Global kapitalist sistemde ulus ve çok kültürlülük 1

Bazen bir şeyi çok istersiniz ve o şey imkansız olmasına rağmen ona inanmaya devam edersiniz -çünkü en rahatı ona inanmaktır ve gerçeğin vereceği acıyı mümkün olduğunca ötelemektir.
Ben çok yakın zamana kadar, milliyetçiliklerin (son zamanda özellikle Kürt Milliyetçiliğinin) tavan yapmış olmalarına rağmen, kendine "Türk" diyen ve farklı etnik/dini kökenlerden insanların oluştuğu "Türk Ulusu" ile, kendini onun dışında (ona eş, başka bir faktör olarak) tarif eden "Kürt" kimliğinin, herşeye rağmen birlikte yaşayabileceğine inanıyordum. Süreç içinde Kürt Milliyetçiliğin daha ılımlı hale gelirken, Türk Milliyetçiliğini de ılımlı hale getireceğini tahmin ediyordum. Türk Milliyetçiliğinin daha ılımlı hale gelip gelmediği tartışılır, ama Kürt Milliyetçiliğinin ılımlı olmak yerine, eski Türk Turancıları gibi "Birleşik Kürdistan" hayalleri kuran ve Türklere hiç değer vermeyen bir ruh halini sahiplendiklerini bizzat olayın içinden gördüm.
Yunan Milliyetçileri de, Ermeni Milliyetçileri de tanıdım ama onların, tüm uzlaşmaz tutumlarına ve nefretlerine rağmen çok daha uygar olduklarını söylemeliyim. (Belki ulus-devletleri var, ondandır) Kısacası, Kürt Milliyetçilerinde, taze milliyetçiliklerin zehirli nefreti de var. Bunu onların karşısına bir Türk olarak oturunca göremiyorsunuz -ama bir Avrupalı olarak oturursanız ve görünürde bir Türk olmadığını bilirlerse, zehirin boyutunu tüm "ihtişamı" ile görebiliyorsunuz!
Buradaki "Kürt Milliyetçiliği" yazılarına başladığımda Mehmet Ali Birand yaşıyordu. Onun mezarına Erbil toprağı konmasını vasiyet ettiğinden beri, kendine "Kürt Kimliği" gibi bir ad bulmuş olan Kürt Milliyetçiliği ile birlikte yaşamanın artık mümkün olmadığını düşünüyorum. Türkiye 1980'li yıllarda (24 Ocak kararlarından sonra başlayan) dönemden itibaren, yeni bir Ulusun doğuşuna şahit oluyor. Bu ulusun adı, 'Kürt Ulusu'dur. Sekiz yıldır sistematik olarak kapitalizmi eleştiren yazılar yazan biri olarak, bu gelişmeyi selamlamamı hiç kimse beklememeli. Çünkü neoliberal kapitalizmin şartları altında yeni bir ulus (ve tabii bunun bir ifadesi olarak yeni bir Ulus-Devlet) kurmak, kapitalist sistemi aşmak konusunda hiç bir olumlu yan taşımamaktadır -kısacası neoliberal kapitalizme hizmet etmektedir. Artık 'Kıyamet Devri' diye adlandırmayı düşündüğüm (içinde bulunduğumuz) sürecin, neoliberal kapitalizmin değirmenine su taşıyan hiçbir şeyini desteklemiyorum. Dünyadaki Yaşama ve İnsanlığa karşı tarihte ilk kez bütüncül bir tehdit arzeden sistemi savunanları anlayışla karşılamayı kesinlikle reddediyorum. Aynı şey bundan yüz yıl kadar önce olsaydı, belki daha farklı konuşulabilirdi. O zaman anti-kapitalist olduğunu iddia eden sosyalist bir hareket vardı ve Milli kurtuluş savaşları, "kapitalizmin son biçimi" emperyalizme karşı mücadele temelinde ortaya çıkıyordu. Kapitalizm ötesi biz düzen kurmanın umudu yaşıyordu. Bugün, sistemle hiçbir sorunu olmayan "Ulusal kurtuluş" şeysini desteklemek için bir neden bulunmuyor. Kürt Milliyetçisi dostlara, kendilerine gelmeleri için verilen kredi -benim gözümde doldu. Artık yeter.
Kapitalizmin bir numaralı sosyal ifade biçimi 'Ulus'un karşısında olmak başka; Neoliberalizm şartlarında 'Yeni Ulus' kurmak istikametinde, şimdikinden çok daha kötü bir kaos ve güvensizlik ortamı oluşturmayı "ilericilik" saymak başka. Kapitalizm lafını en son yirmi yıldır ağzına almamış Kürt Milliyetçisi PKK/BDP'yi, anlayışla karşılamak artık mümkün değil.
Kürt Milliyetçiliği doğası gereği, yeni bir ulus-devlet kurmak zorundadır. Şimdiye kadar yaşananlar, ona doğru ilerleyen aşamalardır. Ben bunların bir yerde makul bir şekilde anlaşılıp, nefret üreten radikalMilliyetçiliklerin terkedileceğini düşünüyordum -olmadı. Şimdi çocukluğu bırakıp gerçekçi oluyorum ve buraya kocaman yazıyorum:
Bugünkü Kürt Milliyetçiliği ile "eşit şartlarda" pişpirik bile oynanmaz...
Çünkü iki farklı Milliyetçiliğin oturup uzlaşması ve ortak bir devlette yaşaması olabilemez...
Bunun dünyada örneği yok... 
Kürt Milliyetçileriyle savaşmaktan bıkıldıysa ve iş taviz vererek bitirilmek isteniyorsa, onlara bir miktar toprak verilir ve tüm Kürt Milliyetçileri de "Türk Ulusu"nun yaşam alanından çıkarılır. Bunun bugünkü şartlarda başka bir çözümü yoktur. Yoksa tüm "çözüm"ler geçici çözümler olacaklardır ve "sorun" iki ayrı devlet kurulana kadar da sürecektir.
Peki neden böyle?
Bir ulusu bir arada tutan en önemli ilk şey, gönüllülüktür. Sosyo-kültürel homojenleşmek anlamına gelen 'Ulus', kendi etnik/dini kültürünü ikincil gören insanlardan oluşur. Ulus olmak, kendi etnik/dini kültürünü, Ulus ortak potasında eritmeyi kabul etmek demektir. Bu ilk ve temel gönüllülük ilkesinin üzerine, onu garantilemek amacıyla belli bir baskı unsuru yerleşir. 'Milli' terimi ile 'Milliyetçi' terimi arasındaki temel ayrım da buradadır. Yani bu bütünün ortak sosyo-kültürüne uymayan, veya o denklemden çıkmak isteyenler, 'Milliyetçi baskı'ya maruz kalırlar. Ben bu "Zorla 'koruyucu', bütüncül Ulus-devlet Milliyetçiliği"ne, Makro Milliyetçilik diyorum. Makro Milliyetçilik, faşizmin de doğduğu yerdir, ama gönüllülüğün esas olduğu kültürel-homojen ülkelerde (Fransa, Almanya, Japonya vd.) Makro Milliyetçilik kendini vatandaşlarına pek hissettirmeyecek boyutlardadır ve bu yüzden kestirmeden, "Orada milliyetçilik yok" denir. (Nasıl yok?!)
Milliyetçilik, kapitalizmin olduğu her yerde vardır. Asıl mesele, Milliyetçiliğin dozunu mümkün olduğunca düşürmektir ve bir şeyi asla unutmamaktır: Milliyetçilik, kapitalizm çağına özgü bir sosyal ideolojidir (ve onun bir örgütlenme biçimidir). Milliyetçilik, kapitalizmle birlikte tamamen ortadan kalkacaktır. Kapitalizmin tarihinin sadece üçyüz yıl olduğunu ve bir yüz yıl daha yaşamasının kesinlikle imkansız olduğunu bilirsek, Milliyetçiliğin "şartları" altında, yüzlerce yıldır süren ortaklıkları bozmanın enayilik olacağını anlamamız kolaylaşır.
"Kürt Sorunu" diye 30 yıldır savaşanlar, Ulusa entegre olmak istemiyorlarsa, (Türkler/Kürtler milliyetçilik denen kanser türünden kurtuluncaya kadar) Kürdistan dağlarında kendi ulus devletlerini oluşturmalılar. Ama Türk Ulusu dahilinde Boşnakların Boşnakça sesi ne kadar çıkıyorsa, Kürt sesinin de o kadar çıkacağını kabul etmeliler. Burada sadece "Kabul etmeliler" diyorum, zira bu gönüllülük olmadan Ulus olunamaz. (Kürtler de kendi Zaza'larına baskı uygulayıp onların ulus-devlet kurmasını engellemeye çalışacaklardır -milliyetçilik bir salaklık türüdür!)
Gönüllülük neden bozuldu?
Bu yazının asıl konusu bu soruydu -ama uzattık, oraya hemen gelemedik...

