunu anlatmak için ’Berbat’ lafı iltifat olur. Başka bir sıfat bulmak gerek.
    Kibarlık edip “İdare eder” diyorum ve Nü’ye bakıyorum. Onun gamsız halinden, yanlış birşey söylemediğim belli.
    Adama bitişik duran ve yatakodası tipi yarı aralık gözleriyle dünyayı rüya modunda algıladığı anlaşılan kızıl saçlı afet, şımarık kız gamsızlığıyla gülüyor. Kızın taktığı adıyla Dad, elindeki içkiye güvenerek sevimli sayılmaya çalışıyor. Boş bir çaba. Ne diyeyim şimdi? Ben onun şiveli gevelemelerinden pek birşey anlamadığımdan, Nü’nün sözlü reaksiyonlarının takipçisiyim. Bu tiplerin sözleri bir yana, ruhlarını bile okuduğundan emin olduğum Nü, elinde gene aynı kokteyl bardağı, sessiz sakin dinliyor.
    Dad, beygir gibi sırıtmaya devam ederek, “Gel biz ’berbat’ta anlaşalım” diyor. Bu kez ne dediğini anlıyorum. Madem öyle, anlaşalım. Mütevazi de pezevenk.
    “Peki” deyip gülme taklidi yapıyorum. Bozuk Türkçe gevelemelerle birlikte Nü gülmeye başlıyor, ama adama değil bana gülüyor. Hatırlıyorum, bir yerde okumuştum: Beceremediği bir şeyi yapmayı deneyen yeteneksizlere gülerler.
    Teori böyle der diyorum içimden.
Müziğin yükselen sesi masamızı susturuyor. Akıcı Hint Ragaları, fondaki elektronik müziği, tavşan kapmış kobra kesinliğiyle yutuyor.
    Dad ve yanındakiler bizden ayrıldıktan sonra Nü, hin bir gülücük eşliğinde “Masadan uzak duruyorsun” diyor. Hakkı var. Party’ye Kulüp dışından katılan bu “mühim” salaklara bulaşmamak için reflekslerim beni onlardan uzak tutuyor. “Bitse de gitsek” vücut dili.
    Gözüme laf yiyeceğimi bile bile, “Sana yakın duruyorum ya” diyorum.
    Limon sosuna daldırdığı bir salatalık dilimini ağzına tıkarken bana, normal hayatta pek görünmeyen Meksika farelerine gösterebileceği ilgiyle bakıyor. Bunun lafa tercüme edilmiş hali, “Hadi or’dan!” gibi birşey olmalı. Ama o, alaycı bir tonda, “Gülme denemeleri yasak sana” diyor. “Masanın yanında nerede duracağını, yere tebeşirle çizeceğim birdahaki sefere.”
    “Protokollerdeki gibi mi?” diye soruyorum.
    “Hayır. Cahil figüranlar için setlerde çizildiği gibi... Snobluğun kustu gene.”
    Yutkunuyorum.


    Bu Lili. Bence onun gerçek adı Halise Şahin veya Muhlise Yılmaz gibi birşey. Her okulda onun gibi inekler olur. Fakir ailesinin gururu. Okulun birincisi, çirkinlikte ikincisi. Şişe dibi gibi kalın camlı gözlerinin arkasından sevimli bir köstebek bakıyor. Yukarıya doğru kıvrık bir burun. Kaşık kadar bir yüz. Sıradan sohbetlerde dangıl dungul. Kurtçuk bekleyen aç yavru kuşlarınkiyle aynı sinir bozucu ses tonu. Teknik konularda tam bir dâhi. Hani kadife pantolonlu sünepe teknokratların dileği yerine gelse de dünya dili matematikçe olsa, önce o şakıyacak ve onun tipindeki tüm ineklerle kuş dili konuşacak.