Avrupa basınında Mali savaşı ve Fransa

Etiyopya'nın başkenti Addis Abeba'da Salı günü (29.1.2013) yapılan bir konferansa katılan ülkeler, Fransa'nın Mali'de Mali ordusu ile birlikte İslamcılara karşı yürüttüğü askeri operasyonlar için 456 Milyon Dolarlık bir kaynak ayrıldı. Fransa Cumhurbaşkanı François Hollande, Fransız Ordusunu mümkün olduğu kadar hızlı bir şekilde Mali'den çekmek istediğini söyledi. Avrupa Basını, artık politikacıların (askeri değil) siyasi çözüme kafa yormalarının vaktinin geldiğini söylüyor. Bunu oldukça açık ve kesin bir şekilde ifade eden Sol eğilimli Fransız Libération Gazetesi (30.1.13), Mali'yi de içine alan bölgede yeni bir siyasi çözüm gerektiğini yazdı. İslamcılara karşı yürütülen "Serval Operasyonu, yıldırım hızında bir savaşla başarıyla sona erdi" diyen gazete, "Zayıf ve görünmez düşman, sadece 19 günde yenildi, hem de barbarca yasalarla yönettiği kalelerini bile doğru dürüst savunmadan" diyor ve yorumunu şöyle sonlandırıyor: "Mali Krizinin askeri bir çözümü yok. Siyaset, acilen dümene geçmeli. Sadece Mali devletini, kurumlarını ve ordusunu yeniden kurmakla yetinmemeli, bağımsızlık isteyen Tuareglere nasıl davranılacağı da düşünülmeli. Teröristleri izole etmenin başka yolu yok. Bu konularda Fransa ve Avrupa yardım edebilir, ama konu Afrika'nın kendi iç işidir."
İsviçre'de yayınlanan liberal Le Temps Gazetesi (30.1.13), İsviçre'nin 1977'den beri özellikle Timbuktu, Mopti ve Sikasso şehirlerinde yardımda bulunduğunu hatırlattıktan sonra, İsviçre'nin Fransa'yı Mali'deki Operasyonlarında desteklemesi gerektiği üzerinde duruyor. "Fransa bölgenin eski sömürgeci ülkesi olduğu için, özel bir görev üslenmesi gerektiğini düşünmekle birlikte ileri gitmekten çekiniyor, bu yüzden de ne yapacağını bilmez gibi görünüyor. Fransa bu dikkatli tavrına rağmen her türlü desteğe ihtiyaç duyacak. Mali'de iyi ilişkileri bulunan İsviçre, Fransa'yı bu konuda desteklemeli. Fransa operasyonları sürdürürse, buna karşı çıkacak olan 'iyi insanlar topluluğu'na karşı kendisini savunabilmeli ve şablonlar ötesi perspektifini ortaya koyabilmeli. Fransa, savaşının sonuna kadar adil kalabilmek için çok şey yapmak zorunda kalacak."
Liberal Fin gazetesi Helsingin Sanomat ise (30.1.13), Fransa'nın Mali'deki askeri operasyonunun ekonomiyi ilgilendiren yanlarına dikkat çeken eleştirilere karşı çıkıyor ve bölgeye istikrarın dönmesinden en karlı çıkacak lanların, orada yaşayanlar olacağını söylüyor. Fransa'nın bölgedeki ekonomik çıkarları olduğunu, orada Altın ve Uranyum bulunduğunu, Başbakan Tayyip Erdoğan da söylemişti. Gazete, Fransa'nın Mali'deki Altınla değil, stratejik değeri olan Uranyumla ilgilenme ihtimalinin bulunduğunu, ama bu ülkede Uranyum çıkarılmadığını, sadece nerelerde çıkarılabileceğinin belirlendiğini, haritasının çıkarıldığını yazıyor. Fransa Nijer'de Uranyum çıkarıyor zaten. "Bölgede istikrar sağlanırsa, buradaki ülkeler, kendi Uranyumlarını kendileri çıkarabilirler." Gazete, Hollande'ın şimdi savaşmak için pek de istekli olmadığını, savaşı bitirebileceğini, savaşın Hollande için büyük siyasi getirisinin olmadığına dikkat çekiyor.

Bir sosyal örgütlenme biçimi olarak Milliyetçilik

İllüstrasyon: Milo Manara
"Halkı uyandırmak..."
Milliyetçilerin sevdiği bir terim. Buna göre birileri Türkleri veya Kürtleri uyandıracaktır ve kaç devlete bölünmüş olduklarını, uyanıp birleşirlerse ne kadar güçlü olacaklarını onlara gösterecektir, tıpkı yeni Sünni Milliyetçilerinin dünya Sünniliğini birleştirince ne kadar güçlü olacakları konusunda "halkı uyandırmaları", halka yeni bir "ufuk" sunmaları gibi!
Bu sanal ufuklar aynıdır ama bu rüyayı gören milliyetçinin adı farklıdır, kimi Türktür kimi Kürt, kimi Sünni.
İşin ilginç tarafı, bazı halklar uyanmaz! Milliyetçiliği de reddederler. Bunun nedeni, Milliyetçilik denen ideolojinin hayat bulmasına uygun bir durum arzetmez.
Milliyetçiliğin kapitalizme özgü bir şey olduğunu yeterince vurguladık, ama sadece bu da yeterli değildir, çünkü kapitalizm şartları altında yaşayan her halk Milliyetçi yetiştirmiyor. Milliyetçilik en başta bir dil meselesidir. Kısıtlı bir bölgede, yeterli yoğunlukta konuşulmayan, kendi entelektüel kesimini, sanatçılarını yetiştirememiş bir dilin Milliyetçilik üretip, bunun halk arasında tutulmasını sağlaması zordur. Türkiye gibi kendi aydınını/sanatçısına bu kadar hoyrat davranıp bu kadar kolay budayabilen bir muktedirler Cumhuriyetinde, (makro) Milliyetçilikten sonra bir de yeni (mikro) Azınlık Milliyetçiliği türlerinin bu kadar kolay yayılmasında, kendi bindiği dalı kestiğinin farkında olmayan apoletli/apoletsiz ahmak politikacılar baş rolü oynamışlardır. Milliyetçilikler kendi tarihlerini de yazarlar.
Ama Milliyetçiliğin kapitalizm çağında bu kadar tutulup bu kadar yaygın olmasının beş nedeni, 'Kapitalizme özgü bir sosyal örgütlenme biçimi' olmasıdır.
Milliyetçilik; eğitim sistemi, benimsenmiş bir sosyo-kültürel homojen kimlik ve onu koruyan bir ulus-devlet ile birlikte yaşayan ve belli bir teritoryel alanda hüküm sürmek zorunda olan bir yapıdır -bağımsızlığı, yani bağımsız hareket edebilme kapasitesi bununla ilgilidir. Ve bu yapı, kendi kültürel merkezlerinde üretilen bir yüksek kültür tarafından desteklenmek zorundadır. İşte bu son faktör, yüksek kültür üretemeyen ve evrensel kalitede entelektüelleri olmayan İslamcıların anlayamadığı önemli bir konudur.

Azınlık milliyetçisi talepleri geri çevirmek zorunluluğunun pratik nedeni

İllüstrasyon: François Bourgeon
Buradaki Milliyetçilik yazılarının ortak paydası, Milliyetçilik denen şeyin, kapitalist sistemin siyasi/ideolojik bir yansıması olduğudur. Yani kapitalistleşme, milliyetçiliği doğurur. Milliyetçilik, kapitalizmin değiştiği süreç içinde şekil değiştirmiştir ve bugün birçok milliyetçilik türlerinden bahsediyoruz. Konuyu dağıtmadan Türkiye'nin koşullarına uygun bir çerçeve çizip, Türkiye'deki güncel Milliyetçilik biçimlerini önce ikiye ayırıyoruz:
Etnik Türk/Kürt Milliyetçiliği ve Dini Sünni Milliyetçiliği. Etnik Milliyetçiliği de Azınlık ve Çoğunluk Milliyetçiliği diye ikiye ayırıyoruz. Milliyetçiliklerin biri diğerine göre haklı veya haksız değildir, hepsi aynı köpeğin, farklı cinsleri gibidir.
1917 Bolşevik Devrimi'nden sonra Ulusal Kurtuluş Hareketlerinin Bolşevik/Leninist Sol tarafından desteklenmesi, Sol'u kendi Milliyetçiliğine alet etmek isteyenler tarafından acımasızca kullanıldı. Leninistlerin anti-emperyalist savaş babında destekledikleri "Halkların kendi kaderini tayin hakkı"nın "Azınlık Milliyetçiliği haklıdır" formatına indirgendiği günümüzde, tüm Milliyetçilik türlerine karşı çıkmak gerekiyor, şu nedenle:
Kapitalizmle sorunu olmayan her azınlık hakları mücadelesi, eninde sonunda Milliyetçi olmak zorundadır -nitekim bunun en son örneği de PKK'dır. Leninistler Ulusal Kurtuluş Hareketlerini, emperyalizme karşı desteklemişlerdi, ama emperyalizmin kapitalizmin neyi olduğu kunusunda Lenin'in oldukça ilkel "Emperyalizm" kitabından başka teorik malzeme de yoktu. Nitekim daha sonra bu Leninist ilke, Sovyetler Birliği'nin hegemonya malzemesi haline gelmiştir -çünkü kapitalizme karşı değildir (Sovyetler Birliği'nde uygulanmış ilkel kapitalizm modeline "Kooperatist Kapitalizm" diyoruz).
Kapitalizmle hiç bir sorunu olmayan yeni Azınlık Milliyetçiliklerinin desteklenmesi, ne bir sosyo-ekonomik kurtuluşu destekler, ne yeni ulus-devletlerin ortaya çıkışı global kapitalist sistem tarafından rentabl olur ve desteklenebilir (çünkü sistem sınırların kaldırılmasından yana, yeni sınırların çekilmesinden yana değil) ne de istikrar bakımından desteklenebilir (çünkü istikrarsızlık üretir). Bunlara rağmen, "Sen kurmuşsun, ben de kendi devletimi isterim" diyen elbette olacaktır, vardır da. Ama bunları, kapitalist sistem aleyhine bir şey olarak göremeyiz. Yani kapitalist sistem dünyayı geri dönüşü olmayacak bir şekide bozmak üzereyken, gene kapitalist sisteme özgü bir yeni görüngü olan ve kapitalizmi pekiştirmekten ve kanlı iç çatışmalara neden olmaktan başka bir numarası olmayan Milliyetçilik türlerini neden destekleyelim? -İster Azınlık ister Çoğunluk milliyetçiliği olsun.
Dünyada ikiyüz kadar Ulus-devlet var, ama gene aynı dünyada 8000 farklı dil konuşuyor. Tanrı insanların farklı diller konuşmalarını istemiş olabilir, ama "Her dile bir Ulus-devlet" istediğini hiç sanmıyorum! Azınlık Milliyetçiliklerini desteklemek ve onları kurtuluş/özgürlük mücadelesi ile eş tutmak, en başta dünyanın ve Türkiye'nin kültürel çeşitliliğine hakaret olacaktır. Osmanlı Döneminde edinilen İkinci Meşrutiyet tecrübesi, o zaman yeni ortaya çıkan Yunan ve Ermeni Milliyetçiliklerine verilen tavizlerin asla yeterli olmadığını, Milliyetçilik denen şeyin devletçilik demek olduğunu ve her Milliyetçiliğin kendi Ulus-devletini kurmadan durmayacağını göstermiş olmalı. Kültürel çeşitlilik ile milliyetçiliği birbirinden ayırmak önemlidir. Azınlık Milliyetçiliği şöyle işler: Biri kendi devletini kurana kadar "mücadele" eder. Sonuca ulaşılınca mutlaka yeni bir Azınlık Milliyetçiliği ortaya çıkar ve bu kez o azınlık "hakları için" mücadeleye başlar. Birleşmiş Milletler'in verilerine bakarak, her Ulus-devlet başına yaklaşık beş ila sekiz potensiyel Milliyetçilik düşüyor!
Günümüzde kategorik varoluşsal bir krizle boğuşan sistem, -Neoliberal dönemde yaptığı gibi- Azınlık Milliyetçiliklerini desteklemiyor. Azınlık Milliyetçiliğine önemli lojistik destek sağlayan diyasporalar da krizdeler, çünkü bunların istikrarsızlık ürettiği anlaşıldı. Sistemi değiştirmek trenin kaçmak üzere olduğu (veya belki de kaçtığı) Herşeyin bozulduğu Kıyamet devrinde, istikrarsızlık ve kanlı çatışmalar üreten kapitalist bir ideolojinin, yani Milliyetçiliğin, sırf azınlık birtakım tipler tarafından savunulduğu için müsamahayla karşılanması düşünülemez.

Milliyetçiliklerin devlet takıntısı ve Sünnici konformizm

İllüstrasyon: Milo Manara
Milliyetçi anarşizm diye bir şey yok. Sırpların I. Dünya Savaşı öncesindeki milliyetçi bombacılarının amacının, bir büyük Sırbistan kurmak olduğunu ve zamanın Sırp devleti hesabına çalıştıklarını biliyoruz. Hem devletçi hem anarşist olunamayacağından, buna -bugünün diliyle- Sırp Terörü de diyebilirdik pek ala, ama o zamanlar "Terör" lafı henüz tedavüle çıkmamıştı. Milliyetçiliklerin/ Ulusalcılıkların hepsi mutlaka devletle alakalıdır. Ya devletini kurmak istiyordur ya kurulu devletinde farklı olan unsurları istemiyordur.
Türk Milliyetçisi, Kürt Milliyetçisi, Sünni Milliyetçisi ve diğerlerinin hepsi ille de devletçidir. Zaten bu zevattan sanat çıkmamasının bir nedeni de bu! (Çünkü sanat, var olan hayata karşı itiraz etmek, ona alternatif gerçekler kurgulamak ve başka bir şekilde ifade etmek demektir. Yani muhalif ruhlu olmayanın sanatı da olmaz, veya dandik olur.)
Milliyetçilik devletle ilgilidir, zira milliyetçiliği üreten asıl kurum, bizzat kapitalist ulus-devlettir (ve dünyada ulus-devlet olmayan devlet de yoktur).
Milliyetçiliklerin savaşı, aslında, "Çocukları kim nasıl eğitecek" savaşıdır. Devletin doğrudan eğitim işlemi üzerinden insanları belli bir sosyo-kültürel homojenliğe (mecburen, sistemin dayatmasıyla) zorlamasının yanı sıra, bir de bunun zaman içinde oluşmuş "örfü adeti" vardır. Mesela zamanın Sünni Milliyetçiliğinin bence en zavallı sözcülerinden Ali Bulaç şöyle der: "Dini öğretinin tamamından ve beşeriyetin her bölgesinde ve dini havzasında gözlenen örfünden anladığım kadarıyla kadının birinci görevi annelik ve ev hanımlığıdır." Ali Bulaç, o yarım asırı geçkin aklıyla, buralardan, kadının evde oturmadığı için bu kadar çok öldürüldüğü gibi bir sonuca varıyor! (Şimdi bir cümle sonra anti-modernizmi kendi dandik İslamcı ideolojisine "uydurmaya" çalışırken düştüğü durumları başka bir yazıya bırakarak, bu cümledeki Sünni milliyetçiliğine bakalım)
Ali Bulaç'ın, beşeriyetinin "dini örfü"nden çırattığı ilk sonuç, örfün değişmez stabil bir şey olduğudur. Yani kadının evde oturması, değişmez sonsuz bir yasadır. (Örfler fi tarihinde homojen çelik-betondan imal edildiklerinden, asla değişmezler!)
Bu milliyetçi yaklaşımın buradaki sıfatı da Türk/Kürt olmuyor da, "Din" oluyor ve tabii bu lafı da kendi anladığı türden homojen bir "Sünnilik" sayıyor. Sünnici Milliyetçilik, Türkçü/Kürtçü milliyetçilikten daha sağlam göründüğü ama çok daha aptalca bir ideoloji olduğundan, evrensel değerlerle uyuşamıyor ve her zaman ofsayta düşüyor. Mesela Ali Bulaç'ın kadınlar konusundaki bu "örfi" fikrini kendi yakınlarına bile kabul ettirmesi zor, zira Türkiye'de İslami kimlikli bir sonradan-modernleşme yaşandı ve kadınlar başörtülerini takıp sokağa çıktılar, eve dönmezler artık -niye dönsünler ki? (O betondan "Örfler"i de yıkıverirler)
Yeni Sünni Milliyetçiliği, diğer milliyetçilikler gibi Sünniliği de tartıştırmıyor, laf söyletmiyor -çünkü o kıytırık ideolojisini "Din" sayıp, karşı çıkanı da günah işlemiş sayıyor! Etnikçi milliyetçiliklerle arasında nitel bir fark yok.
Milliyetçiliğin faşizan yasaklarını, dinin yasakları diye satan çöl faşizminin milliyetçiliği de böyle işliyor. "Ilımlı" İslamcı konformizminin halka sunduğu homojenleşme dayatmasının en hafif biçimi, "örf ve ananelere uymak." Milliyetçilik bunları, sadece devletin gücüyle yapıyor. Milliyetçilik üreten etnik/dini sosyo-kültürel homojenleşme denemelerinin tüm ideolojik biçimleri, devlete dayanmak zorundadır.
Eskiden eğitim, evde yapılan birşeymiş. Yani müfredatın olmadığı, "Kürtçe eğitim" diye bir fikrin henüz akıllara düşmediği, Diyanet ve din dersi denen şeylerin icad edilmediği zamanlar da yaşanmış Türkiye'de. Eğitim, her bölgenin, halkın, kabilenin kendi kendine yaptığı, homojen olmayan bir şeymiş. Elit alimler sınıfının ise  biteviye eğitilmiş adamlardan oluşmadığını tarihten biliyoruz.
Sadece Ulus-devletler çağında, (yani kapitalist çağda) okullar ve ortak kültür diye birşey ortaya çıkmış. Sosyo-kültürel homojenleşmeyi "Zorunlu Eğitim" sağladığından, dünyanın bütün faşistleri devletçidir -ister Türk, ister Kürt ister Sünni olsunlar, devletin insanları nasıl eğiteceğine karar vermek isterler. Milliyetçilik de budur zaten.