    Lili’nin esas durumu şöyle: Körsün, körler için özel olarak eğitilmiş iyi bir köpeğin var, ama köpek sana ısırgan gibi dalabiliyor. Huzursuz olursun değil mi? Lili huzurlu. Hem de Sel gibi tehlikeli bir köpekle birlikte yaşamasına rağmen. Lili, kulübün bir numarası Sel’in en has hikaye mühendisi, en has rüya tasarımcısı, en has teknik elemanı. Hayal gücü geniş, rasyonal dünya görüşü dar olduğundan, Sel’in yalanlarına kolay inanıyor. Mesela burada bir tür zaman yolculuğu partisi yapıldığını ve 1960’lar dekorasyonunda Boğaz Köprüsü olmadığını, bu yüzden de pencereden dışarı bakanlara köprüsüz bir Boğaz göstermesi gerektiğini biliyor. Ama şimdi sahiden de 1961 yılında bulunduğunu, köprünün de tabii ki yerinde olmadığını, birinci köprünün daha bu geçen yılın 25 Ocağında ihaleye çıkarıldığını, bir ayağı Rumeli Hisarı'ndaki Fatih Sultan Mehmet köprüsü fikrinin henüz akıllara düşmediğini bilmiyor. Party kurallarını çiğneyip merdivenlerden inerek binadan dışarıya çıksa, Hisar’ın oraya doğru şöyle bir yürüse, 21’inci yüzyılda olmadığını anlayabilir -diyeceğim ama, Lili anlamaz... Kendinden büyük gözlüklerini çıkarıp teleskop taksa da baksa, belki görür ama gene de inanmaz. O sadece bilime inanır. Zaman yolculuğu fiziken mümkün müdür? Hayır. Albert Einstein’ın İzafiyet Teorisi’ne aykırıdır. Gerçi kuantum fiziğinde ışık partikülleri her kurala uymaz, birçok olağanüstü olayı mümkün kılarlar, aynı anda iki yerde birden varolabilir, normal dünyada “imkansız” engelleri aşabilirler. Hatta Heisenberg prensibine göre neden ve sonuç ilişkisini bile tersine çevirebilirler. Ama hiçbirşey ışıktan daha hızlı değildir. Yani zamanda yolculuk mümkün değildir. İşte Sel, onun bu sabit fikrini tepe tepe kullanır. Lili gibi akıl küpü süzme salakları bizim dünyamızdan uzak tutan en sağlam duvar, bilime olan bu körü körüne inançlarıdır. Ne ışığı, ne hızı, ne maddesi kardeşim?!..
    Sel, bütün seyahat tasarımlarını, "Animasyon film" formatında ona yaptırır. Lili, bu geceki mekanımız için Londra sisi kadar yoğun, dumanımtrak malzemeden duvarlar yapmış. Bu gece onun eseri. Cırlayarak söylediği üzerer “Ne içindeyim zamanın ne de büsbütün dışında." Açık havada oturup dışardan görülmemek, duyulmamak, araziye ve zamana uyup görünmez olmak, ne yaptığını bilmeden onun fikri. Böyle şeylerin ilk şimşeği Sel’de çakar, teknik tarafını da aybaşısında Lili yumurtlar. Sel, ona ve diğerlerine çaktırmadan olayı zamanda kaydırıp, yalnızlığımızı şenlendiriyor hesapta. Birbirimize, Kulüp asil üyesi olmayan diğerleri sayesinde daha kolay katlanabiliyoruz. Arada Party’ci dolgu malzemesi tipler ve ucube Party malları da olmasa, kırmızı kabloyla mavi kablo birbirine değer de patlar mıyız bilemem. Bak ne olacağımızı Sel bilirdir. Kötü birşey olur.
    İşte Lili. Pelüş saçlar, eşşek kadar uçuk pembe bir gözlük. Gözlüğün iki ucu ok bu kez gibi dışarıya fırladı fırlayacak formatta. Kalın camların ardından kime baktığını müneccimlerin bile anlayamadığı iki minik göz. Tatlı cadıdan araklama kımıl kımıl bir burun. Gülerken, küçük kızlar gibi başını omuzlarının arasına gömmeler. Persil reklamındakinden daha parlak, beyaz bir T-Shirt, dümdüz bedenini sarıp sarmalamış. Shirley McLine’ın sevimliliğini taklit etmeye çalışan bir çamaşır tahtası. Ancak Temel Reis'in sevgilisi Clarabella kadar kadınsı. Hippy rahatlığıyla Warhol pop stili dolaylarında gezinen zoraki kadın. Majesteleri Sel’in yonta yonta bize benzettiği Pinokyo’su. Hayatı yalan, ama o bunun farkında değil.



     (…)




Yedi

Nicky Oe


İstanbul Boğazı'nın derinliklerinde atalarının tufandan beri uyguladığı ritüeli tekrarlayan vatoz, gece yarısına dokuz dakika kala sütbeyaz karnını Boğaz'ın dibindeki kuma yapıştırdı. Yararcı mantığın nüfuz edemediği bu derinlikte suyun karanlık olmasına aldırmadan, ortama tam uyum sağlamanın verdiği güven duygusunu her zerresinde hissetti. Titreyen hareketlerle kendini kuma gömerken, o garip homurtuyu duyar duymaz ritüeline son verdi. Zehirli mahmuzunu taşıyan uzun kuyruğu, yüzmekten ve yaşamaktan yorulmuş yaşlı bir zargana gibi dalgalanarak Boğaz'ın zeminine kondu. Suyun yüzeyinden, onun bulunduğu yere doğru yaklaşan ses, Boğaz'da turlayan gemilerin, vapurların, motorlarınkinden çok daha hin, çok daha tehditkârdı. Anca ölü bir balık olarak görebileceği sahil yoluna göz atabilseydi, Boğaz kıyısında, ona benzeyen çelik bir otomobilin ilerlediğini görüp şaşırabilirdi.
    Üç tonluk hız makinesi Daimler Benz T 80, Rumeli Hisarı'nın önünden ağır ağır geçerken emrivaki yaparak Hisarlıların ilgi alanına girdi. Ne de olsa Boğaz'da ne arabalar ne gemiler ne yatlar görülmüştü, ama hiçbiri bu şeyin olağandışı havasıyla kıyaslanamazdı. En son yıllar önce buradan aynı salyangoz hızıyla geçen, ama dokunma mesafesine yaklaşmayıp biraz soyut kalan ölü uçak gemisi Varyag onları şaşırtmayı denemiş ama başaramamıştı.
    1939 model gümüş renkli araba, üçbin beygir gücündeki motoruyla homurdanarak kuzeye dogru yoluna devam ederken, Sahil Yolunda adı konmamış bir geçit resmi yaşanıyordu. Gece olmasına rağmen Hisar cevresinde oturan, gezinen, çay içen, öpüşen bütün tek ve çift başlar, doğan güneşe yönelen çiçekler gibi telaşsızca arabaya çevrildiler. Boğaziçi'nin daimi ve muvakkat müdavimleri, görünmeyen altı tekerlekleğinin üzerinde önlerinden geçen aletin kuyruğundaki tek kırmızı led lambasını gözden kaybedinceye kadar baktılar arkasından. T 80, sığ sularda yüzen vatoz gibi, ardında bulanık bir meraklılar kitlesi bırakarak iskele balıkçısına doğru süzüldü. Sahil kenarındaki gece kalabalığının dikkati, sırnaşık zift gibi üzerine yapıştı. Ona bakmaktan, iki araba boyu önden giden Aston Martin'i görmediler.
    1960 Model koyu zehir yeşili spor otomobilin sağ koltuğunda oturan adam, bir zamanlar Amerikalı taksi şoförlerinin taktığı çelenkli şapkasıyla, eski bir Süperman çizgi romanından fırlamış olabilirdi. Simetrik geniş bir erkek çenesi, ancak Flash Gordon sayfalarında görülebilecek türden kaba kalın demirden bir pilot gözlüğü. Gözlük, yüzünün üst kısmını maske gibi sarıp kapatıyordu. Herbiri birer büyük öküzgözü üzümü kadar yuvarlak iki kara camı, adamı olduğundan daha absürd biri yapıyordu. Ellili yılların pinup kızları için çizilebilecek kadar küçük ve zarif bir burun. O burunla geniş ağzı arasındaki uzun mesafenin tam ortasında yüzünü enlemesine çizen kalın gri çizgi, düzgün bir Clark Gable bıyığıydı. Miyazaki'nin teknofanatik kötü adamlarına benziyordu.
    Aston Martin şoförü, kulağına iliştirdiği bluetooth kulaklığa konuşurken ağzının sağ tarafı gülerek çarpıldı. Etsiz dudaklarının arasına tutuşturduğu filtresiz yassı sigarası kımıldadı. Ağzından, yoğun dumanla karışık monoton bir ses çıktı.
"Hedefe yaklaştık efendim. Ben birazdan ayrılacağım. Size bol şans diliyorum."