Kaynak:
Zaman Gazetesi 15. Ocak. 2013

Endüstri toplumunda kutsallık yerine etnik/dini milliyetçiliğin ikame edilmesi

İllüstrasyon: Moebius
Hem Amerikancı hem de en vahşisinden neoliberal olan "ılımlı" islamcıların, etnik Türk (veya Kürt) Milliyetçiliğe karşı güya isyan ederken, Etnik Milliyetçilik yerine Dinci (Sünni) Milliyetçiliğini koymaları, aslında kapitalizme sadakatlerinin "doğal" bir sonucudur!
Tarım toplumlarında ortaya çıkan ve buna uygun bir iç yapıya sahip din/inanç odaklı toplumun bugünün kapitalizm şartları altında kurulması külliyen imkansızdır ve imkansız olduğu için de, onun milliyetçi/faşist bir tür Sünni ideolojisine tercüme edilmiş versiyonu, "dinimiz" adıyla piyasaya sürülmektedir.
Neden böyle?

Endüstri toplumu, sırf (kapitalizme özgü) para/kar motorunun dinamizmine ayak uydurabilmek için gittikçe karmaşıklaşan bir üretim sürecine ayak uydurmak zorundadır. Zaten bu toplumun toplumsal ilişkilerinin merkezi de adına "iş hayatı" denen 'Ücretli iş odaklı günlük yaşam'dır. Üretim karmaşık olduğu için ve para/kar optimizasyonu nedeniyle, sürekli yeni birşeyler icad edilip üretim sistemi yenilenmek/geliştirilmek zorundadır. Bunun anlamı, teknolojinin sürekli gelişmek ve para/kar dürtüsüne yanıt vermek zorunda olmasıdır.
Bu kadar mobil bir toplumda iletişim son derece önemlidir. Herkesin birbirini iyi anlaması, birbirine yabancı olmaması (ve tabii hızlı çalışması!) gerekmektedir. Bu şartların sağlanması için gereken mecburi sosyo-kültürel homojenleşmenin üreticisine, yani ortak dil ve kavramları sürekli yeniden üreten yapıya, "Milli Eğitim" diyoruz. (Buradaki "Milli" sözcüğünün sıfatı, bir ulus-devlet için, Türk, Kürt, Sünni, Şii veya başka birşey olabilir -ama öz değişmez: İslamcı İran da, Suudi Arabistan da, ABD de, bu açıdan bakıldığında birer ulus-devlettir) Ama bu yapının işlemesi için, kendi içinde bölük/pörçük değil, ortaklığın esas olduğu bir kültürel homojenliği koruyabilmesi gerekir.
Bu yapının en önemli sosyal zaafı, bu muazzam mobil/hareketli toplumun bireyleri arasındaki eski bağların yokolup, yeni bağların da esasen para/iş üzerinden kurulmasıdır. Kutsallığın özgün, yerel kültürleri de koruyan, küçük sosyal birimleri birbirine bağlayan özelliği, sosyo-ekonomik temelini yitirdiği için kaybolmuştur. Bu kutsallıkların yerini ise, milliyetçiliklere özgü "Vatanseverlik" ve "Kahramanlık" gibi, ülkenin sosyo-kültürel homojen sayılan "Milletine"/"Ulusuna" olan bağlılıkların yüceltildiği yeni bir kutsallık almıştır ve bunun adı da genel olarak "Milliyetçi Sadakat/Biat" diye özetlenebilir.
Milliyetçilik, bütün türleriyle birlikte, insanlık tarihinde oldukça yeni bir şey olduğundan, insan psikolojisinde fazla bir derinliğe sahip değildir. Türk Milliyetçisi, Kürt Milliyetçisi veya Sünni Milliyetçisi, sistemin tüm ağır baskısına rağmen, Anadolu'da ve İnsatanbul'da yaşayan insanların psikolojilerine istendiği kadar derinlemesine nüfuz etmemiştir -Türkiye'nin modernleşme tarihinin nisbeten yeni olmasıyla da ilgili bir durumdur. Orta Avrupa Halkları, kapitalizm öncesi çağı tamamen unutmuştur, ama Anadolu'da kapitalizm öncesi hayat tam unutulmamıştır -çeşitli şekillerde hatırlanmaktadır. Milliyetçilik türleri, aklı başında insanların, milliyetçiliğin ne olduğunu iyi anlamaları ve akıllarını başlarına toplamaları sonucu, kapitalizmin reforme edilmesiyle birlikte kısmen sürdürülebilir hale getirilebilir. Bunun için, milliyetçilikler ötesi düşünebilen insanlara ihtiyaç vardır. Ama Milliyetçiliklerin bütün türleriyle ortadan kaldırılabilmeleri için, sistemin milliyetçilik üretemez hale getirilmesi, yani kapitalizmin reforme/deforme edilmesi gerekir.

Milliyetçilik ve endüstri toplumu ilişkisi

İllüstrasyon: François Bourgeon
Milliyetçilik/Ulusalcılık sadece endüstrileşmiş toplumlarda ortaya çıkıyorsa, bunun nedenini, bir tür yapı-söküm yöntemiyle anlatmaya çalışabiliriz.
Endüstri toplumu, "Sürekli Büyüme" fikri ve pratiği üzerine kurulu bir şey. Sürekli büyüme zorunluluğu -ki mecburi kar mantığına sahip kapitalist para türüyle ilişkili bir şeydir- sürekli yenilenmeyi de zorunlu kılar. Endüstriyel toplum, para/kar dürtüsüyle sürekli daha üretken makinalar yapmak, var olanları da sürekli yenilemek, böylece daha fazla kar etmeyi hedeflemek zorundadır.
Endüstrileşme öncesinin toplumlarında, kapitalizmdeki gibi bir para/kar dürtüsünün olmadığını, çünkü kapitalizme özgü paranın kullanılmadığını görüyoruz. Endüstrileşme öncesinde büyüme de düzenli değil zaten. Bazen duruyor bazen ilerliyor ve eş zamanlı da değil. (Bu "ilerleme. mantığını, maalesef, "parasal zenginleşme" anlamında kullanıyoruz -daha kolay anlaşılsın diye!) Kapitalizm öncesi toplumda, toplumun her yerinde biteviyeleşme/aynılaşma diye birşey yok. Bu biteviyeleşmeye ben, "Sosyo-kültürel homojenleşme" diyorum. Hemen komşu köy başka dir dil konuşuyor olabiliyor ve başka adetlere göre yaşıyor, başka şeyler üretiyor veya üretmiyor. Hayatın merkezi de bugünkü gibi ekonomi değil zaten -kapitalizm öncesi toplumunda.
Kapitalist toplum, benim yedi yıl önce yazdığım "Kapitalist ahlaksızlığın kökeni" başlıklı yazımda gösterdiğim gibi, ahlakın (etik değerlerin) önemsizleşmesini sağlarken, mantıken herşeyi de madde üzerinden (para birimi ile ölçerek) tanımlıyor. Kendini sürekli yenilemek zorunda olan, bu kadar dinamik bir sistemin, muazzam ayrıntılı bir iletişim sistemine, diline, ortak günlük kültüre, ortak düşünce biçimine ihtiyaç var. İşte buradan, aynı sosyo-kültürel homojenliğe sahip "Ulus" doğuyor ve Ulus'u bu homojen haliyle tutmayı amaçlayan ideolojiye de Milliyetçilik diyoruz. Bu homojenliği bozmak isteyenlerin azınlık milliyetçiliğine kolay kapılmalarının nedeni de, endüstri toplumun genel kuralları dışında bir toplum hayal edememelerinden, kapitalist ekonomiyi konuşmayı bile akıllarına getirmemelerinden. Cidden Milliyetçiliğe karşı olmak, ancak cidden antiükapitalist olmakla mümkün; yoksa milliyetçilik/ulusalcılık şekil değiştirerek kendini gizlemeyi başarıyor.
(Türk ve Kürt milliyetçiliğinden sonra ortaya çıkan en faşizan/ırkçı milliyetçilik, Sünni Milliyetçiliği.)

Milliyetçilik ve Modern İnsan Ruhu

İllüstrasyon: François Bourgeon
Milliyetçilikten bahsederken, önce modern insanın ruhundan bahsetmek ve hemen "Rasyonalizm" demek zorundayız. Modern Rasyonalizmin ne olduğunu araştıranların başında ben Kant'ı saymak istiyorum.
Burada daha önce bir "İrrasyonalizm"den bahsetmiştik -elbette Rasyonalizme göre bir tanımdı (yani son sözü Rasyonalizm söylüyordu, hâlâ öyle).
Fakat bu kez Rasyonalizme biraz daha yakından bakacağız ve Milliyetçilik ile ilişkisine değineceğiz. Kant ve diğerleri, Rasyonalizmin kimliğinde, insan ruhunun bir ortak payda, bir ortak ölçü bulduklarını düşündüler. Fransız İhtilalcisi Burjuva aydınlarının "keşefediyoruz!" derken asıl yaptıkları, tüm insanları aynı kategorilerle değerlendirebilecekleri ruhsal bir ortak ölçü/payda icad etmek oldu. Tabii bu icad gökten düşmedi! 16'ıncı Yüzyılın ikinci yarısından itibaren Avrupa ve Kuzey Amerika'nın bazı şehirlerinde başlayan kapitalistleşme ve onun sonucu olan yaygın para kullanımının ruhsal bir yansımasıydı. Yaygın para kullanımının insan ruhuna nasıl etkidiğini tarihçesiyle anlatan sevgili Eske Bockelmann, bu konuda tarihi önemde bir kitap yazmıştır. Yani, dönemin yazarları, düşünürleri, paranın psikolojik etkisiyle, birbirine benzer tarzda düşünmeye başlamışlardır ve bu durumlarından yola çıkarak insan ruhunda genellenebilir formatlar "keşfetmişlerdir". (Bockelmann bunu Müzik'deki ritm ve takt bilgisi üzerinden anlatır)
Bura asıl yapılmış olan, Kavramlar'ın, tek bir "Mantıksal" çerçeve içine yerleştirilmeleridir. Sonucu da, "Dünyayı tarıf etmenin bir tek yolu vardır" kafasıdır!
(Bugün tamamen kanıksanmış ve anormalliğinin farkında olunmayan bu kafa, malesef ortak paydamızı oluşturuyor ve biz de burada -şimdilik- bu dille konuşuyoruz.)
İşte bu "ortak payda sayesinde", dünyada hangi farklı dili konuşursanız konuşun, aslında aynı kavramlarla konuşuyorsunuz. Bugün adını andığımız "Milliyetçilik", "Demokrasi", bütün "-izm"ler, dünyanın her yerinde bilinmekte ve yapılan ifadeler onlarla olmaktadır.
Ben buradan, çok bahsettiğim "Sosyo-kültürel Homojenleşme" konusuna gelmek istiyorum -bunları onun için anlattım. Sosyo-kültürel Homojenleşme, 'Ulus' denen şeyin kökenidir ve milliyetçi tepki de bu homojenliğin bozulmasına verilen tepkidir (milliyetçilik de bu homojenliği siyasi olarak kurup kollayan ideolojinin ad