Wagner’in ünlü operasının üçüncü bölümünün açılış kısmı, emperyal bir ultimatom kesinliğindeydi. Müzik, pilot kabininin içindeki havadan daha koyu ve yoğundu. Ölen savaşçıları cennete götürecek dişi ölüm melekleri Walküreler, atlarına binmiş hızlanmayı bekliyorlardı. T 80 pilotunun kısacık kesilmiş sık saçlarının dibinde beliren ilk ter dalgası, kaba meşin kokusuyla beraber ona yeniden babalığını hatırlattı. Dünyanın neresinde doğduğunu, nereden evlatlık alındığını asla söylemeyen babalığı, Nicky’yi deri palaskayla döverdi. Hintlilerin veya Doğu Afrikalıların esmerliğine, Güneydoğu Asyalıların ince çelik bedenine, Kafkasyalıların gözükaralığına sahip Nicky, palaska sırtında şaklarken duyduğu terli meşin kokusunu asla unutmamıştı. O onmaz kin ve iç acısının yoğunluğu, onun ilk yolculuklarına yardımcı olmuştu. İnsana benzediği nadir zamanlarda, tüccar olmanın faziletlerini anlatan babalığı olacak adamın yaptığı onca eziyete rağmen, özür dilermiş gibi onu ülkenin en iyi yatılı okuluna göndermesi, Nicky’yi kararından vazgeçirememişti. Kamçıyla döve döve öldürdüğü babalığından, kendi kimliğini öğrenemedi. Cüsseyle akıl ve gücün bir olmadığını hayatının ancak son anlarında anlayan koca göbekli iri yarı tüccar, paramparça olan kanlı bedeninden son yaşam belirtisi de kaybolurken, parmağıyla yaklaşmasını işaret ettiği evlatlığına, bir ülke veya şehir adı fısıldamamıştı. Küçükken Nicky’yi kızdırmaktan zevk alan çocuklar gibi “Çingene” demişti kulağına ve intikamını alanların rahatlığıyla ölmüştü. Doğum yeri, tarihi ve saati belirsiz tek Kulüp üyesi Nicky Oe, ikinci Boğaz Köprüsünün karanlık gölgesine daldığını farkedince, müzik de kendi zirvesine tırmanıp, onu da beraberinde sürukledi. Nicky, miğferine entegre edilmiş kulaklığın ucundaki iPod’un sesini iyice açtı. Ölüm melekleri Walkürelerin atları koşmaya başlamışlardı. Tankı aratmayacak bir kesinlikle ilerleyen ağır vatozun önündeki Aston Martin, köprüye gelmeden ortadan kayboldu.
    Ağır yarış arabası, bir an derin bir su birikintisine gömülmüşcesine zorlanıp yavaşlar gibi oldu. Pilot, direksiyonun yanındaki küçük bir kolu çekip gaz pedalına bastı. Dev motorun incelen homurtusu, müziğin sesini bir an için bastırdı. Üçbin atın gücüne sahip T 80, köprünün tam altındayken, pilot o iyi tanıdığı düşme hissini yeniden yaşadı. Nicky’ye tamamen hakim olan “Walkürelerin at sürüşü” bir an durdu ve iPod başa dönüp parçayı yeniden çalmaya başladı. Müzik, biryerleri bombalamaya giden Amerikan helikopterlerine eşlik eder tonda yeniden hızlanırken, sahil yolunda tek bir araba bile görünmüyordu. Sanki İstanbul trafiği birden kaybolmuş, çocukların yol kenarına dizilip her gün en çok beş otomobil sayabildiği arabasız yıllara geri dönülmüştü!
    1960’lı yıllarda buralara kadar gelen her Cadillac, her Playmuth için bastonuna bir çentik atan yaşlıların yatakodalarına çekildiği saatlerdi. Boğaz sahillerinde, her koydan denize girildiği senelerden kalma iki küçük sandaldan yayılan cılız şarkı sesleri ve gece boceklerinin serenadları, vatozun çelik kabuğunu aşıp pilota ulaşamadı. Ama “Kimseye etmem şikayet” şarkısı, sahilde bir bahar rüzgarı gibi esti. Nicky, eski zamanların tembelliğini, yavaşlığını ve samimi tenhalığını seviyordu.