Kaynaklar:
Eske Bockelmann, "Takt des Geldes" 2004
Immanuel Kant, "Kritik der reinen Vernunft"

Milli ve Milliyetçi ruhun doğduğu yer

Bugünkü anlamda Milliyetçiliğin bir 'Endüstrileşme devri ürünü' olduğunu söylemeliyiz. Burjuva Devrimi'nin "Feodalizmi tasfiyesi nedeniyle" uzunca bir süre Sol tarafından olumlu bir şey olarak değerlendirildiği de malum. Endüstrileşmenin henüz yaygınlaşmadığı ilk kapitalist dönemdeki "Milli duygular" da Karl Marx tarafından eleştirilmiş olmakla birlikte, 'Milliyetçilik' formatına getirilen eleştiriler, ancak Marx'tan sonradır (Friedrich Engels'in de bugün "Milliyetçi" diye değerlendirilebilecek yazıları vardır) yani bugünkü anlamda bir 'Milliyetçilik karşıtı tutum', Marx ve Engels'in yaşadığı dönemde henüz etabile olmamıştı -ama Marx'ın Alman Devrimi hakkında yazdığı eleştiriler, daha sonraki 'Milliyetçilik eleştirileri' için alıntılanmıştır.
Milliyetçilik sosyo-ekonomisinin, endüstrileşmiş toplumlarda oluştuğunu ve milliyetçiliğin asıl temelinin de endüstriyel üretimle başlayan (ve günümüzde devam eden) kapitalizm türü olduğunu ne kadar tekrarlasak azdır. Milliyetçilik, çeşitli türleriyle, ancak günümüzün kapitalizm şartlarında oluşur. Kapitalizmi üreten ruh, aynı zamanda Milliyetçiliği/Ulusalcılığı üreten ruhtur. Burada bir noktaya dikkat çekmem gerek. Milliyetçilik/Ulusalcılık, ille de etnik kimlikle ilgili birşey demek değildir, dini kimlikle de ilgili olabilir. Asıl önemli olan, "Milliyetçi" tutumdur, ne milliyetçiliği olacağı, onun önüne getirilen sıfatla belirlenir. Türk ve Kürt Milliyetçiliği olduğu gibi, Sünni Milliyetçiliği de olabilir.
Kapitalist zihniyete ve oradan Milliyetçi zihniyete can veren düşünce biçimini iki bileşeni bulunur:
1. Kohärenz/Coherentism/Tutarlılık. Yani, bütünün parçalarının birbiriyle uyumu zorunludur. Bu şu demek: Sözlediğiniz söz, bir bütünle çelişmeyecek, rasyonel olacak (buna Konsistenz/Consistency de diyebiliriz). Ortaya bir fikir atıyorsunuz, bu, daha önceki kanıtlanmış teorilere de uyum sağlar olacak. Bu anlayış, bugünkü modern insanın temel düstüru.
Benzer durumları aynı şekilde (aynı kriterlerle) değerlendiriyorsunuz.
2. Effizienz/Efficiencz/Verimlilik. Yani, elinizdeki araçları/kaynakları, duygusallıktan uzak, buz gibi soğuk bir şekilde seçiyorsunuz.
Dünyada şimdi herkese, dünyanın en normal şeyi gibi gelen bu anlayış, amaca uygun rasyonel bir yaklaşımla, gözünü kırpmadan soğuk bir verimlilik hesbı yapıp doğanın ve hayatın canına okuyan bakış şeklidir. Milli ruh ve oradan da Milliyetçi ruh, tam da buradan doğar.

Yeni bir tür İslamcı Emperyalizmi ve onun Sünni Ulusalcılığı

"Emperyalizm" terimini dikkatli kullanmak gerektiğini düşünürüm. Çünkü belli bir ekonomi ve belli bir zaman dilimi dahilinde kullanılmıştır. Ama Emperyalizm, ideolojik ana hatlarıyla postmodern dünyada eskiye özenenlere "ilham" olmayı sürdürüyor, o yüzden bir "İslamcı Emperyalizmi özentisi"nden bahsetmek yanlış olmasa gerek. Hele bu konuda, saygın bir dergide bir de uzun makale görünce, burada da değinmek istedim.
Arap Baharı, büyük umutlarla başladı. Bir özgürlük dalgasıydı ve herkes onu kendine yontmaya çalıştı. İlk başladığında Avrupa'da nasıl büyük şaşkınlığa yol açtığını dün gibi hatırlıyoruz. Bu hareket, Mısır'da, Tunus'ta, Libya'da, Yemen'de büyük çalkantılara yol açarken, Ürdün ve Bahreyn'de de Hükümet değişiklikleri getirdi. At iziyle it izinin birbirine karıştığı günümüzde ise, Arap Baharı'nın daha çok gizli servislerin ve bölge ülkelerinin (ve tabii gölge dışı ülkelerin) enstrümanı haline gelmekte olduğu görülüyor.
Bu hengamede en dikkat çekici gelişme, Arap Baharı'yla yıkılan rejimlerin yerine hep "Müslüman Kardeşler" türevi hükümetlerin gelmesi veya bu "ılımlı İslam" denen şeyin buralarda boy göstermesi.
1928'de Hasan El Benna tarafından Mısır'da kurulan Müslüman Kardeşler'in parolası, "Çözüm İslam'da" idi ve kuruluş bildirisinde, "İslam, hayatın her alanında kurallar koyan, herkesin yaptıklarını yargılayan sağlam bir düzendir" deniyordu. Burada bahsedilen "İslam", elbette modern "İdeoloji anlamında İslam"dı. Müslüman Kardeşlerin 1936'dan beri "Dışa açılmak" fikrinde olduklarını ve bunu bildirilerine de yazdıklarını biliyoruz. Bu fikirden anlaşılan, bir tür yayılmacılık, "İslamcılığın yayılması" veya "İslami Entegrasyon"un kurularak yeniden bir olunması fikridir. Eskiden olduğu/yaşadığı savunulan ideal İslam'ın kurulduğu, saf inancın özüne dönülmüş bir İslam...
Müslüman Kardeşler Mısır seçimlerini bu temelden ayrılmayan bir programla kazandılar. Muhammed Musri, geçtiğimiz yılın Haziran'ında Devlet Başkanı seçildi. Gene aynı Müslüman Kardeşler, 1983'de "Milli slami Cephe" adıyla Sudan'da da Şeriat'ı kurdular. Ürdün'de Krala karşı en büyük muhalefet de bir Müslüman Kardeşler Partisi olan "İslami Hareket Cephesi." Libya'da, "Adalet ve Kalkınma Partisi" adıyla Meclisteler! Gazze'deki Hamas da, Mısırlı Müslüman Kardeşler'in bir kolu olarak kurulmuş, sonra giderek İran etkisine girmişti. Müslüman Kardeşler'in başka bir kolunun şimdi de Suriye'de aktif olduğu söyleniyor. Tunus'da "Yenilenme Hareketi" 2011'de en güçlü Meclis grubuna sahip oldu. Suriye'deki "ayaklanma"ya da "Arap Baharı" değil, "Müslüman Kardeşler Baharı" deniyormuş.
Ortada bir Müslüman Kardeşler festivali var, ama bu hiç hayra alamet değil. 1970'lerde İran'da Şii İslamcılığı gelişirken, Türkiye'de de Erbakan'ın çıktığını ve bu hareketin başka bir ayağını oluşturduğu da malum. Erbakan da, katı bir Sünnilik ve onun kuralları üzerine oturtulmuş sosyal ve ekonomik bir sistem hayal ederken (Milli Görüş), dış politikada da İslami bir çizgi tutturulmasını planlıyordu. AKP giderek, bu geleneği devam ettiren bir parti görünümüne bürünüyor.
Vahabizmin, asıl "İslami dünyanın yeniden fethi" ideolojisinin sahibi göründüğü söylenebilir. İslami bir İmparatorluk kurmak fikrine "İslamcı Emperyalizmi" sözünü yakıştıran Chaim Noll, Müslüman Kardeşler ve Suud anlaşmazlığının da bu hedef dahilinde uykuya yattığını düşünüyor. Burada oluşan ve benim "Sünni Ulusalcılığı" diye adlandırmak istediğim yayılmacı pseudo-ideoloji üzerinden, bir "İslamcı Emperyalizmi"ni tartışmak da mümkün oluyor.
"Arap Baharı" İslamcılara yaramış görünüyor ama onları da siyasi nedenlerle kendi aralarında bölmüş görünüyor. Suriye'nin seküler ve Alevi rejimi, bu Sünni Ulusalcılığına ve Noll'un deyimiyle "İslamcı Emperyalizmi"ne ters.
İslamcılık, en genel anlamıyla, malum güç politikasını şekilsel bir İslam anlayışına adapte etmek üzerinden işleyen bir ideoloji. Neoliberal dönemin kriz ideolojisi olarak kullanıldığını da biliyoruz.
İslamcı Emperyalizmi'nin kendi sınırlarına dayanıp durduğu bir dönemi yaşıyoruz. İslamcı ideoloji eski canlılığını ve anti-emperyalist inandırıcılığını kaybetti. İslam coğrafyasında etnik ayrılıklar, birleştirici "İslam" faktörünün önüne geçmeye başladı. Bunun en iyi örneği, Türkiye Hizbullahı'na yakın bir siyasi Kürt partisinin kurulması ve Kürt Milliyetçiliğinin dilini benimsemesi.
Ama İslamcı Emperyalizmi'ni asıl tehdit eden şey, ekonomi. Çünkü bildik kapitalist ekonomi üzerine böyle yeni ulusalcı yapıda büyük ittifaklar kurmak eskisinden daha zor. Arap ülkelerinin ekonomileri sallanıyor ve Müslüman Kardeşler kardeşliği hiç de stabil değil. Mısır 2011'de yeni krediler aldı. Neoliberal ekonominin şimdilik en sağlam durduğu İslami ülke İran. Ama Petrol zengini Suudların ve Körfez şeyhlerinin, yanlarına AKP Hükümetini alarak emperyalistliğe soyunmaları, nasıl bir dünyada yaşadığımızı, eski klişelerin geçerliliğini yitirdiğini gösteriyor. 
"Sünni Ulusalcılığı" Türkiye'de kültürel-homojen Sünni bir toplum yaratabilir mi? Buna gülerek kocaman bir "Hayır" diyebiliriz. Peki "İslamcı Emperyalizm" özentisinin başarı şansı var mı? Elbette "Hayır". Çünkü Postkapitalist bir devirde, kapitalizm tel tel dökülürken, sadece konjonktürel ekonomik başarılara dayanarak emperyalizmcilik oynamak, ancak, Bütüncül Emperyalizm'in koltuğunun altında gerçekleşebilir (onun da en merkez ülkesi ABD'dir). Ve bu sadece bir oyun olarak kalır, yani sanaldır! Asıl emperyalizmin kuralları dahilinde ve bir yere kadar. İslamcılar da zaten hayalleri gerçek sanan bir tür değil midir? Bu ham hayallerin en kötü yanı, binlerce insanın kanına girmesi ve girmeye de devam edecek olması.

Osmanlı toplumunda çokkültürlülüğün sosyo-ekonomik kökeni ve milliyetçilik

İllüstrasyon: François Bourgeon
Milliyetçiliğin bir zamanlar çıkıp bugüne kadar kadar gelmiş bir tür "Moda" olduğunu sananların ezici çoğunluğu oluşturduğu bir ülkede yaşıyoruz.
Milliyetçilik gibi ideolojilerin tekbaşına -birinin aklına estiği için- ortaya çıkan şeylerden olmadığını, milliyetçiliğin bir sosyo-ekonomik temeli olduğunu anlamak, onun ne olmadığını ve nasıl değiştirilebileceğini anlamak bakımından da önemli olmalı. Milliyetçilik, tarım toplumlarında neden ortaya çıkmamış da endüstrileşme döneminde ortaya çıkmıştır? Milliyetçiliğin nerden nereye gittiğini ve ileride nasıl tasfiye edileceğini tartışmadan önce, onun bulunmadığı çağa kısaca göz atmakta fayda var.
Önce bir yanlışı düzeltmeliyiz:
Toplumlar, Marksistlerin ayırdığı gibi birbirini izleyen (linear) "İlkel toplum, köleci toplum, feodal toplum, kapitalist toplum, sosyalist toplum, komünist toplum"a ayrılmaz. Bu, Avrupa merkezci ve yanlış bir ayrımdır (mesela "Köleci toplum" diye birşey yok. Feodalizm de Avrupa'ya özgü)
Toplumlar, global bazda tarihi süreç içinde Üçe ayrılır: 
Tarım öncesi toplayıcı/göçer toplum, Tarım toplumu, Endüstri toplumu. (Ve şimdi Postendüstriyel bir dönemde yaşıyoruz. İstikamet, kapitalizmin mecburen tasfiye edilip yeni bir düzenin kurulması yönündedir)
Osmanlı Toplumu da tüm benzerleri gibi bir tarım toplumudur ve sonuna doğru endüstrileşmeyle tanışmıştır.
"Eskiden ne güzeldi, herkes kendi dilini konuşuyordu, kompartımanlar halinde birbirine karışmadan barış içinde yaşıyordu, çok kültürlülük esastı -gene öyle olmalı" diyenler, o zamanlar "Tarım toplumu paradigması şartlarında" yaşandığını hiç düşünmüyor. Eskisi gibi aynı kültürel koşulları yeniden kurmak, yeniden kompartımanlar halinde -çok kültürlü- bir toplum olarak yaşamak, kapitalizm şartları altında mümkün değildir. Yani homojen değil, heterojen kültürlü bir toplum, ancak kapitalizmin olmadığı başka bir düzende gerçekleşebilir.
Tarım toplumlarında küçük topluluklar halinde yaşanır, çünkü ekonomi, küçük klanların/aşiretlerin ve halk gruplarının kendi başlarına -dünyanın diğer kısmından bağımsız- idame ettirilebilecekleri türdendir. Sadece halk grubunun/aşiretin kendi içindeki örgütlenmeyle döndürülebilecek özelliktedir. Tarım toplumu, kendi kendine yeten toplumdur. Bu durumda Klan/aşiret (veya diğer sosyal topluluklar) birer kompartıman olarak yaşamak isterler -ki kendi ekonomik birliklerini koruyabilsinler, diğerlerinden ayrı tarif edebilsinler. Bu nedenle diğer halk gruplarından farklı kültürel/dilsel/dinsel özellikler icad edilmiştir. Mesela eskiden her ilde ayrı dil, o da olmazsa ayrı bir şive konuşulur, farklı dinlerin farklı mezheplerinin farklı uygulamalarına başvurulur. Bu konularda homojen bir birlik/aynılık asla söz konusu değildir-olmamıştır. Tarım toplumlarına bakarsanız, sanki bile-isteye her toplumun diğerlerinden ayrı/farklı olmaya özen gösterdiğini görürsünüz. Boşuna da değildir. Bu yolla klanların/aşiretlerin ve çeşitli halk gruplarının önderleri, kendi halk gruplarını daha kolay bir arada tutarlar. Bu nedenle, eski Osmanlı'da "Türk" yoktur, onun yerine "Karakeçili", "Yörük", "Dadaş", "Karamanlı" vs. vardır. (Kapsayıcı "Türk" tanımını Türkler değil Avrupalılar bin yıl önce kullanmaya başlamışlar ve Anadolu'yu "Türkiye" diye adlandırmışlardır).
Osmanlı Sultanları, ve daha öncesinin Anadolu Selçukluları ve hatta Bizans İmparatorları, dünyanın her yerinde olduğu gibi, bu kültürel çeşitliliği desteklemişlerdir, çünkü Halkların önderlerinin işine geldiği gibi onların da işine gelen bir durumdur. Böyle bir yapıda milliyetçilik olmaz, olmamıştır da. Çünkü milliyetçilik, bir sosyo-kültürel homojenleşmenin ifadesidir aynı zamanda. Milliyetçilik, tarım toplumu Fransa'sının yüz çeşit dil konuşan ortamında da ortaya çıkmamıştır -endüstrileşme ile birlikte doğmuştur.
Kapitalizm, tarım toplumundan farklı olarak, muazzam bir işbölümüne dayanır. Kendi kendine yeten küçük tarım toplumları şehirlere aktıkça ve endüstriyel üretime katıldıkça, bu kapsayıcı ve karmaşık üretim/tüketim ilişkilerinin ortak bir dile/kültüre sahip olması gerekir. Bu komplike kapitalist üretim/tüketim atmosferinde farklı diller ve lehçelerle anlaşmak ve üretmek mümkün değildir. ("Eğitim" denen şey de bu yüzden icad edilmiştir) İşte bu noktada, başlayan endüstrileşmenin merkezi olan yerin dili, ülkenin dili olmaya başlar. Türkiye'de buna, "İstanbul Türkçesi" diyoruz.