    Birkaç dakika öncesine kadar Aston Martin’in şoförüyle konuştuğu kulaklığın radyo alıcısından, cızırtıdan başka birşey duyulmaz olunca, sesini kapattı. Kocaman vatoz daha da yavaşladı. Önünde açılan kocaman garaj kapısından içeriye ağır ağır girdi. Cılız ışıklarla aydınlatılmış geniş garajda, resmi geçit hızında ilerlerken, garaj kapısı ardından kapanıp onu ve arabasını yuttu. Çelik tellerle kafeslenmiş lambalar aynı anda biraz daha parladılar. Sarımtırak eski ampül ışığının sepya rengi, garaja hakim oldu. Garajda kimsecikler görünmüyordu. Nicky Oe, varlığından emin olamadığı geniş garajın tam ortasında durdu. Dev alışveriş merkezlerinin önünde otomobiller için ayrılmış alanlara benzeyen garaj, basketbol sahası kadar geniş, bir bodrum kadar basık tavanlıydı.
Nicky pilot kabinini yukarıya doğru açtı, aracın üzerinden kayarak sol kanadın kenarından, garajın kaba beton zeminine indi. İlk adımı, Ay’a ilk ayak basan Armstrong’un adımı kadar dikkatli, bir balet kadar zarif olmuştu. Elinde siyah bir elbise çantası vardı. Deri çantayı baş hizasına doğru kaldırırken, karanlık köşelerde yanyana parketmiş arabalara baktı. Hepsi de 1960’lı yılların antika arabalarıydı. Taksi sarısı bir Ferrari, metalik mavi bir Maserati, vişne çürüğü bir Rolls Royce, beyaz bir Lamborgini, ve yarış arabaları gibi her parçası ayrı ayrı boyanmış yeşil-beyaz bir Porsche. Arabanın ön kaputunda kocaman rakamlarla “90” yazıyordu. Arabaların yüzü, onları teftişe gelmiş gibi önlerinde duran efsanevi T 80’e dönüktü. Kızılordu tank pilotlarının deri başlıklarına benzer kahverengi miğferini ve meşin montunu çıkaran pilot, onları arabanın daracık koltuğuna fırlattı. Dik yakalı bembeyaz parti gömleğinin yaka düğmesini özenle ilikledi, hızlı hareketlerle siyah papyon kravatını bağlayıp boynuna taktı ve geniş elbise çantasından siyah bir smokin ceketi çıkarıp giydi.
    Nicky Oe, ceketini ve kravatını düzeltmekle meşgulgen, Karga’yı yeniden gördü. Bay Karga, T 80’in pilot kabininin hemen yanında, aracın üzerinde durmuş, parlak ve karanlık gözleriyle pilotu kesiyordu. Müziğin heyecanlı iniş çıkışlarını içinden tekrarlamayı sürdüren Nicky, yıldırım çarpmış biri gibi hareketsiz kalıp içinden de susmaya çalıştı. Soğuk soğuk terledi, ama sakin kalamadı. Derinliklerinde kıyamet kopuyordu. Eli hemen bıçağına gitti, ama Tiki yanında değildi. Kalbinin karanlık derinliklerinden yükselen dehşet dalgasının, onu sarmasına izin vermemeye çalışırken aklına, silahı Glock 17 geldi. Hayalinde, tetikteki üçgen emniyete yerleştirdiği parmağıyla sert tetiği yavaşça alıp ateşledi silahı. Dokuz milimetrelik kurşunun, bu kara şeyi nasıl uçuracağını düşünürkrn, o dehşet soruyu kendine sormadan edemedi.
Bu karga o karga mıydı?
    Mendebur hayvan, T 80’in içinden çıkmış olabilir miydi? Aklından geçen soruları hemen savuşturdu ve smokininin düğmesini zorlukla ilikledi. Elleri titriyordu. Karga, arabanın karoserisi üzerinde bir adım atıp başını yan çevirdi, pilotu gözlemeyi sürdürdü. Nicky, hayvanlardan korkan küçük çocuklar gibi, elbise çantasını arabanın tek koltuğunun üzerine fırlattı. Glock 17, koltuğun tam altındaydı. Kuşun arabanın üzerinden hemen uçacağını ummuştu. O zaman silahı alacak ve silah sesiyle ortalığı velveleye vermek pahasına da olsa onu vurup hayatından silecekti. Kara ve çirkin ayaklarıyla arabanın üzerinde gezindiğini düşünmek bile iğrendiriciydi.