Millet/Ulus ile Milliyetçiliğin/Ulusalcılığın örtüşmesi ilkesi ve Sünni Ulusalcılığı

İllüstrasyon: Moebius
Milliyetçilik (yani ulusalcılık), kapitalizme özgü siyasi bir prensip. "Ulusalcılık" denince akla sadece etnik Türk/Kürt gibi kökenlerin gelmesi, ulusalcılığın aslında ne olduğunun etraflıca anlaşılmamasıyla ilgili. Mesela Türkiye'nin Kemalistleri ve MHP'liler Türk Ulusalcısıysa, Müslüman Muhafazakarları da Sünni Ulusalcısı. Bunların arasında nitelik anlamda bir fark yok. Ama burada, Millet ile Milliyetçilik (yani Ulus ile Ulusalcılık) örtüşmesi ilkesine çok kısaca değinmeye çalışacağız.
Milletçiliğin Millet ile kesiştiği temel ilkesi, bir -kültürel homojen- milletin yaşadığı alanın üzerinde o milletten tek bir siyasi yapının bulunmasıdır. Yani "Türklerin yaşadığı bölgede bir Türk siyasi irade hakim olmalıdır". Bunu şöyle de okuyabiliriz: Türklerin hakim olduğu yerde Türk olmayan bir siyasi irade bulunamaz. Ama aynı "Milliyetçilik mantığı" şöyle de okunabilir: "Kürtlerin yaşadığı bölgede bir Kürt siyasi irade hakim olmalıdır" -veya şöyle: "Sünnilerin yaşadığı bölgede bir Sünni irade hakim olmalıdır." Bunun devamı, Türklerin olduğu yerde Kürtlerin, Kürtlerin olduğu yerde Türklerin, Sünnilerin olduğu yerde Alevilerin yönetmesinin istenmemesidir.
Millet ile Milliyetçiliğin örtüşmesi ilkesinin bozulmasından doğan öfkeye, Milliyetçi öfke diyoruz...
Görüldüğü gibi bu ilke, azınlık/çoğunluk milliyetçiliğini de kapsayan bir ilkedir. Milliyetçilik, siyasi meşruiyet/legitimasyonla ilgili bir şeydir.
Milliyetçiliğin ortaya çıktığı noktalara örnekler verelim...
Mesela yeni "Sünni Milliyetçiliği", Sünniliği kapsadığı halde, Sünniliğin tümü ulusal sınırlar dahilinde değildir, dışında daha fazla Sünni -ama Suriye'de de onca Sünni'ye hükmeden Alevi azınlığı vardır. Sünni Milliyetçiliğinin Sünni Suriye'nin muktedir azınlık Aleviliğine öfkesi, malum milliyetçi tepki babında "anlaşılabilir" bir durumdur! Aynı şey, Kürt Mikromilliyetçiliğinin Dersimli Zaza azınlık için geçerlidir. Kürt milliyetçileri, Zazalara, "kendilerini Kürt diye tanımlamaları için" baskı yapmıştır -ki tipik milliyetçi reaksiyondur.
Milliyetçiliğin ortaya çıkmasındaki diğer örtüşme meselesi, bir milletin milli siyasi iktidarının, o ülkenin dışındaki aynı milletten halk gruplarının üzerinde siyasi iradesinin bulunmamasından doğar, yani millet büyüktür ve milli iktidar, milletin sadece bir bölümüne hükmetmektedir. Bu durumda da milliyetçilik ortaya çıkar. Türk Hükümeti'nin, dış Türklere hükmedememesi, milliyetçilikle ilgili "duygular" uyandırır (Turancılık). Aynı şekilde BDP'li belediyelerin (veya Barzani'nin) yönetemediği Suriye Kürtleri, Kürt milliyetçiliğinin ilgi alanına girer (Büyük Kürdistan). Sünnici Müslüman Muhafazakar AKP'nin Sünni Milliyetçiliği de, "Tüm Sünnilerin üzerinde yönetici olmak istemek"ten doğan tipik bir milliyetçilik türüdür.

"Türklerle Kürtler birlikte yaşamak istiyorlar mı?!"

İllüstrasyon: Moebius
İşte en zehirli sorulardan biri de bu. Çünkü bu sorunun içinde hem iki özne var, hem de "istemiyor" yanıtı, sorunun yüzde ellisi vaziyetinde orada duruyor. Bu konularda, elli yaş üstü insanlarla konuşursanız, "Yav bu sorular, ayrılık-gayrılık nereden çıktı, biz kimin ne millet olduğunu bilmeden dosttuk, ayrımız-gayrımız yoktu ki!" diyorlar.
Bir önceki yazıda, "Ulus kurmak" denen şeyin son tahlilde bir rızaya dayandığını ve ulusu teşkil eden insanların rızası olmazsa, ulusun bozulacağını söylemiştik. Türkiye'nin Kürt asıllı vatandaşlarının, artık "Türk Ulusu" adına itirazı var ve bu, yeni bir milliyetçilik türü -mikro milliyetçilik- sayesinde, hız almış ve "Tabii ki Türk değilim, Kürdüm" mantrası en normal şey haline gelmiş durumda. Oysa böyle olmak zorunda değildi. Hiçbir ulus, tek bir etnik kökenden kurulu değildir. Bunu tersten okursak: Her etnik kökenin ulus-devleti yoktur.
Türk Ulusu dediğimiz yapıyı kabul edenlerin, birlikte yaşamak diye bir sorunu yok, ama kendi etnik kimliğini ön plana çıkaranların böyle bir sorunu var. Onlar, "Kürt olarak" Türklerle birlikte yaşamak istiyorlar.
O halde Türkiye Cumhuriyeti'nie özgü "Ulus" tanımının değişmesi gerek. Şu anda, görünür vaziyetteki durum bundan ibarettir ve bu tanımın değişmesini isteyen ve bunda başarılı da olan Kürt tarafıdır, "çözüm" de, onun isteklerini kabul etmekten ibarettir. Yani bu denklemde, başarılı bir "Kürt Ulusal Kurtuluş" dalgası görülmektedir. Peki, 21'inci Yüzyılda "Ulusal Kurtuluş Mücadelesi" veya onun gibi görünen hareketleri desteklemeli midir? Hayır!..
Kürt Halkının daha özgür ve kendi dilini/kültürünü sınırsız ifade edebileceği gelişmeleri desteklemek elbette boyun borcudur, ama "Ulusallık" (yani milliyetçilik) bazında, kapitalizmin liberal dönemlerinden kalma "Ulus-kurmak" hikayesine kesinlikle karşı çıkmak gerekir, çünkü böyle bir girişim -ki sürmektedir- mutlaka kan banyosuyla sonuçlanır. "Türk Ulusu" kurulurken bu olmuştur, Anadolu'dan Rumlar ve Ermeniler kovulmuştur, şimdi benzeri olur, yani doğu Anadolu'dan Türkler batı Anadolu'dan Kürtler kovulur. "Ulus" (veya "Modern Millet") halinde sosyo-kültürel homojen bir yapı oluşturmak demek, kendi milli eğitimini kurmak, herkesi ona göre eğitim tornasından geçirmek demektir. "Türk Ulusu", "Yunan Ulusu", "Fransız Ulusu" kendini böyle yeniden üretir.
Ben, yeni bir ulus kurmaya kalkıp, Anadolu ve İstanbul'da yeni bir Kıyamet yaşamak yerine, Türkiye'nin Ulus tanımını değiştirmeyi öneriyorum. Ama bu asla yeterli olmayacaktır ve -yabancı bir dostumun deyimiyle- "tam çılgın faşizan" Kürt Milliyetçiliğinin ne mal olduğu teşhir edilip marjinalleştirilmeden, barışçıl bir çözüm olmayacaktır. Türkler daha uzun bir "Ulusluk" tecrübesine sahip olduklarından, bunu daha makul bir yerden tartışıp değiştirebilirler. O olgunluğa tam olmasa da oldukça yaklaşıldığını düşünüyorum. Ama "Vatan-Millet-Sakarya" diyarlarında gezinen yeni yetme Kürt Milliyetçiliği için bunu söylemek zor.
Kürtlerin kendilerini daha özgür hissettikleri bir ortam için mücadele, aynı zamanda milliyetçilik denen şeyin bütün türlerine karşı kararlı bir mücadeleyle el ele yürümek zorunda. Yoksa nefret üreten Milliyetçiler, Anadolu'ya ikinci bir Kıyamet yaşatacaklardır. Milliyetçilik, kapitalist sistemin yaşayan son ideolojisidir ve hiç bir biçimi haklı görülemez.

Ulus nedir, nasıl kurulur, nasıl bozulur, nasıl yeniden kurulur?

İllüstrasyon: Moebius
Yukarıdaki soru uzun, çünkü "Kürt Milliyetçiliği" yazılarını kısa tutmayı amaçlıyoruz. Bu kısa yazıda, yukarıdaki soruya vereceğimiz ve birçok yazıya paylaştıracağımız uzun yanıtın ilk bölümünü anlatmayı düşünüyorum.
Geçenlerde, "Milli" ile "Milliyetçi" terimlerini birbirinden ayıramayan ve bu nedenle de Marx'ın "Ulusalcıları" fırçaladığını iddia eden bir köşe yazarıyla tartıştım.
"Milliyet", günümüzün kapitalist (endüstri ve post-endüstri) çağında, bir devletin vatandaşı olmaya endekslenmiş enternasyonal bir statüdür. Yani Türkiye Cumhuriyeti'nin vatandaşlarına -yakalarına "Yok biz Türk değil Kürtüz" diye rozet de taksalar- her uluslararası havaalanının pasaport kuyruğunda "Türk" denir. Buna, "Milliyet" diyoruz.
Peki "Milliyet" zorunlu mudur?! Elbette 'Hayır'. Milliyetsiz insan olamaz mı?! Elbette olur.
Her insanın ille de bir milliyete sahip olması gerektiği fikrinin radikalleşmiş haline "Milliyetçilik" diyoruz. Bu dizi sırasında Milliyetçiliği çeşitli açılardan (mesela sosyo-ekonomik açıdan) tanımlayacağız. Bu, ilk tanımımız olsun. Kısacası, milliyetçiliği üreten ilk yapı, uluslararası ulus-devletler sistemidir. Ulus ve Ulus-devlet, kapitalizm çağına özgü görüngülerdir ve kapitalizmle birlikte bozulmaktadırlar, kapitalizmle birlikte tedavülden kalkacaklardır. Ama bunu böylece kestirip atmak kesinlikle mümkün değildir, çünkü ulusun ve ulus-devletin yerine konacak yapılar henüz bir mutabakatla ortaya çıkmamıştır. Türkler ve Kürtler akıllı-vicdanlı olurlarsa, bu yeni mutabakat türünü icad edebilirler. Burada "mutabakat" sözünün altını özellikle çiziyoruz, çünkü "Ulus", mutabakata dayanan sunî bir yapıdır.
Ne Ulus ne de Ulus-devlet olmazsa olmaz şeyler olmadığından -ve kapitalizmin dayatması sonucu ortaya çıktıklarından- yukarıdan aşağıya kurulurlar. Dünyadaki bütün Uluslar, kapitalizmin üzerinde, devletler tarafından yukarıdan aşağıya doğru kurulmuştur -tıpkı Türkiye'de de olduğu gibi.
Ama Ulus'un kurulup yaşaması için iki temel taşın sağlam durması gerekir; bunlardan ilki sosyo-kültürel temel taşıdır.
Ulusu kuran, farklı etnik ve dinî kökenlerden gelen insanların aynı kültürü paylaşmaları gerekir. Türkiye için bu ortak payda ilk elden, Osmanlı Kültür mirası oldu. Burada "Kültür" derken sadece şarkı-türkü gibi konuları ve ortak kullanılan dili kasdetmiyoruz. Düşünme ve davranış biçimi, mantalite, insanların birbirleriyle ilişkilerinde yerleşmiş kalıplardaki ortaklık vs. ortak kültüre dahildir. Bu konuda bugün "milli/ulusal" anlamda "Türkler" ve "Kürtler" diye iki ayrı ad ile anmayı adeta bir "görev" saydığımız -"ısrarcı" yapay bir ayrımla birbirine karşı konumlanarak milliyetçilik üreten- kesimler de dahil olmak üzere etnik Kürtlerin ve etnik Türklerin bir sorunu yok, ikisi de aynı kültürü paylaşmaya devam ediyorlar.
"Türkler" ile "Kürtler" arasındaki ayrışma, esasen Ulus yapısının ikinci temel taşıyla ilgili bir bozukluğa dayanıyor. Bu sosyo-psikolojik bozukluk, Gönüllülük/Mutabakat ile ilgili; hani Kürt âkil adamlarının, "Biz anlaşabileceğiniz son nesiliz. Bizimle anlaşamazsanız, genç nesille hiç anlaşamazsınız" dediği konu, işte bu konudur. Benim "Makro-milliyetçilik" dediğim klasik resmî ulus-devlet milliyetçiliği (bunun radikalleşmiş haline isteyen, "Kemalizm" de diyebilir) bir gönüllülük işidir. Hele bugün artık kesinlikle böyle. Ulusu Ulus yapan insandır. Kısacası Ulus, hergün yeniden üretilmek zorundadır. Yani Ulus gökten zembille inmemiştir. Ulusun her bireyinin gönüllü olarak, "Evet ben bu Ulusa dahilim, onun parçasıyım" demesi lazımdır. Sistemin bozulan sosyo-ekonomik yapısı üzerinde cuntacı aptal generaller ve aptal politikacılar sayesinde halkın bir bölümü -içinden veya dışından- "Ben Türk Ulusuna dahil değilim, ben Kürtüm" diyor. Bu olay, hem Türk hem de Kürt tarafından bir Milliyetçilik ifadesidir. Türk Devlet Milliyetçiliği (makro-milliyetçilik), kendini Türk saymayan bir Türk vatandaşını düşünemiyor -ki bu konuda dünya ulus-devletler sistemi de yanındadır. Diğer yandan, Tuncelili Zazaları da ille Kürt saymak isteyen, "Uluslararası milli Türk tanımını" kabul etmeyen, -benim "mikro milliyetçilik" dediğim bir Kürt Azınlık Milliyetçiliği var. Ortak Ulus'un ikinci temel taşının parçalanıp Gönüllülük/Mutabakat'ın ortadan kalktığı Milliyetçilikler ortamında, Türk-Kürt diye iki ayrı özne halinde tartışılan halk gruplarının başka bir temelde yeni Gönüllülük/Mutabakat temel taşı kurmaları zordur, ama imkansız değildir. Fakat Ulus-devlet temelinde olması gereken böyle birlik -iki ayrı özneyle- mümkün değildir. Bu şartlar altında kurulacak yeni Gönüllülük/Mutabakat geçici olmaya mahkumdur. Bunun nedeni ve diğer yanıtları sonraki yazılarda konuşabiliriz.

"Kürt Milliyetçiliği ve sosyo-ekonomisi" yazılarına giriş

Kısa yazılar yazmayı hedeflemekle, böyle bir konu seçmek, elbette çelişiyor! Ama bu konunun masaya yatırılması artık bir zorunluluk. Zira, yürütülen tartışmaların, işin sosyo-ekonomik temeliyle ve onun tarihsel süreciyle ilgilendiğini, bugüne dek hiç görmedim. "Çözüm" için elbette tek başına yetersiz. Ama sorunun anlaşılmasına ve kangren olmuş yolların artık terkedilmesine katkıda bulunabilir. Milliyetçilik demek kapitalizm demektir, azınlık milliyetçiliği de öyle! Ama neden ve nasıl öyledir? İşte bu, kapitalizm öncesinde kimsenin aklına düşmeyen konularda bugün nasıl kanlı-bıçaklı olunduğunu anlamaya yardımcı olacaktır.
"İddialı!" başlığa bakıp, burada sadece "Kürt Milliyetçiliği" yazacağımı, Türk Milliyetçiliğini kayıracağımı falan sanan çok aldanır. Bütün milliyetçiliklerin canı Cehenneme...
Asıl konumuz, "Milliyetçiliğin sosyo-ekonomisi" -yani kapitalizm ve milliyetçilik ilişkisi, ayrılıkçılık/gayrılıkçılık ilişkisi. Rumlarla ve Ermenilerle yaşananların şimdi de Kürtlerle yaşanmaması için bu milliyetçilik kanserinin ne olduğunu iyi anlamak gerekiyor. Anlamadan, herhangi bir milliyetçilik üzerine konuşmak ve bu konuda birşeylerin çözümü için yol almak -son otuz yıldır görüldüğü üzere- mümkün değildir. "Tartışmalar", havanda su dövmekten öteye, milliyetçiliğe hizmetten öteye gidemez. Aslında Kürt milliyetçiliği, Türk milliyetçiliği yoktur, milliyetçilik denen birşey vardır. O lafın başına Kamboçya, Hint, Sünni, Türk veya Kürt sıfatını getirmeniz, olayın kendini değiştirmez. Ve o olay, milliyetçiliktir. Çeşitli milliyetçilik türleri, çeşitli kapitalizm türleri ve konjoktürlerinin siyasi ifade biçimleridir. Milliyetçilik, kapitalizm varolduğu sürece farklı şekillerde (zayıflayarak veya güçlenerek) varolacaktır. Azınlık milliyetçiliği (mikro milliyetçilik), Türkiye'de de olduğu gibi neoliberal toplumlardaki uçurum boyutundaki gelir/zenginlik farklılıklarının ifade biçimlerinden biridir. Bir kimlikçilik modeliyle karşımızda. Türkiye'nin klasik resmi milliyetçiliği (makro milliyetçilik), kapitalist süreç içinde geri dönülmez biçimde bozulduğuna göre, şimdilik daha makul bir bütünsel milliyetçiliğe kafa yormak gerekiyor olabilir. Kuzey Irak'daki yarı bağımsız Kürdistan'ın "Türkiye'nin Amerikalı müttefikleri sayesinde!" ortaya çıktığı ve neoliberal sosyo-ekonomik bozuklukların hergün yeniden üretildiği bir yerde, neoliberal bir Hükümetin "Kürt Sorunu"nu çözmesi ancak kırmızı kar yağdığında mümkün olabilir! Bu şartlar altında, "Türk ve Kürt" özneli cümlelerle ulaşılabilecek "çözüm", ancak bir bölünme olabilir. Bunlara döneceğiz elbette. Konu yılan hikayesinden daha uzun olduğundan, bu giriş notunu burada bitiriyoruz. İlk yazı, bu akşam veya önümüzdeki günlerde.
Selamlar!