    Karga, bir adım geri çekilip durdu. Pilot, cebinden çıkardığı minicik uzaktan kumanda anahtarıyla kabini kapattı. Şimdi karga ile arasına, kabinin camlı metal kubbesi girmişti. Bunu neden yapmıştı? Bilmiyordu. Şimdi en büyük isteği, bir hayal gördüğüne inanmaktı. Zamanda onun yanı sıra akıp giden sayısız görüntü ve izlenimden biri... Belki kargayı biraz fazla kişiselleştirmişti. Gözleri kargayı ararken, garajın duvarları dikkatini çekti. İki metre aralıklarla dikilmiş oluklu yarım sütunlar, garajın bütün duvarlarını süslüyordu. Sütunların tavanı tutan kısımları, geniş hayvan başları şeklinde stilize edilmişlerdi. Aralarında bir de karga vardı. Beyaz bir karga, lanetlenmeden önceki rengiyle ona bakıyordu. Nicky, bir yılan gibi sakin ve akıcı hareketlerle avını, kara kargayı aradı. Silahsızdı. Bulunca hayvana ne yapacağı konusunda en ufak bir fikri yoktu. T 80’in etrafında dolaştı, uğursuz hayvan sanki hiç varolmamış gibi ortadan kaybolmuştu.
Nicky kabini yeniden açıp içine dikkatle baktı. Karga sanki buharlaşmıştı. Hızla eğilip, elini pilot koltuğunun altına soktu. Glock 17'nin poliamid kabzasını sımsıkı kavradığında, özgüveni yerine geldi. Silahı, yatılı okulda geçirdiği eski günlerdeki gibi sağrısına taktı. O kargayı bir daha görürse kesin vuracaktı.
    Loş garajın en aydınlık yerine, kapısı açık asansöre doğru yürürken hafifçe dönüp arabaya yeniden baktı. Şimdi kapalı pilot kabininin diğer tarafını da görebiliyordu ve kargadan iz yoktu. Eğilip arabanın altına ve etrafına son kez baktı. Hayır, yoktu. Zaman geçişleriyle ilgili bilmediği bir durum olmalıydı. Aklına gelen tek yanıt, onu tatmin etmemişti ama moralini bozmaya hiç niyeti yoktu. İçi kırmızı setenle kaplı asansöre binerek, kabindeki tek düğmeye bastı. Wagner’in hayalinde tekrarlanıp duran ezgileri belirsizleşti. Müziğin iyi bildiği ayrıntılarının yerini, salyaları akan klas caz ezgileri aldı. Armstrong’un çatlak trompetinin sesine doğru, suyun yüzüne çıkmak için palet çırpan dalgıçlardan farksız, kollarını iki yanına yapıştırıp başını iyice yukarıya kaldırarak yükseldi.
    Asansör, bir gökdelenin tepesine doğru tırmanan hemcinslerinin başdöndürücü hızıyla ilerleyip, biriki saniye sonra yumuşak bir hareketle durdu. Ağır kapı, ikiyana doğru kaybolunca, trompetin iç gıcıklayan sesi onu tüm ihtişamıyla sarıp sarmaladı. Baterinin kısa titrek vuruşları ensesinde, basların derin dalgaları karnındaydı. Okşanan kedi yavruları gibi gözlerini yumdu. Mutlu olduğunu düşündü. Mutluluk böyle birşey olmalıydı. Kapısı açık asansörde ona sonsuzluk kadar uzun gelen birkaç saniye boyunca gözlerini kapatarak müziği dinledi. Yalnızlığının en sevdiği yanı onu yeniden bulmuştu. Hemen tanıdık kalabalığa karışarak derinlerden hızla yükselen dalgıçlar gibi vurgun yemek istemiyordu. Pek katlanamadığı party ahalisine azıcık da olsa tahammül edebilmek için bekledi. Aydınlık kabinden, sağ elinin işaret parmağını, müziğin ritmine göre sağa sola hareket ettirerek çıktı. Loş koridorun zeminindeki aydınlatılmış kırmızı halının üzerinden müzik sesine doğru yürüdü.
    Boğaz’ın cılız ışıklarına bakan büyük bir pencerenin önünden geçerken durdu. Yoğun duman yumuşaklığında, varlıkla yokluk arasında bir karanlıktan ibaret olan duvardan uzak kalmaya dikkat ederek pencereden dışarıya baktı. Ay ışığının gümüş pırıltısında iki sandal gördü. Boğaz’ın karşı kıyısında göz kırpan titrek ışıklar ne kadar da az ve cılızdılar, Boğaz köprüsü yerinde yoktu. Nicky buna hiç şaşırmadı. (…)